Korku Hikayelerinden; “Hayalet Posta Arabası”

HAYALET POSTASI ARABASI

Korku Hikayelerinden; “Hayalet Posta Arabası”

Korku Hikayesi Oku; Size anlatacağım olayları doğrulayan gerçekler mevcut. Bunlar bizzat başıma geldi ve anılarım her şey daha dün olmuşçasına canlı. Oysa o gecenin üzerinden yirmi yıl geçti. Bu yirmi yıl boyunca öykümü yalnızca bir kişiye aktardım. Şimdi de güçlükle üstesinden gelebildiğim bir gönülsüzlükle anlatıyorum. Sizden tek ricam, kendi vardığınız sonuçları bana kabul ettirmeye çalışmaktan kaçınmanızdır. Ne açıklama istiyorum, ne de bir tartışma. Bu konuya dair görüşüm kesindir ve kendi duyularımın güvenebileceğim tanıklığı da varken, her şeyi olduğu gibi kabullenmeyi tercih ediyorum.

Evet! Tamı tamına yirmi yıl önce, keklik avı mevsiminin son günleriydi. Bütün gün elimde silahımla dolanmış, ama sözünü etmeye değer bir şey vuramamıştım. Doğudan esiyordu rüzgâr, -aylardan Aralık idi,- mekan İngiltere’nin kuzeyinde, kasvetli, engin bir kırdı ve yolumu kaybetmiştim. Yaklaşan bir kar fırtınasının kuş tüyünü andıran ilk kar taneleri fundaların üzerine düşer ve çevreye kurşuni bir akşam çökerken, insanın kaybolması için pek de hoş bir yer değildi burası. Elimi gözüme siper ettim, bastıran karanlığa, mor kırların yaklaşık on iki mil ötede alçak tepelere karıştığı yöne doğru endişeyle baktım. Gözüme herhangi bir yönde ne incecik bir duman ilişti, ne de en küçüğünden ekilmiş bir tarla veya koyunların ayak izleri. Yürümeye devam etmekten ve sığınacak bir yer bulmak için şansımı denemekten başka çıkar yol yoktu. Böylelikle silahımı yine omuzladım, bitkince yola koyuldum,  -çünkü şafak söktükten bir saat sonra yürümeye başlamıştım ve kahvaltıdan beri boğazımdan tek bir lokma bile geçmemişti.

Bu sırada kar uğursuz bir süreklilikle serpiştirir olmuş, rüzgâr dinmişti. Ardından soğuk daha da yoğunlaştı ve gece hızla geliverdi. Bana gelince, kararan gökle birlikte ümitlerime de gölge düşmüştü,- kaldığımız küçük otelin penceresinde daha şimdiden yolumu gözleyen gencecik karımı ve bu usandırıcı gece boyunca katlanacağı ızdırabı düşündükçe içim bir fena oluyordu. Dört aydır evliydik, güz mevsimini İskoçya’da geçirmiştik ve uçsuz bucaksız İngiliz kırlarının tam sınırında, küçük, kuş uçmaz kervan geçmez bir kasabada konaklıyorduk. Birbirimizi çok seviyorduk, doğaldır ki çok da mutluyduk. Ben bu sabah ayrılırken akşam karanlığı çökmeden önce dönmemi rica etmişti ve bunu yapacağıma söz vermiştim. Sözümü tutabilmek için neler vermezdim!

Şimdi bile, yorgun olmama rağmen, bir akşam yemeği, bir saatlik uyku ve rehberlik edecek birisi bulunduğu takdirde gece yarısından önce ona kavuşabileceğime inanıyordum, – yeter ki bir rehber ve barınak bulabilseydim.

Öte yandan, kar yağıyor, gece bastırıyordu. Arada bir durup bağırıyordum, ama bağırışım adeta daha da derinleştiriyordu Sessizliği. Derken üzerime belli belirsiz bir tedirginlik duygusu çöktü, yağan karın altında yürüyen, bitkin düşüp uyuyan ve uykuda ölen yolculara ilişkin hikayeler hatırıma geldi. Kendi kendime sordum, acaba bu uzun ve karanlık geceyi atlatabilmem mümkün olacak mıydı? Uzuvlarımın pes edeceği, azmimin çözüleceği bir zaman gelmeyecek miydi? Benim de ölüm uykusuna yatmamın gerekeceği bir zaman. Ölüm! Ürperdim. Önümde öylesine parlak bir hayat uzanırken şimdi ölmek ne kadar da zor geliyordu! Sevgilim için de çok zor olacaktı, o ki kalbi sevgi dolu… Ama bunları düşünmemeliydim! Bu düşünceleri zihnimden kovmak için gene bağırdım… daha uzun süre ve daha kuvvetlice, ardından şevkle kulak kesildim. Bağırışıma bir yanıt mı almıştım, yoksa sadece birinin uzaktan seslendiğini mi hayal etmiştim? Tekrar bağırdım ve yankı tekrar karşılık verdi. Sonra karanlığın içinde ansızın dalgalanan ışıklı bir nokta belirdi, kayıyor, kayboluyor, gitgide büyüyüp parlaklaşarak hareket ediyordu. Ona doğru olanca hızımla koştum ve büyük bir sevinç içinde, elinde fener olan yaşlı bir adamla yüzyüze geldim.

“Tanrı’ya şükürler olsun!” çığlığı koptu dudaklarımdan istemsizce. Adam gözlerini kırpıştırdı, kaşlarını çattı ve yüzüme dikkatle baktı.

“Ne için?” diye homurdandı suratını asarak.

“Şey… seni karşıma çıkardığı için. Karda kaybolacağımdan endişe etmeye başlamıştım.”

“Eh, insanlar kimi vakit bu civarlarda kaybolurlar, eğer Tanrı’nın isteği buysa, senin de diğerleri gibi kaybolmana ne engel olabilir?”

“Eğer Tanrı ikimizin beraberce kaybolmamızı buyurduysa, buna itaat etmeliyiz,” diye yanıtladım, – “ama yanımda sen olmadan kaybolmaya niyetli değilim, dostum. Şu anda Dwolding’den ne kadar uzaktayım?”

“Neresinden baksan yirmi mil.”

“Pekiyi, ya en yakın köy?”

“En yakın köy Wyke Köyü’dür ve orası da diğer yönde, on iki mil mesafede.”

“Madem öyle, sen nerede oturuyorsun?”

Fenerini belli belirsiz sallayarak, “Şuracıkta,” dedi.

“Herhalde eve dönüyorsundur?”

“Belki.”

“O zaman ben de seninle geliyorum.”

Yaşlı adam başını salladı ve düşünceli bir tavırla, burnunu fenerin kulpuna sildi.

“İşe yaramaz,” diye homurdandı.

“O seni içeriye almaz… yapmaz bunu.”

“Bunu göreceğiz,” diye yanıtladım hemen.

“Kimmiş O?”

“Efendi.”

“Kimmiş efendin?” Aldığım damdan düşme cevap, “Bu seni ilgilendirmez,” oldu.

“Pekala, pekala,- sen yolu göster, ben de efendinin bana bu gece için yatacak bir yer ve yiyecek bir şeyler vermesini sağlayayım.”

“Eh, bir deneyebilirsin!” diye mırıldandı gönülsüz rehberim,- ve hâlâ başını sallayarak, masallardaki cüceler gibi topallayarak, yağan karın içinde yürüdü. Karanlıkta, olduğundan daha büyük görünen bir evin silueti belirdi ve öfkeyle havlayan koca bir köpek fırladı dışarı.

“Ev bu mu?” diye sordum.

“Ya, ev bu. Otur, Bey!” dedi ve ceplerinde anahtar aramaya koyuldu. Onun arkasına yaklaştım, içeri girme fırsatını kaybetmek istemiyordum ve fenerden vuran küçük, dairesel ışıkta kapının tıpkı bir zindan kapısı gibi, demir çivilerle perçinlenmiş olduğunu gördüm. Derken adam anahtarı çevirdi, onu bir kenara itip eve daldım.

İçeri girince merakla çevremi kolaçan ettim ve kendimi çatısı kirişli, koca bir holde buldum. Bu yerin değişik amaçlara hizmet ettiği apaçık ortadaydı. Bir köşeye tıpkı bir ambardaki gibi, tavana kadar mısır yığılmıştı. Diğer köşeye ise un çuvalları, tarım aletleri, fıçılar ve her cinsten lüzumsuz eşya istiflenmişti,- başımın üzerindeki kirişlerden dizi dizi jambonlar, tuzlanmış domuz etleri ve kışın kullanılmak üzere kurutulmuş deste deste otlar sarkıyordu. Orta yerde, üzerine kirli bir örtü atılmış koskoca bir nesne vardı, neredeyse kirişlerin yarısına kadar yükseliyordu. Örtünün bir ucunu kaldırınca, hayretler içinde, bunun dört küçük tekerleği olan kaba bir platforma monte edilmiş, şaşırtıcı boyutlarda bir teleskop olduğunu gördüm. Teleskobun tüpü boyalı tahtadan yapılmıştı ve yine kabaca şekillendirilmiş madeni şeritler geçirilmişti etrafına,- loş ışıkta tahmin edebildiğim kadarıyla, aynasının çapı en azından kırk santim olmalıydı. Aleti tetkik edip, bunun alaylı bir cam ustasının elinden çıkma mı olduğunu kestirmeye çalışıyordum ki, tiz sesli bir zil çaldı Rehberim, yüzünde habis bir sırıtışla;

“Bu senin için,” dedi. “Odası şurada.”

Salonun diğer ucundaki, alçak, siyah bir kapıyı işaret etti. Salonu boydan boya geçtim, kapıyı biraz gürültüyle çaldım ve bir davet beklemeksizin içeriye giriverdim. Üstü kağıt ve kitap dolu bir masadan beyaz saçlı, iri yarı bir ihtiyar doğruldu ve yüzünde sert bir ifadeyle önüme dikildi.

“Siz kimsiniz?” diye sordu. “Buraya nasıl geldiniz? Ne istiyorsunuz?”

“Dava vekili James Murray. Kır boyunca yayan yürüyerek. Yiyecek, içecek ve istirahat.”

Adam gür kaşlarını kaldırdı, ardından uğursuzca kaş çattı.

“Burası han değil,” dedi kibirle. “Jacob, bu yabancıyı içeri almaya nasıl cüret edersin?”

“Onu içeri ben almadım,” diye homurdandı diğer ihtiyar.

“Beni kır boyunca takip etti, sonra da kapıyı omuzlayıp benden önce eve girdi. Bir seksen beşlik bir adamla başa çıkamam ya.”

“Söyleyin beyefendi, hangi hakla evime zorla girdiniz?”

“Eğer boğuluyor olsaydım sandalınıza tutunmamı sağlayacak olan hakla,- kendini koruma hakkıyla.”

“Kendini koruma mı?”

“Dışarıda daha şimdiden beş santim kar var,” diye yanıtladım kısaca, “şafak sökmeden önce cesedimi örtecek kadar kalınlaşmış olur.”

Adam uzun adımlarla pencereye yürüdü, kalın siyah bir perdeyi yana çekti ve dışarıya baktı.

“Doğru,” dedi. “Eğer isterseniz, sabaha kadar burada kalabilirsiniz. Jacob, akşam yemeğini servis et.”

Ardından oturmamı işaret etti, kendisi de koltuğuna döndü ve gelişimle yarıda kesilen çalışmalarına gömüldü.

Silahımı bir köşeye yaslayıp şöminenin başına bir iskemle çektim ve içinde bulunduğum mekanı acele etmeden gözden geçirdim. Salondan daha küçük ve düzenlenişi bakımından daha az tutarsız olan bu oda, yine de merakımı uyandıracak şeyler barındırıyordu. Yerde halı yoktu. Badanalanmış duvarların bir kısmına tuhaf şemalar karalanmıştı, geriye kalan kısımdaki rafların üzeriyse, çoğunun ne işe yaradığını bilemediğim felsefi aletlerle dolup taşıyordu. Şöminenin bir yanında kirli el yazması ciltlerin dizili durduğu bir kütüphane, öbür yanındaysa ortaçağa özgü azizlerin ve şeytanların boyalı oymalarıyla süslenmiş küçük bir org vardı. Odanın uzak köşesindeki bir dolabın yarı yarıya açık duran kapısından, uzunca bir dizi halinde jeolojik örnekler, cerrahi preparatlar, maden eritme kapları, imbikler ve kavanozlar dolusu kimyasal madde gördüm, yanıbaşımdaki şömine rafındaysa ufak tefek nesnelerin yanısıra, güneş sisteminin bir modeli, küçük bir galvanik pil ve bir mikroskop duruyordu. Tek bir iskemlenin bile üzeri boş değildi. Her köşeye kitaplar yığılmıştı. Zemin bile haritalar, maketler, kağıtlar, şeffaf kağıda çizilmiş kopyalar ve akla hayale gelebilecek her cinsten ıvır zıvırla kaplıydı.

Gözüme takılan her yeni nesneyle birlikte artan bir hayranlıkla, çevreme bakındım. Hayatımda hiç bu kadar garip bir oda görmemiştim, bu vahşi ve ıssız kırın ortasındaki yapayalnız bir çiftlik evinde böyle bir oda bulmak daha da garipti! Bakışlarım tekrar tekrar çevremdeki nesnelerle ev sahibim arasında gidip geldi, kendi kendime bu adamın kim ya da ne olabileceğini sorup duruyordum. Başı fevkalade güzeldi,- ama filozoftan çok, bir şairin başıydı bu. Şakaklara doğru geniş, gözlerinin üzeri çıkık, kusursuz bir beyazlıktaki gür saçlarla örtülüydü,- Ludwig van Beethoven’in başının tüm idealliğine ve onun başını karakterize eden sertliğin büyük bir kısmına sahipti. Ağzının civarındakiler aynı derin çizgilerdi, alnındakilerse yine aynı haşin kaşlar. Yüzünde aynı ifade yoğunluğu vardı. Ben hâlâ onu gözlemlemekle meşgulken kapı açıldı, Jacob akşam yemeğini getirdi. Efendisi o zaman kitabını kapadı, doğruldu, şu ana dek sergilemiş olduğundan daha büyük bir nezaketle beni masaya buyur etti. Önüme bir tabak jambonlu yumurta, bir somun esmer ekmek ve harika bir şişe şeri konmuştu.

“Size sadece en mütevazisinden çiftlik yiyecekleri sunabiliyorum, beyefendi,” dedi ev sahibim. “Eminim ki iştahınız, kilerimizin kusurunu telafi ettirecektir.”

Daha şimdiden yemeklerin üzerine saldırmış ve açlıktan kırılan bir avcının şevkiyle, ona itiraz edip daha önce hiç bu kadar nefis şeyler tatmadığımı söylüyordum.

Başıyla eğilerek kısa bir selam verdi ve sadece bir sürahi dolusu süt ile bir kase lapadan oluşan yemeğinin başına geçti. Yemeğimizi sessizce yedik, işimiz bitince Jacob tepsiyi götürdü. Sonra iskemlemi tekrar ateşin başına çektim. Beni biraz da şaşırtarak, ev sahibim de aynısını yaptı ve aniden bana dönüp sordu:

“Beyefendi, tam yirmi üç yıldır mutlak bir inzivada yaşadım. Bu süre boyunca pek yabancı yüz görmedim ve tek bir gazete bile okumadım. Dört yılı aşkın zamandır evimin eşiğinden adımını atan ilk yabancı sizsiniz. Bu kadar zaman önce elimi eteğimi çektiğim dünyaya dair birkaç kelime etme inceliğini gösterir miydiniz?”

“Lütfen sorun,” diye yanıtladım. ‘Tüm kalbimle hizmetinizdeyim.”

Başıyla onayladı ve öne eğildi, dirsekleri dizlerine dayalıydı ve başını iki elinin arasına almıştı,- gözlerini ateşe dikip, bana soru sormaya başladı. Soruları daha çok bilimsel konulara yönelikti, son zamanlardaki gelişmelerden ve hayattaki pratik kullanımlarından neredeyse hiç haberi yoktu. Bir fen öğrencisi olmamakla birlikte, sınırlı bilgim elverdiğince sorularını iyi yanıtladım,- ne var ki bu hiç kolay bir iş değildi ve soru faslından tartışmaya geçilip adam benim sunmaya çalıştığım gerçeklerin ışığında kendine sonuçlar çıkarmaya başlayınca ferahladım. O konuştu ve ağzım açık dinledim. O kadar çok konuştu ki, onun benim varlığımı unuttuğuna ve yüksek sesle düşünmekte olduğuna kanaat getirdim. Daha önce hiç böyle bir şey duymamıştım,- o günden sonra da duymadım. Tüm felsefe sistemlerine aşinaydı, çözümleme safhasında incelikli, genelleme yapmaya gelince cüretkardı, düşüncelerini kesintisiz bir sel halinde döküyordu ve gözlerini ateşten ayırmaksızın, yine o karamsar tavırla,- tıpkı ilham bulmuş bir hayalperest gibi, bir laftan diğerine, konudan konuya atlıyordu. Pratik bilimden zihinsel felsefeye, tellerdeki elektrikten sinirlerdeki elektriğe,- Watts’dan Mesmer’a, Mesmer’dan Reichenbach’a, Reichenbach’tan Swedenborg’a, Spinoza’ya, Condillac’ya, Descartes’a, Berkeley’ye, Aristo’ya, Eflatun’a, Doğu’nun mistiklerine ve büyücülerine uzanan, çeşit ve kapsamı insanı hayrete düşürse de onun dudaklarından adeta müzik ölçüleri gibi kolayca ve uyumla dökülen geçişlerdi bunlar. Çok geçmeden -laf hangi kestirimden ya da örnekten oraya gelmişti, unuttum,- ama teorik felsefenin bile sınırlarını aşan ve hiçbir insanoğlunun bilmediği bir yere uzanan o konudan bahis açtı. Ruhtan ve tutkularından, tinden ve onun gücünden, altıncı histen, kehanetlerden,- her çağda kuşkucuların yadsıyıp, safların inandığı, hayalet, hortlak ya da doğa ötesi varlık adlarıyla anılan olgulardan dem vurdu.

“Dünya,” dedi, “kendi dar yarıçapının dışında kalan her şeyden gitgide daha çok kuşku duyar oldu,- bilim adamlarımız da bu ölümcül eğilimin başını çekiyorlar. Deneylerle ispatlanamayan her şeye masal gözüyle bakıp dudak büküyorlar. Laboratuvarda ya da otopsi odasında teste tabi tutulamayan her şey onlar için yanlış. Hayaletlerden başka hangi batıl inanca karşı böylesine uzun ve inatçı bir savaşa girişilmiş ki? Acaba hangi batıl inanç böylesine uzun süredir, bu kadar sıkı şekilde insanların zihnindeki yerini korumuş? Bana fizikte, tarihte veya arkeolojide bu kadar çok insanın şahitliğiyle desteklenen bir başka gerçek gösterin. Her iklimin, her çağın, her ırkın insanları inanmışlardır hayaletlere, eskilerin en ağırbaşlı bilgesi de, günümüzün en kaba vahşisi de, Hristiyan’ı, paganı, panteisti, materyalisti, tümü,- oysa bu yüzyılın düşünürleri bu olguya çocuk masalı diye bakıyorlar. İkincil derecedeki kanıtlar onların terazisinde bir tüy kadar ağırlık etmiyor. Fiziğin çok değer verdiği sebep sonuç karşılaştırması, hayaletler söz konusu olduğunda değersiz ve güvenilmez bulunuyor. Sözüne güvenilir şahitler, bir mahkeme önünde ne kadar etkili olursa olsun, bu konuda hiçbir işe yaramıyor. Bunu ilan etmeden önce duraksayanlar şarlatan olmakla itham ediliyor. Buna inananlarsa ya hayalperest, ya da budala.”

Acı sözlerdi söyledikleri ve konuştuktan sonra birkaç dakika sessizce içine kapandı. Şimdi başını kaldırmıştı, farklı bir ses ve tavırla ekledi:

“Ben, beyefendi, duraksadım, soruşturdum, inandım ve kanaatimi dünyaya duyurmaktan çekinmedim. Ben de hayalperest damgası yedim, çağdaşlarım beni alaya aldılar, beni hayatımın en iyi yılları boyunca onurla emek verdiğim bilim alanından yuhalayarak defettiler. Bunlar tam yirmi üç yıl önce gerçekleşti. O günden bu yana, şu anda gördüğünüz şekilde yaşadım, ben nasıl dünyayı unuttuysam, dünya da beni unuttu. İşte hikayemi duydunuz.”

“Çok hüzünlü bir hikaye,” diye mırıldandım, ne demem gerektiğini bilemiyordum.

“Çok sıradan bir hikaye,” diye yanıtladı. “Ben sadece gerçeği söylediğim için acı çektim, tıpkı benden önce yaşamış daha iyi ve daha bilge insanların da yaptığı gibi.”

Sanki sohbeti sonlandırmak arzusundaymış gibi kalktı, pencereden dışarı baktı. Perdeyi örtüp ateşin başına gelirken, “Kar yağışı durmuş,” diye belirtti.

“Durmuş mu?” diye bağırdım hevesle ayağa fırlarken.

“Ah, keşke mümkün olsaydı… ama hayır! Hiç ümit yok. Eğer kırda yolumu bulabilseydim bile bu gece yirmi mil yol yürüyemezdim.”

“Bu gece yirmi mil yol yürümek mi?” diye tekrarladı ev sahibim.

“Nedir aklınızdan geçen?”

“Karım,” diye yanıtladım sabırsızca.

“Yolumu kaybettiğimi bilmeyen ve şu anda heyecan ve korku ile yüreği parçalanan genç karım.”

“O nerede?”

“Dwolding’te, yirmi mil uzakta.”

“Dwolding’te,” diye yankıladı düşünceli düşünceli. “Evet, mesafenin yirmi mil olduğu doğrudur,- ama… gerçekten de önümüzdeki yedi-sekiz saati burada geçiremeyecek kadar kaygılı mısınız?”

“Evet, öyle kaygılıyım ki, şu an bir at ile rehber için on gine verirdim.”

“Dileğiniz çok daha ucuza yerine getirilebilir,” dedi gülümseyerek. “Kuzeyden gelen ve Dwolding’te atlarını değiştiren posta arabası buranın beş mil uzağından geçer, yaklaşık bir saat on beş dakika sonra belli bir kavşakta olacak. Eğer Jacob size kır boyunca eşlik eder de eski posta arabası yoluna çıkarırsa, sanırım yolun yenisiyle kesiştiği yeri bulabilirsiniz?”

“Kolaylıkla ve memnuniyetle.”

Adam tekrar gülümsedi, zili çaldı, yaşlı uşağa emir verdi. Sonra kimyasal maddeleri sakladığı dolaptan bir viski şişesiyle şarap kadehi aldı, konuştu:

“Kar tabakası kalın, bu gece kırda yol almak güç olacaktır. Yola çıkmadan önce bir bardak usquebaugh’ya (Bir cins İrlanda viskisi) ne dersiniz?”

İçkiyi reddetmeye kalktım ama ısrar etti, ben de içtim. İçki, gırtlağımdan aşağı sanki sıvı bir ateşmişçesine indi ve neredeyse nefessiz kaldım.

“Serttir,” dedi,- “ama içinizi sıcak tutar. Artık boşa geçirecek vaktiniz yok. İyi geceler!”

Ona konukseverliği için teşekkür ettim, daha ben sözümü bitirmeden arkasını dönmeseydi elini de sıkacaktım. Sonra, salon boyunca yürüdüm, Jacob arkamdan dış kapıyı kilitledi ve uçsuz bucaksız beyaz kırlardaydık. Rüzgâr dinmiş de olsa havada hâlâ acı bir soğuk vardı. Üzerimizdeki kara gökkubbede tek bir yıldız bile ışıldamıyordu. Ayaklarımızın altında hızla çıtırdayan kar dışında gecenin ağır durgunluğunu bozacak hiçbir şey yoktu. Bu görevi pek de canı gönülden karşılamayan Jacob, elinde feneri, ardında gölgesi, ayaklarını sürüye sürüye yürüyordu. Ben de silahım omzumda, çene çalmaya en az onun kadar isteksiz, peşi sıra geliyordum. Aklımda ev sahibim vardı. Sesi hâlâ kulaklarımda çınlıyordu. Hayal gücüm hâlâ onun güzel sözlerinin tutsağıydı. Fazlasıyla endişeli zihnimin bütün o tümceleri, sözleri, sayısız canlı imgeyi ve görkemli muhakemeyi, tam onun ağzından çıktığı şekliyle bugün bile anımsamasına hayret ederim. İşittiklerim üzerine kafa yorup, yer yer eksik kalan halkaları tamamlamaya çabalarken, dalgınca, gözüm dünyayı görmeden rehberimin adımlarını takip ediyordum. Jacob şimdi -bana sadece birkaç dakika geçmiş gibi geliyordu— aniden durmuştu ve bana döndü:

“İşte yolun orada. Taş duvar sağında kalsın, yolu şaşırmazsın.”

“Öyleyse bu, eski araba yolu?”

“Ya, eski araba yolu.”

“Peki kavşağa varmadan önce ne kadar yolum var?”

“Neredeyse üç mil.”

Cüzdanımı çıkarınca birden dili çözülüverdi..

“Yol yaya yürüyenler için rahattır,” dedi, “ama kuzeyden gelip giden at arabaları için fazlaca dik ve dardır. İşaret levhasına yakın, korkulukların kırılmış olduğu yeri göreceksin. Kazadan beri hiç tamir edilmedi.”

“Ne kazası?”

“Eh, gece posta arabası dosdoğru aşağıdaki vadiye uçtu -rahat bir yirmi metre ve dahası— koca ilçedeki en kötü yolda.”

“Korkunç! Kaç kişi öldü?”

“Hepsi. Dördü ölü bulundu, diğer ikisi de ertesi sabaha çıkmadılar.”

“Ne kadar önce olmuştu bu olay?”

“Tam dokuz yıl.”

“İşaret levhasının yanı mı demiştin? Aklımdan çıkarmam. İyi geceler.”

“İyi geceler beyefendi ve de teşekkürler.”

Jacob yarım altını cebine indirdi, eliyle şapkasına dokunurmuş gibi yaptı ve ağır adımlarla, geldiği yolu gerisin geri döndü.

Fenerinin ışığı bütünüyle kayboluncaya değin bekledim, sonra kendi yolumu tuttum. Üzerime çöken zifiri karanlığa rağmen işin en ufak bir güçlüğü bile kalmamıştı, taş duvarın kenarları karların ölgün pırıltısında gayet rahat seçiliyordu. İşitecek sadece kendi ayak seslerim varken ne kadar da sessiz geliyordu çevre,- ne kadar sessiz ve yalnız! İçimi nahoş bir yalnızlık duygusu bürümüştü. Hızımı arttırdım. Mırıldanarak bir şarkı tutturdum. Kafamda koca koca rakamları topladım ve bileşik faiz hesapları yaptım. Lafın kısası, az öncesine kadar dinlemiş olduğum o ürpertici spekülasyonları aklımdan çıkarmak için elimden geleni denedim, bir nebze başarılı da oldum buna.

Bu sırada, gece havası gitgide soğumuştu ve ne kadar hızlı yürürsem yürüyeyim kendimi sıcak tutamıyordum. Ayakların buz kesmişti. Ellerim hissizleşmişti ve silahımı mekanik bir şekilde kavramıştım. Nefes alışım bile güçleşmişti, sanki sakin bir kuzey yolunda yürüyor gibi değil de devasa Alpler’in zirvelerine tırmanıyor gibiydim. Bu son belirti az sonra öyle ızdırap verici bir hal almıştı ki, birkaç dakika mola verip sırtımı taş duvara yaslamaya mecbur kaldım. Bunu yaparken tesadüfen arkamı dönüp yola baktım ve uzaktan, adeta yaklaşan bir fenerin parıltısını andıran, belirsiz, ışıklı bir nokta gördüm,- yüreğime su serpildi. İlk başta bunu Jacob’un ayak izlerimi takiben beni izlediğine yordum,- ama ben daha bu tahmini yürütürken bile ikinci bir ışık belirivermişti… besbelli ilkiyle paralel konumda, aynı hızda yaklaşan bir ışıktı bu. Bir at arabasının terkedildiği ve tehlikeli olduğu iddia edilen bir yolu kullanması garip de görünse, bunların şahsi bir taşıta ait olduğunu anlamak için ikinci kez düşünmem gerekmedi.

Bununla birlikte hakikatten şüphe edilemezdi, çünkü ışıklar her geçen saniye büyüyor ve parlaklaşıyorlardı, hatta ışıkların arasından arabanın karanlık siluetini seçebildiğimi sandım. Çok hızlı ve sessizce yaklaşıyordu, tekerleklerinin altındaki kar neredeyse otuz santimdi.

Arabanın gövdesi artık fenerlerinin ardında rahatlıkla görülebilir olmuştu. Alışılmadık şekilde yüksek görünüyordu. İçime ansızın bir şüphe düştü. Karanlıkta işaret levhasını görmeden kavşağı geçmiş olmam mümkün müydü? Bu da benim beklemekte olduğum arabanın ta kendisi miydi?

Bu soruyu kendime ikinci kez sormama gerek kalmadı, çünkü araba dönemeci almıştı, muhafız, sürücü, dışarıdaki bir yolcu ve üzerlerinden buğu yükselen dört kır atın tümü de, hafif aydınlık bir pusla sarmalanmışlardı. Arabanın fenerleri bu pusta bir çift ateşli göktaşı gibi ışık saçıyordu.

İleri atıldım, şapkamı salladım, bağırdım. Posta arabası olanca hızıyla geldi ve yanımdan geçiverdi. Görülmediğim, işitilmediğim korkusuna kapıldım, ama bu yalnızca bir an sürdü. Sürücü arabayı durdurdu, pelerinini ve yün atkısını gözüne kadar çekmiş olan muhafız belli ki o gürültüde derin bir uykuya dalmıştı, ne çağrıma cevap verdi, ne de inmek için en küçük bir çaba sarfetti,- dışarıdaki yolcu başını çevirmeye bile tenezzül etmedi. Kapıyı kendim açıp içeri baktım. Arabada sadece üç yolcu vardı, böylelikle ben de bindim,- kapıyı çektim, boş köşeye yerleştim ve talihimden dolayı kendi kendimi kutladım.

Arabanın içi sanki dışarıdan bile soğuk gibiydi ve her yere son derece rutubetli, nahoş bir koku hakimdi. Diğer yolculara bir göz gezdirdim. Tümü de erkekti ve ağızlarını bıçak açmıyordu. Uyuyormuş gibi gözükmüyorlardı, ama her biri sanki kendi düşüncelerine gömülmüşçesine köşesine çekilmişti. Bir sohbet konusu açmaya kalktım.

“Bu gece hava ne kadar da soğuk,” dedim çaprazımdaki yolcuya hitap ederek.

Başını kaldırıp bana baktı ama yanıt vermedi.

“Kış,” diye ekledim, “olanca şiddetiyle başlamışa benziyor.”

Adamın oturduğu köşe o kadar loştu ki, yüz hatlarını açık seçik göremiyordum,- bununla birlikte gözlerinin hâlâ üzerimde olduğunun farkındaydım. Yine de tek kelime etmedi.

Başka zaman olsa biraz öfkelenir, belki de bu öfkemi dile getirirdim, ama şu anda kendimi ikisini de yapamayacak denli bitkin hissediyordum. Gecenin buz gibi soğuğu iliklerime kadar işlemişti ve at arabasının içindeki tuhaf koku, dayanılmaz ölçüde bulandırıyordu midemi. Tepeden tırnağa titredim ve solumdaki yolcuya dönüp bir pencere açmaya itirazı olup olmayacağını sordum.

Ne konuştu, ne de kıpırdadı.

Soruyu biraz daha yüksek sesle tekrarladım, ama sonuç yine aynı oldu. Sonra sabrım taştı, pencereyi aşağı indirdim. Bunu yaparken deri kayış elimde kaldı ve camın bariz biçimde yılların biriktirdiği küfle kaplı olduğu gözüme çarptı. Böylece dikkatimi arabanın durumuna verdim, daha dikkatlice inceledim ve dışarıdaki fenerlerin güvenilmez ışığında, onun dökülmekte olduğunu gördüm. Arabanın her bir parçası tamir gerektirecek halde olmak şöyle dursun, çürümeye yüz tutmuştu. Pencere tahtaları dokunulduğunda parçalarına ayrılıyordu. Deri akşamın üzeri küf kaplıydı ve kelimenin tam anlamıyla bozulmuş, ahşaptan ayrılmıştı. Zemin neredeyse ayağımın altında ufalanıyordu. Kısacası, tüm araba nemden çürümüş haldeydi, belli ki yıllardan beri bir köşeye atılmış durduğu depodan bir iki
günlüğüne sefere çıkarılmıştı.

Henüz hitap etmemiş olduğum üçüncü yolcuya döndüm ve bir yorumda daha bulundum.

“Bu araba,” dedim, “acınacak durumda. Her zamanki posta arabası tamirdedir herhalde?”

Başını ağır ağır bana çevirdi ve tek laf etmeksizin yüzüme baktı. Ömrüm olduğu sürece o bakışı asla unutmayacağım. O bakışla kalbim buz kesti. Şimdi hatırıma getirdikçe bile kalbim buz kesiyor. Gözleri, doğal olmayan ateşli bir ışıltıyla parlıyordu. Yüzü bir cesedinki gibi mosmordu. Kansız dudakları sanki ölümün ızdırabıyla gerilmişti ve pırıldayan dişler serilmişti ortaya.

Söylemek üzere olduğum kelimeler dudaklarımda dondu kaldı ve tuhaf, ürpertici bir korku beni pençesine aldı. O ana kadar gözlerim arabanın karanlığına alışmıştı ve ortalığı şöyle böyle görebiliyordum. Çaprazımdaki komşuma döndüm. O da bana yüzünde aynı irkilten solgunlukla bakıyordu ve gözünde aynı zalim pırıltı vardı. Elimi alnıma götürdüm. Yanımda oturan yolcuya çevirdim başımı ve… ah, Tanrım! Gördüğüm şeyi nasıl tarif edebilirim ki? Yaşayan biri değildi gördüğüm… hiçbiri benim gibi canlı değildi! Korkunç yüzlerinde,- mezarın çiyleriyle nemlenmiş saçlarında,- çamur içindeki lime lime dökülen kıyafetlerinde,- çoktandır gömülü cesetlerinkine benzeyen ellerinde, ölgün, fosforlu bir ışık, çürümüşlüğün ışığı oynaşıyordu. Bir tek gözleri, o korkunç gözleriydi canlı olan ve hepsi de tehdit edercesine dikilmişti bana!

Kendimi kapıya atıp boş yere açmaya uğraşırken, dudaklarımdan dehşet dolu bir feryat; imdat ve merhamet dileyen anlaşılmaz bir
vahşi çığlık yükseldi.

O anda tıpkı yazın çakan şimşeğin ışığında görünen bir manzara gibi kısa ve canlı şekilde, ayın fırtına bulutlarının arasındaki bir gedikten parladığını gördüm… o korkunç işaret levhası yol kenarında uyarı dolu parmağını kaldırmıştı… kırık korkuluklar… şaha kalkan atlar… aşağıdaki karanlık uçurum. Sonra at arabası denizdeki bir gemi gibi sallandı. Peşinden büyük bir çarpışma… ezici bir acı hissi… ve ardından, karanlık.

Bir sabah derin uykudan uyanıp da karımı başucumda beni izlerken bulduğumda aradan sanki yıllar geçmiş gibiydi. Ardından yaşananları geçip, size birkaç kelimeyle, onun şükran dolu gözyaşlarıyla bana anlatmış olduğu hikayeyi aktaracağım. Eski araba yoluyla yenisinin birleştiği kavşağa yakın bir yerde bir uçurumdan aşağı düşmüşüm ve mutlak ölümden, rüzgârın aşağıdaki kayaların eteğinde biriktirdiği kalın kar tabakasına çarparak kurtulmuşum. Şafak sökerken bir çift çoban beni bu kar kümesinin üzerinde görmüş ve en yakındaki sığınacak yere taşıyıp yardımıma bir cerrah çağırmışlar. Cerrah beni kırık bir kol ve kafatasımda bir çatlak ile çılgınlığın eşiğinde bulmuş. Cep defterimde adım ve adresim olduğundan, bana bakıcılık etmesi için eşim çağrılmış, gençlik ve güçlü bir bünye sayesinde en sonunda tehlikeyi atlatmışım. Söylemem gereksiz, ama düştüğüm yer tam olarak, dokuz sene önce posta arabasının başına korkunç bir kazanın geldiği o yermiş.

Az önce size anlatmış olduğum korku dolu olaylardan karıma asla bahsetmedim. Tüm bunları benimle ilgilenen cerraha anlattım ama o, macerama sadece yüksek ateşin yarattığı bir hayal gözüyle baktı. Ta ki artık bu konudan keyifle bahsedemediğimizi farkedinceye kadar, tekrar tekrar tartıştık, sonra bir kenara bıraktık. Başkaları hangi sonuca varırlarsa varsınlar… ben yirmi yıl önce, o Hayalet Posta Arabasının dördüncü yolcusu olduğumu biliyorum.

Amelia Ann Blanford Edwards

Exit mobile version