Gören Gözler
Sabah kalktığında, güneşin doğacağı yöne biraz yürüyüp, beklemeye başladı. Güneş gerçekten de tarif edilen yerden doğmaya başlamıştı. Güneşin, doğacağı yeri şaşırmayışına hayret etti. Elinde tuttuğu takvim yaprağında güneşin doğuş saati 05.30 olarak yazıyordu. Saat de 05.30 ‘ u gösteriyordu. Ve güneş her zamanki gibi, yine randevu yerine ve zamanına sâdık kalmıştı…..
Elindeki takvimi biraz daha inceleyince, yılın 180. gününde ve 6. ayında olduğunu görmüştü. Bu rakamlar, dünyanın güneş etrafında yaptığı hareketin bir neticesi olmalıydı… Dünyanın; bu hareketi yaparken hiç durmaması, diğer gezegenlere çarpmayışı, yörüngesinden sapmayışı da insanı düşünceye sevk ediyordu ….
İnsanlar, günü; sabah, öğle, ikindi, akşam diye vakitlere ayırmıştı. Bu sınıflama, güneşin gökyüzünde geldiği yere göre yapılmıştı. Meselâ, öğle vakti güneş tam tepede oluyordu. Bütün bunlar güneşin, vakitlerin bilinmesi için bir hesap aracı olduğunu gösteriyordu. Mevsimler de yine dünyanın güneş etrafındaki dönüşü ve dünya ekseninin eğik olmasıyla ilgiliydi. Mevsimler olmasaydı hayat ne kadar sıkıcı olurdu …
Güneş doğmadan önce, her yer karanlıktı. Güneşin doğuşuyla her yer aydınlanıyordu. Güneş sanki, gökyüzüne asılmış parıldayan bir lamba gibi, aydınlatma görevini yapıyordu. Gönderdiği ışık insanların gözünü yormuyordu, ışık gücü ayarlanmıştı. Yeşil bitkiler de, gün ışığı olmadan fotosentez yapamazdı. Yapamayınca da, ne bitkiler, ne hayvanlar, ne de bunlarla beslenen insanlar yaşayabilirdi .
Gecenin serinliği, güneşin ısıtan ışınlarıyla birlikte yerini sıcak bir havaya bırakıyordu. Bu ısı kaynağı, ne tükeniyor, ne de bir yakıt yardımı bekliyordu… Üstelik hem aydınlatma, hem de ısıtma bedeli olarak bir ücret istemiyordu. Aklına, Elektrik Kurumu ve Doğal Gaz Kurumu gelmişti. Nasıl da 1 ay sonra faturayı yollayıp, ücretlerini istiyorlardı. Ya güneşi bizim hizmetimize veren, bizden ne yapmamızı istiyordu ?….
Üsâme, Hamza‘ yı donattığı sofraya kahvaltıya çağırıyordu. Hamza, “ Hangi sofraya oturduysam rızkı veren Allah‘ tı ” diye içinden geçirdi. Sütü tadına vara vara içerken, “ farkında olmadan ot yiyip su içiyoruz ” diye düşündü. Garipti doğrusu; inek, koyun, manda gibi hayvanlar yeşil ot yiyip su içerek bu tertemiz, içimi kolay, tadı ve rengi ota benzemeyen sütü vermişlerdi. Bu süt, hayvanın karnındaki yarı sindirilmiş gıda ile kanı arasından süzülerek çıkıyor, insana faydalı maddeleri barındırıyordu. Sanki inek bir dönüşüm fabrikasıydı, hem de maliyeti ve işletme masrafı düşük bir fabrika.
Yediği bal, balarısı dediğimiz küçücük bir böceğin marifetiydi. Balarısı; dağlardan, ağaçlardan ve çardaklardan kendine ev edinmişti. Her çeşit meyveden yiyip, karnından insanlar için şifalı, çeşitli renklerde bal veriyordu. Kim bilir kaç tane arı, kaç çiçeğe uçuş yaparak bu balı yapmıştı ve bize takdim etmişti?
Karnındaki tatlı ve faydalı bala, yine karnındaki zararlı zehirin karışmayışı da ilginçti. Arının o küçücük kafasında sanki bal yapma ve zehir üretme programı vardı….
Kurban Bayramından kalan kavurmayı yerken, sütünden faydalandığımız hayvanların aynı zamanda etinden de faydalandığımız aklına geldi. “Bu uysal hayvanların yerine ya yırtıcı olan aslan veya kaplanı kesmek durumunda kalsaydık ne kadar zor olurdu” diye düşündü. Hayvan sürülerinin otlağa giderken ve dönerken izlenmesi de hoş oluyordu.
Yattığı yatağı toplarken, içindeki elyafın koyun yünü olduğunu gördü. Hayvanların yününden, kılından soğuğa karşı korunmak için faydalanmamız da ayrı bir ikramdı. Giydiği terliğin derisi, hatta köselesi yine bir hayvandan elde edilmişti. Kısacası hayvanların hiçbir parçası israf olmuyor, bir işe yarıyordu.
Kardeş , komşu köye gitmek için at hazırlamıştı. At sırtında giderken, atın ne kadar uysal olduğunu düşünüyordu. Şehirde at arabası ile yük taşındığını da hatırladı. Dağlık ve kayalık yerlerde eşek ve katırın; sıcak, susuz çöl ortamında deve gibi hayvanların yük taşımada, yolculuk yapılmasında önemi çok büyüktü doğrusu …..
Hayvanların renklerinin farklı farklı olması göz ve gönlümüze zevk veriyordu. Her hayvan kendi yiyeceğini biliyor ve bir şekilde o rızkına ulaşıyordu.
Gittikleri köyde, insanlar çiftçilikle geçiniyordu. Bir çiftçi toprağı yarıyor, içine tohum serpiyordu . Bu tohum, daha sonra parçalanıp, çürüyüp, yeşerecekti. Ölü olan tohumdan, çekirdekten, diri ola bir bitkinin, ağacın çıkması ne muhteşem bir olaydı. Neden bir ağaç kabuğu, bir plastik aynı işi yapamıyordu? Küçücük tohum, koskoca bir ağacın programını, şifresini taşıyabiliyordu. Toprak ta tohumu yeşertecek bir yapıdaydı.
Çiftçi, toprağı sulamak için kanallar açmış, 30 metre derinliğindeki kuyudan çıkardığı suyu kullanıyordu. Yerin altı sanki dev bir su deposuydu. İnsanların suyu biriktirecek böyle bir depoyu yapması hem çok masraflı olurdu, hem de teknik olarak imkânsızdı.
Traktörle toprağı süren çiftçi, yine topraktan çıkan petrolün yan ürünü olan mazotla traktörün deposunu dolduruyordu. Traktör; demir parçalarından, bakır tellerden, kurşun plakalı aküden, petrol türevi plastik parçalardan oluşuyordu. Tüm bunlar; süs eşyası yapılan altın ve elmas da dahil olmak üzere hepsi topraktan çıkıyordu.
Kupkuru, ölü gibi olan toprak, gökten inen suyla kabarıp yeşeriyor, âdeta diriliyordu. Bahar mevsiminde kupkuru bir odun parçasının yeşerip meyve vermesi de bir diriliş örneğiydi. İnsanların ölümden sonraki dirilişi de böyle olmalıydı….
Çiçekler, ağaçlar, bahçeler, otlar yeryüzünü süsleyen bir güzellik unsuruydu. Aynı suyla sulandıkları halde, birbirine komşu topraklarda yetişen meyvelerin, sebzelerin tadları, kokuları, renkleri, şekilleri farklı farklı oluyordu. Yemyeşil ağaçtan yakacak elde etmemiz de, ateşin varlığı da bizim için büyük birer nimetti.
Yeryüzü; insanların yaşamasına, rızık elde etmesine, istirahat etmesine müsait bir şekilde olup, yayılmış bir döşek gibiydi. Uzay araştırmalarında dünyamız gibi havası, suyu, toprağı, sıcaklığı, bitki örtüsü insanların yaşamasına elverişli olan başka bir gezegene rastlanamamıştı. Bu da, dünyamızın insanlar için hazırlandığını gösteriyordu.
Hava ısındıkça serinleme ihtiyacı hisseden Hamza ve Üsâme, orman ve denizin bir arada olduğu sahile doğru yol aldılar. Dağların üzerinde türlü renklerde yollar vardı. Bir ağacın gölgesinde dinlendiler. Güneşin yerine bağlı olarak gölge de zamanla yer değiştiriyor, uzayıp kısalıyordu.
Biraz daha gittiklerinde denizin uçsuz bucaksız, masmavi görüntüsüyle karşılaştılar. Bir balıkçının oltasındaki canlı, taptaze balıklar görülmeye değerdi doğrusu. İyi ki balıklar, biz insanlar gibi zeki yaratıklar değillerdi. Deniz, sanki büyük ve masrafsız bir saklama dolabı gibiydi. Her türlü canlıyı taptaze barındırıyor, insanların süs eşyası yaptıkları inci ve mercanı da hediye gibi veriyordu. Dağ gibi gemilerin denizi yara yara hareket etmesine, üzerinde yolcu ve yük taşınmasına, rızık aranmasına, rüzgârın itmesiyle yol alan yelkenlileri yüzdürmesine kim izin veriyordu acaba? Bir geminin bacasından çıkan duman rüzgârla dağılıyordu. Ya rüzgâr olmasaydı da kirli hava her tarafı kaplasaydı?
Hamza ve Üsâme denize girerek serinlediler, yıkandılar, oksijen dolu havasını ciğerlerine doldurdular. Denizlerdeki buharlaşma, bulutların oluşmasında da önemli rol oynuyordu. Fakat deniz buharlaşıp da bitmediği gibi, nehirlerle de besleniyordu …
Denizden çıktıklarında, rüzgâr püfür püfür eserek serinlik veriyordu. Rüzgâr, aynı zamanda bitki tohumlarını taşıyıp, onların üremelerine yardımcı oluyordu.
Rüzgâr şiddetini biraz daha artırmaya başlamış, hava da kararmaya yüz tutmuştu. Herhalde bu rüzgâr, rahmet olan yağmurun bir müjdecisiydi. Gökyüzünde bulutlar harekete geçmişlerdi. Rüzgâr nasıl da tonlarca ağırlıktaki bulutları kaldırıp, yükleniyor, sürüyor, bir araya getirip üst üste yığıyordu? Bu kadar ağırlık nasıl da yerle gök arasında duruyordu? Bulutlar zamanı gelince, yağmur yükünü boşaltmaya başlamıştı. Oysa 5 dakika önceki bulut yine aynı buluttu. Demek ki rüzgârın, bulutları da aşılama görevi vardı. Yağmur damlaları insanları, nazik yaprakları incitmeyecek büyüklükte ve hızda yağıyordu. Halbuki yüzlerce metre mesafeden düşen damlaların çok yüksek bir hıza ulaşması gerekirdi… Ya tonlarca ağırlık birden boşalsaydı. Yağmuru; ihtiyacımız olan meyveler, sebzeler, hububat, ağaçlar, hayvanlar ve nihayet insanlar bekliyorlardı.
Yağmurun yaptığı görevleri bizim 1 günlüğüne yapmamız istenseydi veya sadece onu buluttan indirmemiz istenseydi, kesinlikle bunları yapamazdık diye düşündü Hamza.
Yağmur suyu; nehir, göl, pınar, kuyu olarak yer üstünde ve altında birikiyordu. Toprağın yapısı biriktirmeye elverişli olmasaydı, insanlar bu suları nerede ve nasıl biriktirebilirdi ki? Suyumuz yerin dibine çekilse bize kim bol su verebilirdi ki ?
Hamza gökten inen suyun tadına baktığında tatlı ve tertemiz olduğunu gördü. Ya tuzlu olarak inseydi; bitkiler çürür, toprak verimsiz olur, hayvanlar faydalanamaz, insanlar da birçok masrafla arıtma tesisi kurardı herhalde. Gökten inen su, yeryüzünün ihtiyacına göre bazen yağmur, bazen kar, bazen kırağı, bazen dolu şeklinde iniyordu. İnen yağış miktarının toplam olarak da hep aynı miktarda olduğu tesbit edilmişti. Üstelik yağmur sadece bir yere yağmıyor, yeryüzüne dağılıyordu.
Yağmur bitince bir renk cümbüşü içinde, yay gibi düzgün gökkuşağı ortaya çıkmıştı. Hamza, gökyüzüne bir baktı, tekrar yine baktı, hiçbir çatlak ve yarık göremiyordu. Gökyüzü; bir binanın tavanı gibi dünyayı göktaşlarından, zararlı ışınlardan, manyetik dalgalardan, gürültülerden, uzayın soğuğundan koruyacak şekilde 7 farklı tabakadan oluşuyordu.
Hamza gökyüzüne baktığında, onun direksiz olarak yükseltildiğini de fark etmiş, gökyüzünün yerin üzerine düşmeyişine hayret etmişti. Küçük bir gecekonduda bile direk veya kolon kullanılıyorken ….
Kuşların kanat çırparak boşlukta uçtuklarını görünce, “ bunları boşlukta tutan güç nedir, havaya kaldırma kuvvetini, hava direncini kim verdi? ” diye Hamza‘ nın aklına çeşitli sorular geliyordu.
Vakit akşam oluyor, güneş batı yönünden yavaş yavaş kayboluyordu. Bir bayrak yarışı gibi yerini hilâl şeklindeki aya bırakıyordu. Hilal, Hicri aylardan olan Recep ayının başı olduğunu da haber veriyordu.
Müslümanlar Ramazan Oruçlarını, Bayramlarını, Hac İbadetlerini hep gökteki ayın konumuna göre ayarlıyorlardı. Ay da tıpkı güneş gibi bir vakit hesaplama aracıydı. Ayın ışığı kendinden değildi; güneşten alıyordu. Ayın dünya etrafındaki dönüşü hep aynı yörüngede olup, sapmıyor, kesintiye uğramıyordu.
1 saat kadar önce ortalık aydınlık ve gündüzdü. Gündüz; çalışıp geçim temin etmek için aydınlıktı. İnsanın beden ve ruh sağlığı için en uygun çalışma zamanı gündüzdü. Gündüzün ardından hemen gece geliyordu, arada hiç kesinti olmadan, birbirine karışmadan, birbirini izliyordu. Biri varken, diğeri olmuyordu.
Yazın gündüzün süresi uzun iken, kışın da gecenin süresi uzun oluyordu. Bu da sürekli ve düzenli gerçekleşiyordu. Gecenin karanlığı üzerimize sürekli çökse idi, gündüzün aydınlığını Allah ‘ tan başka hangi kudret getirebilirdi ki? Gece ise uyuyup dinlenmek için en uygun vakitti. Ya sürekli gündüz olsaydı, dinleneceğimiz geceyi kim getirirdi ki ?
Gökyüzü pırıl pırıl göz kırpan yıldızlarla kaplanmıştı. Yıldızlar gökyüzünü süsleyen bir ziynet gibiydi. İçlerinde daha parlak bir yıldız vardı. Bu yıldız, karada ve denizde yolculuk yapanların yön bulmakta kullandıkları yıldız olmalıydı.
Hamza, ablası Ayşenur ‘ un ellerinde büyümüştü. Onun yaşlandığını düşünürken, kendi küçüklüğü aklına geldi.Önceden bahse değer bir şey değildi, adı bile yoktu. Hoşlanılmayan ve atılan bir damla su‘ dan en güzel şekilde yaratılmıştı. Annesinin karnındayken hiçbir şey bilmiyordu. Sonra; işiten, gören, konuşan, düşünen, irade ve gönül sahibi bir varlık oluvermişti. Vücuduna uygun, ruhuna uygun, her an taze ve sıcak sütü hazırda bekleyen bir anne ile karşılaştı. Bilmedikleri ve kalemle yazma öğretildi. Siyah, sarı, kızıl, beyaz renkli insanların, ayrıca birbirinden farklı yüzlerce lisanı konuşması da ibret alınacak bir olaydı. Bir et parçası olan dile yüzlerce lisanı konuşma kabiliyeti nasıl verilmişti ki?
Zayıf olarak yaratılmış, sonra güçlenmiş, sonra yeniden güçsüzleşip ihtiyarlayacak, yani yaratılışı tersine çevrilecekti. Ömür verilmişse tabii ki… Sonra da, topraktan yaratılan, topraktan beslenen beden yine toprağa dönecekti….
Bütün bu olaylardan Hamza şu neticeleri çıkarmıştı:
1-Kâinatta her şey mükemmel bir düzen ve uyum içindeydi.
2-Tesadüfe kesinlikle yer yoktu. Her şey bir kanunla hareket ediyordu.
3-Hiçbir şey boş yere yaratılmamıştı. Hiçbir şey israf olmuyor, faydalı bir şeye dönüşüyordu.
4-Bir yerde düzen, kanun varsa; orada bir düzenleyen, bir kanun koyucu olmalıydı.
5-Yer ve gökte olan her şey; insana hizmet etmesi için yaratılmıştı.
6-İnsan da bu Kâinatın Sahibinin istekleri doğrultusunda yaşarsa, bu hizmetlerin şükrünü ödemiş olurdu.
7-Koca kâinatı idare eden Allah, insanın idaresini başka ellere bırakmazdı.
8-İnsanları, uçsuz bucaksız gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah‘ın, insanları yeniden yaratabilmesi elbette ki mümkündü ve olacaktı.