Dehşet Öyküleri; “MEHTABIN AYDINLATTIĞI YOL” 2. Bölüm

Dehşet Öyküleri

Dehşet Öyküleri; “MEHTABIN AYDINLATTIĞI YOL” 2. Bölüm

Caspar Grattan’m İfadesi

Bugün yaşıyorum, ama belki yarın bu odada çok uzun bir zamandır hep öyle olduğum kilden, duygusuz bir şeklim duracak sadece. Eğer biri o çirkin şeyin üstündeki bezi kaldırırsa, bunu yalnız gereksiz bir meraktan yapacak. Bazıları daha da ileri gidip, “Kimdi bu?” diye sorup soruşturacaktır kuşkusuz. Bu yazıda verebileceğim tek cevabı size sunuyorum:

Caspar Grattan. Bu kadan yeterlidir umarım. Bu isim, ne kadar uzun olduğu bilinmeyen hayatımın yirmi yılından fazlasında benim bir isme olan küçük ihtiyacımı karşıladı. Doğru, bu ismi kendime ben verdim, ama başka ismim olmadığına göre bu benim hakkımdı. Bu dünyada insanın bir ismi olmalı, kimlik sağlamasa da karışıklıkları önleyen bir şeydir bu. Bazılarıysa sadece numaralarla bilinir ki bu da yetersiz bir ayrım gibi geliyor bana.

Örneğin, bir gün buradan çok uzaklardaki bir şehrin sokaklarından birinden geçiyordum ki, karşıma, durup yüzüme merakla bakan üniformalı iki adam çıktı; biri, diğerine, “Bu adam 767’ye benziyor,” dedi. Bu numarayla ilgili bir şey bana tanıdık ve korkutucu geldi. Kontrol edemediğim bir içgüdüyle kendimi ara sokağın birine atıp bir kır yolunda bitkin düşene dek koştum.

O numarayı asla unutmadım ve o numara aklıma her geldiğinde, beraberinde, ana avrat sövülen küfürleri, patlayan neşesiz kahkahaları ve demir kapıların çınlayışları gelir. O yüzden derim ki, insanın kendi kendine koyduğu bir isim bile bir numaradan iyidir. Çömlekçilik zanaatının sicili bana kısa bir süre sonra ikisini birden sağlayacaktı. Ne zenginlik ama!

Bu kâğıdı bulan kişiye biraz anlayış göstermesi için yalvarırım. Bu, hayatımın bir tarihi değildir; hayatımın bir tarihini yazmak için gerekli bilgiye sahip değilim. Bu, sadece birbirleriyle ilgisi olmayan, açıkça, bölük pörçük anıların bir kaydıdır. Bu anıların bazıları net ve bir ipliğe başarıyla dizilmiş boncuklar gibi art ardadır. Diğerleriyse aralarındaki anlamsız ve kasvetli kopukluklarla kızıl rüyalar gibi ücra ve tuhaf. Durağan bir biçimde kor gibi parlayan cadı ateşlerine benzeyen, ümitsizlik içindeki kırmızı rüyalar gibi.

Sonsuzluğun kıyısında dururken, geldiğim yöne, karaya doğru son bir kez bakmak için dönüyorum. Çok ötelere değin uzanan yirmi yıllık ayak izleri ve yaralı ayaklarımın arkalarında bıraktıkları kan lekeleri var. Bu izler, büyük bir yükün altında sendeliyormuşçasma birbirlerine dolanarak ve kendilerine güvensiz bir biçimde, sefalet ve acı içinde ilerliyorlar.

Evinden uzak, arkadaşsız, melankolik, ağır.

Bu via dolorosa’nın -yani günah dolu maceralarla kirlenmiş epiğin- başından önceki hiçbir şeyi net göremiyorum, hepsi bir sis bulutunun içinden çıkıp geliyor sanki. Biliyorum, sadece yirmi yılı kapsıyor, oysa ben çok yaşlı bir adamım.

İnsan doğumunu hatırlamaz, doğumu ona anlatılır. Ama benim durumum biraz farklıydı; hayat, bana, elleri dolu gelerek beni kabiliyet ve güçlerle donattı. Herkesin, anı mı yoksa rüya mı olduğu anlaşılmayan parça parça görüleri olur, ama benim de bu hayattan önceki bir varoluş hakkında diğer insanlardan daha fazla bilgim yok. Tek bildiğim, bilincine vardığım ilk şeyin vücudumla zihnimin olgunluğu olduğuydu; hiç şaşırmadan, üzerinde düşünmeden kabullendiğim bir farkındalıktı bu. Kendimi bir ormanda yarı çıplak, ayakları şişmiş bir halde, mutlak bir yorgunluk ve açlık içinde buluverdim. Bir çiftlik evi görünce gidip bir lokma yiyecek istedim. Bana yiyecek veren adam ismimi sordu. Kendi ismimi bilmiyordum, ama herkesin bir isminin olduğunu biliyordum. Büyük bir utanç içinde oradan kaçtım ve gece yaklaştığından ormanda yatıp uyudum.

Sonraki gün, adını vermeyeceğim büyük bir şehre vardım. Artık bitmek üzere olan bu yaşamıma dair başka olayları anlatmayacağım; bütün benliğimi saran, yanlışların cezalandırılmasındaki suç ve suçun cezalandınlmasındaki dehşet hisleriyle oradan oraya sürüklenerek geçen bir hayattı bu. Bakalım bunu bir öyküye indirgeyebilecek miyim?

Öyle görünüyor ki, bir zamanlar büyük bir şehrin yakınında yaşayan, sevdiği, ama güvenmediği bir kadınla evli, zengin bir plantasyon sahibiymişim. Bazen bir oğlumuz vardı gibime geliyor; harika meziyetleri olan, gelecek vaat eden bir genç. Ama o, benim için hep kafamdaki tablonun genellikle dışında duran, hatları belirsiz muğlak bir figürdür.

Talihsiz bir gecede aklıma, karımın sadakatini, gerçeklerden ve hayallerden beslenen edebiyata ilgi duyan herkese tanıdık gelecek görgüsüz, bayağı bir yolla ölçmek geldi. Karıma ertesi geceye kadar dönmeyeceğimi söyleyip şehre indim, ama tan yeri ağarmadan önce dönüp, kilitlenmiş gibi görünen, ama aslında kapanmayacak şekilde gizlice ayarladığım, girmeyi planladığım kapıdan çıkıp, evin yan tarafına dolandım. Az sonra kapıya yaklaştığımda usulca açılıp kapandığını duydum ve karanlıkta gizlice uzaklaşan bir adam gördüm. Kalbimde cinayet işleme arzusu doğdu; peşinden fırladım, ama o, kimliğini ele verme talihsizliğini dahi yaşamadan kaybolmuştu. Artık bazen bunun bir insan olduğundan bile emin olamıyorum.

Kıskançlık ve öfkeden deliye dönmüş, hakarete uğrayan erkekliğimin bütün ilkel hiddetiyle nevrim dönüp vahşileşmiş bir halde eve girdim, merdivenleri birer ikişer çıkıp karımın odasının kapısına vardım. Kapalıydı, ama onun kilidiyle de oynamış olduğumdan kolayca içeri girdim ve bir an sonra, zifiri karanlığın içinde yatağının başucunda dikilmekteydim. Yatağın üzerinde gezinen ellerim bana yatağın dağınık, ama boş olduğunu söylüyorlardı.

“Alt katta,” diye düşündüm, “içeri dalmam onu ürkütünce beni holün karanlığında atlattı.”

Onu bulmak amacıyla odadan çıkmak için döndüğümde yanlış bir yön seçtim, sağa saptım! Ayağım ona çarptı, odanın bir köşesine sinmişti. Bir anda ellerimi boğazında, feryatlarım boğarken, dizlerimi de çırpınan bedenine abanırken buluverdim ve oracıkta karanlığın içinde onu, suçlayıcı ya da sitem eden tek bir kelime bile etmeden ölene dek boğazladım!

İşte rüya burada bitiyor. Geçmiş zaman kipinde anlattım, ama şimdiki zaman daha uygun olurdu aslında, çünkü bu kasvetli trajedi bilincimde sürekli canlanıyor. Karımın sadakatini ölçmek için yaptığım planı kafamda tekrar tekrar kuruyor, şüphelerimin doğrulanışını tekrar tekrar yaşıyor ve karımın bana yaptığı yanlışı tekrar tekrar düzeltiyorum. Sonra her şey karanlıklara boğuluyor ve ardından yağmur damlaları kirli pencere pervazlarına ya da düşen karlar üzerimi örtmeye kâfi gelmeyen kıyafetlerimin üstüne yağıyor, tekerlekler hayatımın sefalet ve işsizlik içinde geçtiği kir pas dolu sokaklarda tıkırdıyorlar. Eğer güneş parlıyorsa bile ben hatırlamıyorum, eğer kuşlar varsa bile şarkı söylemiyorlar.

Bir başka rüya, gecenin getirdiği bir başka görüntü daha var; ay ışığıyla aydınlanan bir yolda, gölgelerin arasında dikiliyorum. Birinin daha varlığından haberdarım, ama kim olduğuna tam karar veremiyorum. Büyük bir evin gölgesinin altında dururken birisinin beyaz kıyafetlerinin saçtığı bir parıltı gözüme çarpıyor, sonra bir kadın silueti karşıma çıkıyor; öldürülen karım! Yüzünde ölümün soğukluğu, boğazında yara izleri var. Gözleri sabit bir şekilde benimkilere bakıyor. Gözlerinde ne sitem, ne nefret ne de gözdağı vermek istercesine bir ifade var. Bunların hiçbirisi, benim kim olduğumu bilmesi kadar korkunç olamaz. Bu ürkünç hortlağın önünden dehşet içinde kaçıyorum; şu an yazarken bile üstüme çöken dehşetten artık kelimeleri düzgün biçimlendiremiyorum. Gördün mü! Onlar…

Artık sakinim, ama anlatacak fazla şey sahiden yok; olay başladığı yerde bitiyor: Karanlıklar ve şüpheler arasında.

Evet, kendime hâkimim yine; “ruhumun kaptanıyım.” Ama bu bir mola değil, sadece kefaretimin başka bir evresi, safhası. Kefaretimin derecesi sabit, şekilleri ise değişkendir; değişkenlerinden biri de sükûnettir. Ne de olsa yalnızca ömür boyu sürecek bir ceza bu. “Ölene dek cehennemde yanmak”; saçma bir cezadır. Cezanın süresine mahkûm karar verir. Cezam bugün doluyor.

Dileğim, hepinizin benim sahip olamadığım huzur içinde yaşamanızdır.

Ambrose Bierce

Hikayenin 1. Bölümü İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin 2. Bölümü İçin TIKLAYINIZ

Hikayenin 3. Bölümü İçin TIKLAYINIZ

Exit mobile version