Eczacı Cimriye
Kediler açlıktan kırılmış vaziyette ardiyenin önünde yatıyorlardı. Cimriye yavaşça uyandı. Gece geç saatlere kadar çalışmış ama yine de dünyayı ele geçirememişti. Rakibi Ergün’le birlikte yarışa girmişler yorgunluktan kim daha önce geberecek diye ant içmişlerdi. Kedileri doyurdu. Günlerden Pazar… Nöbette yok… Bugün ne yapsa da mal üstüne mal istiflese acaba? Bakındı durdu, yaşı da baya vardı. Ne çocuk ne eş ne de bir aile vardı. Kedilerle akraba olmuş, kalbine pintilik dolmuş, kilometre teli dahi kopmuştu Cimriye’ nin. Hafta içi gelse de eczaneyi açsa, paraları deste deste saysa diye bakınıyordu. Kurumuş bir hayvan kafasına doluşmuş sinekler gibi dolanıyordu ortalıkta. Eczacı Ergün ondan aşağı kalır değildi. Suratsız çalışanları, kendisi gibi iticiydi Kimseye bir çay söylemez, bir yemek bile ısmarlamazdı. Aklı fikri kapıdan giren hastalardaydı. Cimriye’ nin yanında dört çalışan vardı. Bunlar sessiz sakin kimselerdi. Onun paragöz hareketlerine alışmışlardı. Öyle ki parası olmayıp ilaç alan fukaraların isimlerini ve telefon numaralarını duvardaki panoya asmaktan utanmazdı. Böyle huyları vardı. Huylarının yanında iki dükkân iki de daire satın almıştı. Mal hırsı onu yiyip bitirecekti ama zaman vardı. Dairelerine kiracı bile gelip oturmadı. Kadın o kadar itici o kadar sevimsizdi ki pis bir enerji yayıyordu. Ara sıra kendisine benzeyen meslektaşı Ergün’le şehir dışına iş toplantılarına giderlerdi. Çok satış yaptıkları için ilaç firmaları bu iki pintiye yemek ısmarlardı. Bir hafta sonu Cimriye’nin telefonu çaldı. Arayan İstanbul’un alanında lider ilaç firmalarından birinin müşteri temsilcisiydi. Yemek daveti vardı. Cimriye Ergün’e müjdeyi verdi. Kimselere duyurmadan yola çıkıp pintiliklerini pekiştireceklerdi. Şeytan bu iki adi insanın göğsüne öyle bir oturmuştu ki akıllarına yanlarındaki çalışanları da o yemeğe götürmek gelmiyordu. Gelse de götürürler miydi? Masraf olurdu çünkü.
Çaktırmadan arabaya bindiler. Cimriye, az yakan mini otomobilinin marşına bastı. Ergün denen şahıs sohbete başladı. Şükretmeyi unutmuş iki hain kazanamadıkları mallara dert yanıyorlardı. Artık otobandaydılar. Araç iyice hızlandı. Dilovası bölgesine yaklaşıyorlardı. O civarda fabrika pek fazla olduğundan bazen asfalt üstüne kimyasal maddeler yağıyor fakat gözle görülmüyordu. Bizim iki pinti muhabbetin dibine inmişlerdi. Kaygan bölgeye yaklaştılar. Araba kontrolden bir çıktı, metal bariyerlere öyle bir vurdu ki motor kısmından kopan parçalar diğer arabaların üzerine düştü. Cimriye ve Ergün parçalanmış arabanın içinde sıkışıp kaldılar. Diğer araçların sürücüleri ambulans çağırdı çağırmasına ama artık ne doktor ne hemşire onları kurtaramazdı. İşleri bitmişti. Cenazeleri morga kaldırıldı. Ölüm evrakları düzenlendi, ikisi de defnedildi. Sıra sevip kazandıkları, uğruna deli divane oldukları mallara geldi. Devlet her ikisinin de tüm servetine el koydu. Ne bir akraba ne bir varis vardı ikisinde de. Yemekten korktukları o mallar yemekten zevk alanların eline geçmişti artık. Bu sıralı sistem dünyada mal biriktirip yiyemeyenlerin malını usulüne uygun yollardan birileri öyle güzel yiyordu ki aman nazar değmesin. Bu iki pinti ruh olup uçtuktan sonra Mevla onlara iki saatliğine izin vermiş olsaydı, arkalarından dönen fırıldakları gördükten sonra hüzünlenip tekrar ölürlerdi. Hatta ikinci kez terk ettikleri dünyaya muhteşem bir çığlık atarlardı. O çığlığın sesi, sesin harfe dönüşmüş şekli şu olurdu.
Kazandık yiyemedik, sen de al diyemedik
Biriken bu mallardan biz hayır göremedik
Bir kaza sonucunda bu dünyadan göç ettik
Adlarımız yanlışmış meğer iki pintiydik
* * *
Parçalandı döküldü bedenimiz yerlere
İbret olsun halimiz konuya ve derslere
Mahşerde bakamayız merhametli yüzlere
Okudukça ağlayın halimize bizlere
Geriye kalan mallar hakikaten paramparça edildi. Hak yerini buldu. Verilmeyen zekâtlar, fitreler, hayırlar, ihsanlar tek celsede alındı. Cimriye ve Ergün’e dua edecek, hatta bir Fatiha dahi okuyacak kimse kalmadı.
Sinan KORKMAZ