Çok Güzel Bir Hikaye Daha; “Silewro Etkisi”

Çok Güzel Bir Hikaye Daha; “Silewro Etkisi”

Başlangıç

Evren, galaxy ve uzay bilemeyeceğimiz kadar büyük ve gizemlerle dolu. Ama bu kadar büyük olan bir uzayda nasıl olur da “insan” yalnız olduğunu düşünüp kendini yüceltebilir?, garip. Oysa insanlar tarihin başlangıcından beri hep dış uzaydan bir çok gezegenden varlıklarca ziyaret edilmişlerdir. Tabi ki ne amaçla geldikleri veya ne kadar süre kaldıkları, hatta hala burada aramızda yaşamadıkları tam bir muammadır. Ne kadarı doğru bilinmez ama bazı insanlar uzaylılar tarafından kaçırıldıklarını bile iddia etmişlerdir. İşte bu hikayede tam olarak böyle bir kaçırılma söz konusu olacaktır, fakat bu hikayede geri döndürülme yoktur veya rastgele inceleme amaçlı alınmış bir denek değildir.

Her şey hatalı bir yaradılış sebebi ile başlamıştır. Yedi koruyucu Samila, Mahe, Jüsa, Sai, Kalaku, Kisa ve aralarında en yaşlı ve kudretli olan Arma, uzayın çok uzak bir çok noktalarındaki farklı farklı güneşlerin zamanını doldurup yok olmadan önce, ateşle kaplı gezegenin merkezinde doğmayı bekleyen varlıklardı, sadece tekrardan güneşe dönüştüklerinde, ki bunun için 50 milyar yıl geçmesi gerekmektedir ortadan kaybolurlar. Yedi koruyucudan biri ancak yeni bir koruyucu ortaya çıktığında yani bir güneş yok olduğunda zamanını doldurup tekrar güneşe dönüşür ve yeniden doğana dek güneş olarak bulunduğu bölgede belli zamanlarla etrafına gezegenler toplar ve o gezegenlere hayat ışınları gönderir ve bu belli bir döngüde devam edip gider.

Koruyucular sonsuz uzayda gezegenleri dolaşıp yaşama uygun gezegenlere hayat tohumları atar ve o tohumları kendi başlarına bıraktıktan sonra uzun zaman aralıklardan sonra her bir yarattıkları yaşam formlarının aralarına onların kılıklarına girerek onlarla birlikte yaşayıp gözlemledikten ve her birinden farklı farklı bilgiler eklerler ve sonrada sessizce diğerine geçerler. Tabi ki canları nasıl isterse kendilerine öyle roller kurarlardı… Bu bazen gezegende çok küçük ve dikkat çekmeyen bir yaratık veya gezegende hakim olan tür oluyordu. Gözlemlemek, yarattıkları kolonileşmiş varlıkların kendilerini nasıl ilerlemeye yönelik geliştirip nelere yöneldikleri veya nasıl beslendikleri, bulundukları ortama nasıl uyum sağladıkları gibi bir çok şeyi sürekli olarak gözlemlemek onlara büyük bir zevk veriyordu. Fakat yarattıkları hayatlara onları yaratmak dışında başka her hangi bir müdahale etmiyor hiçbir şekilde onlarla yakın temasa geçmiyorlardı. Bu koruyucuların kendi aralarında verdikleri ortak ve en katı kurallarıydı. Gezegenler zaman içerisinde gelişti ve geliştikçe içinde barınan yaşam formları da aynı hızla gelişmeye uyum sağlıyordu…

Bu cahil ve vahşi yaratıklardan, üreten ve birleşmeyi öğrenen topluluklara, kolonilerden krallıklara ve sonunda yeni yeni çağlara ulaşıp şehirleşmelere dönüşüyor ve tabi ki yaşayan her yaratığın üstünlük sevdası bunları takip ederken tartışmalara, tartışmaları kavgalara, kavgaları ise savaşlara çeviriyor ve sonunda yıkım, vahşet ve ölümlere sebep veriyordu. Yani savaşlar sadece dünyada değil, içinde yaşam barındıran her gezegende baş gösteriyordu ne yazık ki! Elbette çoğu gezegen yaşamları bazılarına göre çok daha yavaş ilerliyor ve gelişiyordu, bunun sebebi bazen aralarındaki yaradılış zaman farkı, bazen ise bazı yaşam formlarının diğerlerine göre beyin kapasiteleri daha hızlı güçlenmesinden kaynaklanıyordu…

Gama galaksisi ‘’Şahikan’’ gezegeni, henüz taş devrini yaşarken, İskalakisal galaksisi ‘’Haşar’’ gezegeni ileri düzey teknoloji devrine adımlar atmaktaydı mesela.
Ama.
Bir gezegen var ki, aralarında en çok koruyucuların dikkatini çeken HAMTAT gezegeni idi. Hamtat gezegeni Fuha galaksisi güneşine en yakın gezegendir. İçindeki yaratıklar son derece akıllı ve büyük bir hızla daha fazla akıllanmaya gelişmeye ve bu yönleriyle koruyucuların iştahlarını kabartan özellikleri ile gözdeleriydi. Aslında ilk başlarda bu iyiydi, Hamtat gezegeni varlıkları hem teknolojide zirvelere gidiyor hem de doğalarıyla iç içe yaşayan bir toplumdu. Türlerine KASAALA deniyordu. Kasaala halkı aslında çok sevecen, masum görünümlü, barış yanlısı bir ırk olarak gözlemlenmiş ve kayıtlara geçmişti.

Boyları en az 2 metre, beyaz derili insan türüne benzerliği yüksek ama vücutları kılsız, pürüssüz, güçlü beden kaslarına sahip, cinsiyetlerine göre başında ve çene altlarında boynuzları olan, çok uzun sürmeyen zaman içinde aşırı zekileşen ve bir o kadar kudretli, güçlü bir canlı türüdür. Tamamıyla savaşlardan ve anlaşmazlıklardan arınmış, kendilerini geçimsizliklerden ve egoizmden soyutlamış bir halktı. Fakat! “Her kötülüğün içinden bir iyilik olduğu gibi her iyiliğin içinden de kötülük doğar!” Ve bu kötülük tüm evrene zalimliği ve vahşeti ile öyle bir korku ve yıkım salacaktır ki önce kendi gezegenini daha sonrada bir çok gezegenin yok olmasına yol açacaktır.

Kötülüğün Doğuşu

KALU! şüphesiz KASAALA türünün intikamcı dehşeti olarak aynen tek atası olan AHAD gibi yüz yıllar boyu hatırlanacaktır!

Kalu, türünün tersine daha koyu renklerde doğmuş ve vücudundaki boynuz sayısı diğerlerine göre çok daha fazlaydı. Ten rengi siyahla kırmızının koyu bir karışımından oluşmuş başında anlının iki yanından öne doğru dimdik ve pütürlü uzanan kalınca boynuzlarının yanı sıra çenesinin ön kısmında da aynı şekilde iki boynuz birbirine bitişik bir şekilde kendisine dönük bir şekilde uzanıyordu. Kalu’nun bu şekli KASAARA türünün tarihinde daha önce bir kez daha görülmüş ve döneminin bilgeleri tarafından ruhunun kötülükle dolu olduğu öne sürülmesi sonucu o ”varlık” gözetim altında büyütülüp kalabalık toplumdan çok uzak merkezlerde aşırı sıkı ve güvenlikli bir çok tesiste, normal çocuklardan onu ayıran bir şeyler var mı varsa nedir bu fark ve sonuçları ne olabilir gibi sorulara cevaplar bulmaya çalışmışlardır. Küçük çocuk kötülüğün tohumunun ta kendisi olduğunu kanıtlarcasına yıllar geçtikçe büyümüş ve güçlenmişti. Gücünün sınırına ulaştığında ise çok uzun yıllar süren bir felaketler oluşturmuş ve sonunda bir anda ortadan kaybolmuştur. Yani o dönemde bu yaratığı alt edebilmek için gezegenin varlıkları milyonlarca kayıp verse de bu çabalar hiçbir seferinde sonuç bulmamıştır, ve kötülük dış dünyadan kendi iradesiyle kendini geri çekmiş ve tam bir milyon yıl boyunca izine rastlanmamıştır. Bu kötülüğün adına ‘AHAD’ ismi verilmişti.

Kalu’nun doğumu ailesince herkesten saklanmıştır ve topluluklardan çok uzaklarda büyütülmek üzere gezegenin gözlerden ırak sessiz ve sakin noktasına götürülmüştü. Kalu’nun ailesi onu normal bir çocuk gibi görerek içindeki kötülüğe inanmamış, onu ellerinden geldiğince şevkat ile büyütüp ona her şeyi öğretmişlerdir. Yıllar geçtikçe Kalu, Kasaala halkının büyük gelişmiş şehirlerindeki okullarda okuyan çocuklardan neredeyse farksız bir eğitim almıştır ve zekası ailesini her zaman şaşırtmıştır. Fakat tuhaf olan bir şey vardı… Kalu ‘fiziki’ tarif olarak AHAD’la bire bir aynı olsa da kötülükten zerre belirti vermiyor tam aksine umut vaad ediyordu. Annesi ‘Şuha’ ve babası ‘Si’ emeklerinin karşılığını alıyor ve oğullarından gurur duyuyorlardı. Kalu diğer hiçbir Kasaala türünden farklı davranmıyor, sakin, eğlenceli hatta bazen çok duygusal biri oluyordu ve bu iyiydi. Aradan yıllar geçmiş Kalu olgunluğuna ulaşmış tam bir birey olmuştu. Çok olgun ve düşünceli davranışlar sergiliyor ve ne kadar da teknolojide üst düzey yaşantıları olsa da, daha çok köy vari ortamlarında artık ailesine hiç bir iş yaptırmıyor ve her şeye kendisi yorulmaksızın koşturuyordu. Kalu fiziksel olarak zamanla inanılmaz bir seviyeye ulaşmış fakat agresiflikten yakından uzaktan alakası olmadığı gibi hayvanlara karşı bile aşırı hassas ve sevecendi, öyle ki Kasaala türünden kendisini ayıran tek şey artık sadece görünüşü kalmıştı. Kasaala halkı bizim yıllarımıza göre hesaplayacak olursak ortalama yaşama süreleri 160 ile 220 yıl idi. Kalu’nun anne babası geçen yıllar içinde oğullarının iyiye yönelik gelişiminden memnun bir şekilde onun topluma kabullendirmeye yönelik düşünceler içine girmiş ve sonunda koloni konseyine bir mesaj göndererek Kalu’dan bahsetmeye kesin olarak karar vermişlerdi. Kalu türünün onunla ilgili korkusu ve endişesi konusunda ailesince bilgilendirilmiş, olabilecek tepkilere karşın hazırlıklı olması için en uygun olan dille uyarılmıştı, ve onayı soruldu. Elbette Kalu onay vermişti. Çok geçmeden ‘Sİ’ mesajına cevap almıştır. Konsey Sİ’nin gönderdiği mesajı dikkate almış, uygun ortamda buluşma teklifinde bulunmuştu. Fakat bir şartları vardı… Alınacak hiç bir güvenlik önlemini tehdit olarak algılamayacak, Kalu’nun zararsız olduğunu görene kadar gözetim altına alınmasına izin verilecekti. Kalu elbette mesajdan haberdardı ve şartı kabul etti. ‘Si’ ve ‘Şuha’ durumun ciddiyetinin farkındaydı, fakat denemek zorunda olduklarını hissediyorlardı. Buna pişman olacaklarını düşünmeye bile cesaretleri yoktu.

Si: “Ne düşünüyorsun Şuha? Sence yanlış yapıyor olabilir miyiz?”

Diye mırıldanır karısına.

Si, birlikte önünde durdukları lazer pencereden, dışarıda ellerini açmış güçlü bedeniyle göğsünü gererek gözleri kapalı gökyüzüne doğru rüzgarın sesini dinleyen oğulları Kaluya bakarken gururla.

Şuha: Si, vazgeçmek için henüz geç değil!

Yalvarırcasına bakarak yüzüne kocasının cevap verir.

Si: Hayır artık çok geç, onun varlığını artık biliyorlar. Biz şimdi vazgeçsek bile peşine düşecekler ve onu bulana kadar durmayacaklar… Çok üzgünüm!

Şuha : Bilemiyorum Si, bilemiyorum.

Başını eğerek üst kata çıkmaya yönelir hazırlık yapmak üzere Şuha. Zira neyle karşılaşacaklarını az çok tahmin ediyordu.

Buluşma ertesi gün, gün ortasında ve şehirden çok uzakta olan AHİALAS adlı aktif yanardağın eteğinde olacak. Si ailesini şehirden kaçarken kullandıkları hava aracına bindirip AHİALAS’a doğru yola çıkarlar. Buluşma noktasına doğru seyir halinde olan geminin pilot koltuğunda gemiyi kullanan “Sİ”, yanar dağ görüş menziline girdiğinde, aniden gemiyi durdurur. Büyük bir korkuyla eli ayağı titremekte olan Si, yavaşça oturduğu yerde başını dümene doğru eyer, derin bir nefes, çok derin bir nefes aldıktan sonra nefesi boşaltırken başını hafifçe dümenin koluna vurur. Sonra aniden başını geri kaldırır ve ailesine döner.

Si : Şuha… tatlım, Kalu oğlum.. eğer isterseniz hemen şimdi geri dönebiliriz, peşimize düşseler bile umurumda değil, bizi bulamayacakları bir yer öyle yada şöyle bulurum! Söz veriyorum!

Kalu kendisini koltuğuna bağlayan emniyet kemerini çözmek için kemerin üzerindeki düğmeye kısa bir süre bakar ve açmak için düğmeye dokunur. Koltuktan kalkıp babasının yanına iki adım attıktan sonra elini babasının omzuna koyar ve “Önemli değil baba, onlara AHAD gibi olmadığımı kanıtlamama izin ver… üstesinden geleceğiz, söz veriyorum.’’

Kalın sesiyle fısıldarcasına konuşur, başını kaldırıp AHİALAS’a doğru derin bir bakış atar ve tekrar babasına yönelerek : “Devam etmeliyiz.!” Dedikten sonra tekrar yerine geçer ve kemerini bağladıktan sonra babasıyla göz göze geldiğinde tekrar onaylarcasına hafifçe başını aşağı yukarı oynatarak işaret eder…

Si oğlunun sözleriyle birazcık heyecanla karışık korkusu hafifleyerek ellerini dümene koyar ve dümen kollarını birbirlerine doğru bastırarak ilerlemeye devam eder. Birkaç dakika geçmeden yanar dağa yaklaşırken karşısına çıkan manzaraya şok olan ‘Sİ’ şaşkınlıkla dolu yüzüyle…

Si : Olamaz!!! Tüm orduyu getirmişler, tüm silahları… bilemiyorum….

Derken gemiyi yavaşlatmaya başlar ki, gemisine bağlantı talebi uyarısı gelir, Si tekrar ailesine göz ucuyla baktıktan sonra bağlantı onay komutunu verir.

Şuha ve Si korku ile karışık heyecandan doğaları gereği oğullarının aksine kısacık olan boynuzlarının ucu alev renginde parlamaya başlar… Derken… aniden sakin ve temiz bir ses gelir telsizden…: Dikkat! Lütfen hava aracınızı iyice yavaşlatın ve ani manevra yapmadan size işaret edilen iniş alanına sakin bir şekilde inişinizi yapın.

Si telsize cevap verir : Konsey üyeleri ordu getireceğinden bahsetmemişti.? Savaşçılar neden burada ?!

Telsizdeki ses : Kiminle konuşuyorum? Lütfen kendinizi tanıtın.!

Si : Adım Si! Savaşçı!

Si adını söylerken şaşırtıcı bir şekilde sert bir uslub kullanmayı terci etti

Savaşçı bi süre durakladıktan sonra şaşkın bir sesle cevap verir :

Savaşçı : Si mi ?

Si : evet!! Eminim beni tanıyorsundur asker!

Savaşçı birazcık kekeleyerek gene şaşkın bir sesle

Savaşçı : Baş komutan Si! Elbette sizi tanıyorum efendim!

Si : Eski! ‘’ kısa cevaplar Si’’

Savaşçı : Efendim burada olmamızın tek nedeni güvenlik amaçlıdır, sizi temin ederim ki size ve ailenize her hangi bir zarar gelmeyecektir.. tabi eğer…

dedikten sonra telsiz bir anlığına sustuğunda Si hemen atılır.

Si : Tabi eğer ne ?

Savaşcı : Efendim size söz veriyorum her hangi bir atak olmadığı sürece hiçbir silahımız aktive edilmeyecektir!

Si son bir kez dönüp ailesine bakar ve önüne döndükten sonra talimat edildiği gibi gemiyi iyice yavaşlattıktan sonra ordunun silahları, savaş makineleri ve silahlarıyla gemiye hedef almış askerlerin oluşturduğu daire içerisindeki lazerle oluşturulmuş dörtgen şeklideki işarete doğru ilerler ve sakin bir şekilde inişini tamamlar. Yerde gözleri kamaştıran o lazer ışınlarından oluşan dikdötgen zeminden hareketlenmeler başla… İlk başta sadece dikdörtgenden oluşan ve ortası boş olan alan bir anda tamamı kırmızıya döner ve geminin iniş takımlarına parazitmişçesine bulaşmaya başlar. İniş takımlarını tamamen kapladıktan sonra hareket kesilir. Bu zemin lazeri gemiyi adeta yere çivilemişti ve geminin tüm sistemlerini ele geçirmişti ancak komutan müdahale emri vermeden önce “Sİ” nin tepkisini ölçmek niyetindeydi. Birkaç saniye geçmeden telsizdeki ses:

“lütfen motorları kapatın” diye konuşur. Si denileni yapar ve kapıların açılması için geminin arkasına doğru yürürken bilgisayara sesli komut verir. Bu esnada Şuha ve Kalu yerlerinden kalkmıştır. Şuha eşinin yanına doğru adımlar ve kapı açılırken ona iyice sokularak mırıldanıp “Si, korkuyorum.’’ Arkasında duran kendinden emin duruşuyla hayranlık uyandıran oğlu Kalu’ya bakar, sonra tekrar önüne döner ve geminin kapısı son noktasına doğru açılırken kendine çeki düzen verircesine duruşunu ve başını dikleyerek gözlerini dışarda duran savaşçılara diker. Kapı sonuna kadar açılmıştır ve ortalıkta aktif olan yanar dağın lavlarının fokurdama seslerinden başka en ufak bir ses yoktu. Yüzlerce savaşçı şaşkınlıkla gemiye doğru bakıyor bir milyon yıldır türünün tek örneği olduğunu düşündükleri yaratığın bir ikincisinin gemiden dışarı çıkmasını bekliyorlardı. Si ve Şuha kapının hemen önüne doğru ilerlerken, onlara doğru gelen uzun ve parlak beyazlıkta bir elbisede ki konsey üyesini fark eder Si ve Şuha ona doğru yürürken birkaç adımdan sonra karşılıklı dururlar.

Si : Sevgili konsey üyesi buna gerçekten gerek yoktu. Size mesajımda da belirtmiştim oğlumuz kötülük barındırmıyor.

Kaşkl (konsey üyesi) : Si. Onun oğlun olduğunu biliyoruz ve her baba gibi sen de onun için endişe ediyorsun ve bu gayet normal. Seni anlayabiliyorum, fakat risk almayı göze alamayız. Tarihi felaketi sende biliyorsun.

Si başını öne eğer birkaç saniye düşündükten sonra başını kaldırıp konsey üyesinin gözünün içine bakarak başını ona iyice yaklaştırır ve “bazen kendi sonumuzu kendimiz hazırlarız’’ diye tehdit vari sözleriyle konsey üyesine göz dağı verircesine konuşur ve geri çekilip onun hemen yanına durup yüzünü onlarla birlikte gemiye döner ve beklemeye koyulur…

Sonunda güvertenin kapısından içerideki karanlıktan korkulan Kalu’nun ayak sesleri ardından üsten kaplayan gölgenin arasından adımları görünmeye başlar ve sonra vücudunun yarısına ışık ulaştığında savaşçıların arasında geri adımları ve silahları elleriyle sıkma sesleri yankılanır. Kalu bir anlığına durur ve sonra aniden tamamıyla gölgeden sıyrılarak açığa çıktığında onu görenler bir anlık korkuyla hafifçe irkilir ve ‘’WOW’’ sesi yankılanır ortamda, yanar dağın fokurdayan lavların sesini bastırırcasına… Kalu durduğu geminin güvertesinden kendinden emin bir şekilde etrafını incelercesine bakışlar atarak adım atmaya devam eder. Onun ileri adımları savaşçıların geri adımlarıyla neredeyse aynı hızda gerçekleşiyordu ve sonunda konsey üyesinin önünde ona yaklaşık iki adım kala durduğunda manzara şöyle oldu, yetişkin ve iri bir erkek le ergenlik çağlarında cılız bir çocuk karşı karşıya durmuşlardı. Kalu kalın ve gür sesiyle “benim adım Kalu, ve ben sandığınız gibi biri değilim, lütfen, benden korkmanıza gerek yok.’’ Sözlerini sarf etti. Konsey üyesi Kaşkl dehşet içinde bu devasa varlığa bakarken boynuzlarının parlamaya başladığını fark eder.

Kaşkl : Boynuzların parlıyor…

Kalu : Evet! Ben de korktuğum veya heyecanlandığım zaman sizler gibi boynuzlarım parlamaya başlıyor.

Kaşkl : Peki şuan hangi hissi yaşadığını sorabilir miyim genç Kasaal?

Kalu :Sayın konsül… şuanda gerçekten çok heyecanlı olduğumu söyleyebilirim.

Kaşkl : Umarım bu iyidir.

Diye konuşur Kaşkl ürkek sesiyle.

Kaşkl başını Si’e çevirerek ona “gerçekten çok üzgünüm ama bunu yapmak zorundayım’’ der ve sözcük tamamlandığında Kalu’nun sırtına  bir bayıltıcı ahtapotumsu yapışkan cansız madde fırlatılır. Ortamdaki sessizlik Kalu’nun çığlığını takip eden, annesi Şuha’nın çığlık sesleriyle bozulur.

Kalu’nun sırtındaki garip madde bir anda onun vücudunu hızla sarmaya ve katılaşmaya başlar, bu olurken içeride kalan kısımlarıyla salgıladığı sıvı Kalu’nun vücuduyla birleşirken derisinin içine işlemeye başlar ve sonunda tüm vücudu felç olan Kalu yavaşça yere düşerek bilincini kaybeder. Si “hayır!! Bana yalan söylediniz!!! Gerçek bir Kasaala yalan söylemez veya antlaşmaya ihanet etmez, sayın konsül bana güvenmeniz gerekirdi!!!’’ diye çemkirircesine bağırarak oğluna doğru koşar ve bunu gören bir acemi savaşçı heyecanla elindeki silahı ateşler ve Si’nin göğsünde irice bir delik açılmasına sebep olur. Si koştuğu yerde bir anda yere yığılır ve sürüklenirken yerde yatan oğluna çarparak durur. Bunu gören anne Şuha daha çok kızar, bir anda kısacık boynuzlarının tamamı parlamaya başlar ve aniden havaya sıçrayarak 10-15 metre uzaklıktaki savaşçıya doğru havadan inerken sırtında sakladığı kılıcını çıkartır ve inişi tamamlarken savaşçıyı başından aşağıya doğru ortadan ikiye böler. Bu olurken başka bir kaç savaşçı birden ona doğru hedef alırken konsül bağırıyordu “sakın kimse ateş etmesin…’’ ama onun bu dediğini kimse duyamamış 4 savaşçı birden ateş açar ve aralarından biri Şuha’yı karnından isabet alır. İkiye bölünen savaşçının etrafındaki diğerleri birkaç adım uzaklaşmıştır. Şuha birkaç saniye ayakta kalmaya direndikten sonra son gücüyle oğluna doğru döner ve elindeki kılıcı ona doğru fırlatarak Kalu’nun sırtındaki bayıltıcıya isabet ettirir. Felç edici kılıcın darbesiyle etkisini kaybederken cam formuna döner ve öylece kalır. Kalu güçlükle gözlerini açar ve gözünün önünde yatan babasının irice açılmış gözleriyle karşılaşır, sonra bakışlarını babasının göğsüne götürdüğünde hala kıvılcımlar içinde olan kocaman deliği fark eder! Şok içinde yerden kalkma çabasına girdiğinde vücudunu kaplayan cam formuna dönen madde yavaş yavaş parçalanarak üzerinden dökülür. Yerden dikildiğinde iri ve uzunca boynuzları güçlü bir şekilde parlamaya başlayan Kalu annesine sırtı dönük kalkmıştır yerden, gözleri hala babasının cansız bedeninde ve suratı şaşkınlık içindedir. Annesinin “KALU! OĞLUM!’’ sesini duyan Kalu önce başını bir anda kaldırır şaşkın suratıyla, sonrasında annesinin yere düşme sesine arkasını dönerken boynuzları alevlenmeye başlar ve yüz ifadesi değişirken tüm vücudu kasılırken önce gözleri geriye uzanır… Başını çevirerek vücudunun tamamı bunları takip eder. Annesini de yerde gören Kalu ona doğru koşmaya başlar, bu olurken savaşçılar kaçışarak Kalu’ya doğru ateş açmaya başlar…

Fakat ona çok az isabet eden lazer mermiler vardı ve daha şaşırtıcısı olan Kalu’nun boynuzundaki ateş tüm vücuduna yayılarak gelen lazerleri etkisiz hale getiriyordu. Olanları dehşet içinde izleyen ve yere dizleri üzerine çökmüş olan konsey üyesi Kaşkl ellerini havaya kaldırmış ve kısık bir sesle söylenir : “Biz canavarımızı kendimiz uyandırdık, yüce 7 koruyucu… bize merhamet gösterin.’’ Kalu annesini kucağına almak için eğilip yere çöker, onun başını göğsüne yaslar ve ona bakarken Şuha son nefesinde ona, “HER NE İÇİN DOĞDUYSAN ONU YAP! Ama sana öğrettiğimiz şeyleri unutma… OĞLUM!’’ Dedikten sonra başı öne doğru düşer. Kalu’nun yüzündeki kızgınlık ifadesi gücünü arttırır. Annesini yavaşça yere bırakırken ona doğru gelen lazer mermilerinin sayısı artmaya başlar, fakat vücudunu sarmalayan ateşten kalkanı parlaklığını arttırır ve Kalu’nun kollarını iki yana kaldırıp kükrercesine bağırmasıyla bir anda sonik patlamayla etrafındaki oluşan 50 metre çapındaki alev dalgasıyla menzildeki herkesi savuşturur. Patlama bittiğinde başındaki boynuzları en üst seviyede parlayan Kalu başını konsey üyesinin savrulduğu noktaya doğru çevirir ve ona doğru dönerek koşaradımda iki adım attıktan sonra çok büyük bir sıçramayla Kaşkl’ın tam üzerine onu iki bacağının arasında bırakacak şekilde iner. Nefret ve kinle dolmuş kızgın suratıyla dimdik duruşunda başını tamamen konsüle doğru eğmiş ve bakarken devasa elini onun başına götürür ve onu tek eliyle başından kavrayarak yukarı kaldırır, acıyla kıvranan Kaşkl son derece korkuyla dolup taşan gözleriyle yalvarırcasına ona bakarken Kalu aniden haykırır; “NEDEN!?” Korkudan bağırmaya başlayan konsülü etrafında tam bir daire atarak yaklaşık 200 metre uzaklıktaki yanar dağın etrafından fışkıran lavların tam ortasına doğru küçük bir taş gibi fırlatır ve düşüşünü izler. Etraftaki başka herkes kaçışmaya başlamıştır. Kimi koşarak kimileri hava araçlarıyla kimileriyse yer araçlarıyla hızla uzaklaşıyordu dehşet içinde. Kalu etrafındaki kaçışan Kasaala’lı izlerken nefret dolu suratındaki ifade değişirken yere dizlerinin üzerine yığılır ve tüm gücüyle gökyüzüne doğru haykırır. Nefesi bitene kadar sesi neredeyse yüzlerce metre etrafında yankılandı. Sonunda yerden kalktı ve oradan uzaklaşmak istedi, önce etrafına şöyle bir göz gezdirdi yavaşça, annesi ve babasını arıyordu kızgın gözleri ama her biri çok farklı uçlara doğru kendisinin yarattığı patlamayla savrulmuşlardı. Sonunda babası göğsünün önüne geldiğinde yüzünde en ufak bir yumuşaklık olmadan göz yaşı akıtarak babasının cansız bedenine doğru haykırarak; “BUNU ONLAR İSTEDİ BABA!!!’’ Dedi ve bir anda inanılmaz bir şiddetle yanar dağın tam ortasına doğru sıçradı ve lavların tam ortasına dalıp ortadan kayboldu. Sağ kalan yaralı bir savaşçı, olan biten her şeyi rapor etmek üzere geride kalmış bir hava aracına doğru sürünüp bindikten sonra şehir ISLAK’a doğru yola koyuldu. Savaşçı zorlu birkaç saatlik uçuştan sonra şehre vardı. Yarı baygın halde gemiyi kullanan savaşçı neredeyse son nefesini verircesine zar zor bilincini açık tutuyordu. Geminin kontrolünü güçlükle elinde tutarken, iniş pistine doğru uçuyor fakat tüm çabasına rağmen gemi çakılırcasına yaklaşıyordu işin alanına. Onu bu şekilde yaklaşmakta gören iniş pisti görevlileri telaşa düşerek olası başarısız iniş için alarm verdi. Piste yaklaştıkça gücü tükenmekte olan savaşçı bilincini yitirdi ve gemi kendi başına uçarken geminin acil durum pilotu devreye girerek kontrolü eline aldı, fakat yere çok fazla yaklaştığından iniş kurtarılamamış gemi ön taraftan yere sürtünerek onlarca metre sonra sert bir şekilde inişi tamamlar. Gemi hareket etmeyi kestiğinde pist görevlileri geminin etrafını sararak olası patlamaya karşı önlem almaya başlarken ansızın kapı açılmaya başlar ve yaralı asker kapıdan dışarı doğru yuvarlanır. Onu gören görevliler hızla ona doğru koşarak etrafına toplanır ve o esnada aralarından sıyrılarak askerin başına geçen ilk yardım görevlisi bel kemerinden estetik ve çok küçük bir biçime getirilmiş portatif ayıltıcı serum çıkartarak askere enjekte etti. Bu serum askeri tamamıyla felç ederek bedende kalan tüm enerjiyi beyine yönlendirerek sadece beyninin işlev halinde kalmasını sağlıyor. Felç halinde olan askeri manyetik güçle havada süzülebilen sedyeye yatırarak, vakit kaybetmeden konsey üyelerinin karşısına çıkarmak üzere başka bir araca yüklediler. Konsey toplanmış çoktan askerin getirilmesini bekliyor. Devasa konsey binasının kapıları açılır, içeride bekleyen başka iki çok iri ve uzun özel birlik muhafızları üzerlerindeki desensiz ve pürüzsüz, vücutlarını tek bir parça halinde saran göz kamaştırıcı özel gümüş rengini anımsatan zırhlarıyla hayranlık uyandırıyorlardı. Soğuk kanlı ve sert duruşlarıyla sedyenin başında duran iki ilk yardım görevlilerine bakarken sağdaki muhafız bir adım öne gelerek vücudunun başka hiçbir yeri kıpırdamadan başını yanındaki sedyeye ağır bir şekilde göz gezdirirken hiç duraklamadan ve ilk yardım görevlisi ile göz göze gelene kadar buna devam etti. Sonunda göz göze geldiği ilk yardım görevlisine doğru elini göğüs hizasına kadar kaldırarak, işaret parmağını ona doğrultu ve ardından elini geri indirdi. Bu hareketi “sadece sen onunla girebilirsin demekti”.

Görevli muhafızların eşliğinde 60 metre uzunluğundaki ve “KASAALA” atalarının devasa heykellerinden oluşan koridordan sessiz ve disiplinli adımlarla koridorun götürdüğü tek oda olan konsey salonuna doğru ilerlediler. Az önce ona felç edici serumu enjekte eden tıbbi yardım görevlisi hemen yanında duruyor ve emir bekliyor. Konsey üyeleri yerden 5 metre yüksekte manyetik enerjiyle havada süzülen yarım ay şeklindeki masanın bir tarafında sıralı şekilde oturmaktadır. Masanın etrafında oturan 9 konsülden ortada oturan en yetkilileri olan ‘’JKLOD’’ üzerinde oturduğu havada süzülen koltuğu geriye döndürüp ve ayağa kalktığında koltuktan yere kadar uzanan lazer merdivenlerden aşağı indi. Askerin olduğu yöne doğru yavaşça yürüdü ve dibinde durarak, yanında duran tıp görevlisine bakarak harekete geç der gibi el işareti yaptı. Görevli elinde tuttuğu uyandırıcı serumu askerin anlının tam ortasına yavaşça batırdıktan sonra enjekte edip iki adım geriye çekildi. Birkaç saniye sonra asker bir anda gözlerini açtı ve dehşetle etrafına bakmaya başladı nefes alış verişi o kadar hızlıydı ki masa başındaki diğer konsüller korkuyla aynı dehşeti paylaştı ve dikkatle ona kitlendiler. JKLOD gayet sakin bir şekilde ona bakarken burnunun dibine kadar uzandı ve ikisinin gözleri birbirine kitlendiğinde JKLOD fısıldadı : “Anlat!!’’

Savaşçı : O geri döndü! O geri döndü…! Kaçmalısınız! O çok fazla güçlü! Silahlar ona işlemiyor! Birkaç dakikada birliklerimizin onlarcasını yok etti!!

JKLOD sözünü keser ve sert bir şekilde sorar; “Sakin ol, nefes almaya devam et ve anlayabileceğimiz şekilde anlat.”

JKLOD’un sözlerine cevap olarak asker başını eğdi, nefes alış verişi yavaşlamaya başlıyordu. Başını hiç kaldırmadan yerde kendine bir nokta belirlemiş ve oraya baka kalarak konuşmaya devam etti.…

ASKER: İlk başta çok sakindi, kendinden emin ve kararlı bir şekilde gemisinden indiğini gördüm. Ben arka sıralardaydım, bu nedenle nasıl başladığını tam olarak göremedim! Ama o, o çok iriydi ve boynuzları bize göre çok daha uzundu ve uçları birbirine bakıyordu.

JKLOD hafifçe eğilip yüzünü görmeye çalıştı, şaşkın ve korku dolu haliyle.

Elleri birbirini sıkıyor titremesini göstermemeye çalışıyordu…

ASKER devam etti;

“Ben… ben, bilmiyorum bir şeyler oldu, haykırmalar duyduk. Herkes telaşlanmaya başladı sonra hareketlilik başladı ve bir lazer sesi duyduğumu hatırlıyorum. Çok korkmuştum ÇOK KORKUYORUM.”

Asker heyecanlanmaya başladı ve kafasını kaldırıp JKLOD’a gözleri yerinden çıkacakmışçasına açılmış şekilde bakarak haykırmaya başladı.

“NEDEN ÖLMEME İZİN VERMİYORSUNUZ!?’’ JKLOD eliyle askerin kafasını üst kısmından tuttu ona iyice yaklaştı ve “lütfen devam et, bize vereceğin bilgiler çok önemli’’ dedi.

ASKER: Efendim, karmaşanın içinden bir isim duyduğumu hatırlıyorum.

Gözlerini kapattı birkaç saniye düşündükten sonra önce fısıldayarak “K… KA.. Hatırlıyorum ama … KALU! Evet! Evet ! duyduğum isim buydu. JKLOD onun arkasından tekrar etti; “Kalu mu ?”

ASKER: EVET! lazer tüfekleri ardı ardına ateş almaya başladı ve bir süre sonra hedef aldıkları noktada devasa bir alev topu oluşmaya başladı, ama ateş kesmediler ve sonra bu alev topu büyük bir şiddetle patladı. Onlarca metre çapındaki alanı etkileyerek hepimizin savrulmasına neden oldu. Sözlerinin sonlarına doğru asker başını yukarı kaldırdı ve bir anda kasılmaya başlayarak hırıldayarak son nefesini vermeye başladı, çünkü serumun etkisi sona eriyordu. Tıp görevlisi serum cihazındaki kapsülü hızla değiştirirken ona doğru adımlar atarak aynı şekilde cihazı askerin kafasına dayarken aniden JKLOD onun eline uzanarak tuttu ve hiçbir şey söylemeden bakışlarını ona çeviren top görevlisine hayır dercesine başını iki yana salladı.

JKLOD : Ona yeterince işkence çektirdik bırakalım da acısı sona ersin.

Şaşkın suratla yavaşça arkasındaki diğer üyelere dönerek onlara duyduğu ismi tekrarladı “KALU”. Böylece Kasaala halkının yönetici gurubu olan konsey üyeleri acil durum çağrıları yapmaya başlayarak gezegenin dört bir yanındaki HAMTAT gezegeni halkını alarma geçirdi. Tüm şehirler içerden ve dışardan mühürleniyor, savaş pozisyonu alınarak tüm şehrin etrafını saran dev metal duvarlar üzerindeki dev silahlar aktif ediliyordu. Gezegen genelinde bunlar olurken aradan iki ay kadar geçti fakat Kalu’dan hiçbir hareket yoktu. Peki bunun sebebi ne? Neden hiç saldırı olmadı? Yönetim yetkilileri, ordu mensupları, sivil halk korku dolu bekleyişlerinin sonucun da bir sorunun doğmasına yol açtı.

“Acaba KALU gitmiş miydi?”

Hayır o hiçbir yere gitmemişti ve fırtına öncesi sessizlik çok yakında bozulacaktı. Yanar dağın lavları köpürmeye başladı. Sanki lavlar durduğu yerde çoğalıyor gibiydi. Yanar dağın ağzından 40 metre alçakta olan lavlar hızla sınıra doğru yükselmeye başladı. İyice yükseldiğinde ve yanar dağın ağzından taşmak üzereyken aniden suyla dolu küvetin gider kapağı kaldırılmışçasına lavlar dibe doğru geri inmeye başladı. Lavlar çekilirken ortasında dairesel kocaman bir alev topu belirdi ve lavlar çekildikçe ateş topu havada asılı kaldı. Lavlar çekilirken ateş topu bir yandan sönüp taşlaşmaya başlarken havaya, yanar dağın üstünden dışa doğru yükselmeye başladı. Taşlaşan küre biraz meyil alarak dağın dışına doğru düşmeye başladı. Sonunda dağın eteğine çarpıp aşağı doğru garip bir şekilde yuvarlanmadan sürüklenmeye başladı sanki kontrolsüz bir düşüş değil de ateşleyicileri görünmeyen küre şeklinde bir araçmış gibi sürüklenme boyunca önüne çıkan büyük kayaların etraflarından manevra yaparak devam ediyor ve hızı daha atıyordu. Saatte neredeyse 200 kilometre hızla dağın en dibine kadar sürüklendikten sonra aniden zaman durmuşcasına olduğu noktada durdu. Bu yükseklikteki hızıyla ani duruşunun etkisiyle devasa bir toz bulutu ve oldukça gürültülü bir ses yankılanması oldu, öyle ki kilometrelerce uzaklıktan duyulmasına yol açarak duyanların ürpermesine sebep oldu. Dağa en yakın şehir olan İİS şehri muhafızları alarm durumuna geçerek metal surlarında nöbet tutan askerlerin yanlarına daha fazla asker gönderip silahlarını aktive etmelerini emrettiler. Sur un dağa bakan tarafındaki gözlem kulesine çıkan bir muhafız elektronik dürbününü toz bulutunun kalktığı yöne doğru çevirerek toz bulutlarının arasından olan biteni gözlemlemeye koyuldu. Toz bulutunu kaldıran şeyin ne olduğunu ararken, tam da o noktada yavaşça başlayan bir rüzgar gördü. Bu rüzgar bir şeyin etrafında oluşmuş gibi yerden göğe doğru yükselen bir hortuma benzemeye başladı. Rüzgar hızlandıkça etrafta uçuşan ve görüşü engelleyen tozu götürüyordu ve toz bulutu açıldıkça yerde simsiyah bir küre gören muhafız gözlerini daha fazla açarak dürbünün ekranına daha fazla yaklaşarak dikkatini o gördüğü küreye verirken aynı anda elini boynundaki iletişim cihazına götürüp tam düğmeye basacakken kürede çatlaklar oluşmaya başladığını ve çatlakların arasından çok koyu kırmızı bir ışık yükseldiğini fark etti. Bu gördüğü şey karşısında şoke olan muhafızın telsizindeki eli titremeye başladı, çok korkuyordu. Düğmeye bastı ve ağzından sadece tek bir söz çıktı: “BAŞLIYOR!’’. Küreden yükselen ışık göğe kadar yükseldiğinde dev bir lazer ışığına benzer bir etki yaratarak çok uzaklardan görülmesine sebep oldu. Şehirlerden alarm sesleri yükselmeye başladı. Alarm sirenlerinin sesleriyle ürken sivil halk panikle kaçışmaya ve sığınaklara sığınmaya yöneldi. Küreden çıkan ışık aniden söndü ve küçük bir patlamayla küre parçalandı. Kürenin içinde oluşan sis dağılırken KALU görünmeye başladı ama o değişmişti. Boynuzları daha uzun ve daha sivri hale gelmişti. Derisi daha çok daha koyu bir kırmızıya dönmüş ve vücudunda sürüngen pullarına benzer oluşmalar vardı, özellikle omuzlarında, bileklerinde, sırtının kuluçka bölgelerinde, göğüs genelinde ve bacaklarının üst baldır kısmının ön taraflarında. Ateşin içinden yeniden doğan KALU çıplaktı. Tek dizi yerde bir şekilde başı öne eğilmiş duruşundan diklenirken son derece kızgın bakışlarını İİS şehrine yönelten KALU hafiften kükremeyle karışık nefes alıp veriyor ve direkt olarak ona doğru bakan kilometrelerce uzaklıktaki dürbüne baktı. Bunu fark eden az önce ekran başındaki ve ekrana yapışmışçasına yaklaşmış olan asker bir kez daha şok oldu ve ekrandan uzaklaştı. KALU sanki direkt ona bakıyordu. KALU diklendikten sonra kollarını önce öne doğru sonrada geriye savurarak göğsünü gerdi ve çok gürültülü bir kükremeyle şiddetle havaya sıçradı ve gözden kayboldu. Asker kuleden koşarak çıktı ve bağırmaya başladı:

“HAZIR OLUN! HERKES TETİKTE OLSUN! GÖRDÜĞÜNÜZ HER ŞEYE ATEŞ EDİN!”

Hemen kendisi de askerlerin arasındaki yerini aldıktan sonra beklemeye koyuldu. Herkes gökyüzüne doğru bakıyor KALUN’nun nereden saldıracağını kestirmeye çalışıyor. Birkaç saniye geçtikten sonra KALU gökyüzünden şehrin ortasına doğru bir füze gibi inerek büyük çapta bir yıkım yarattı. Karşısına gelen her şeye saldırıyor hiç kimseyi es geçmiyordu. Yaklaşık 30 dakikadan az süren çarpışmada birliklerin yüzlerce kaybı oldu. Kalanlar kaçışmaya saklanmaya başladı. Hiç kimse onun karşısına çıkmaya cesaret edemiyordu. KALU çok fazla zalimdi, sivil veya asker, karşısına kim çıksa ezip geçiyordu. Sonunda şehrin sessizliğini yaralıların iniltileri bazen de çığlıkları bozuyordu. KALU şehrin ortasındaki vahşetin ortasında yıkılmış binaların enkaz tepelerinden birinde kendine enkazdan bir tahta oluşturmuş ve oturuyor, yarattığı yıkımı izlerken bir an için babasının ona iyilik yönünde verdiği dersler aklına geliyor ama bu onu daha fazla kızdırıyordu. Öylece otururken, düşünmeye başladı:

“Ben güçlüyüm, neden onlarla aynı statüde olmam gereksin. Ben güçlüyüm! Geri kalan herkes zavallı ve aciz yaratıklar! Bu gezegenin sahibi olacağım ve onlar ise benim hizmetkarlarım olacaklar! Burayla işim bittiğinde diğer sığınak gezegendeki Kasaala halkını da bulup onları da köle orduma katmalıyım. Evet bunu yapacağım.”

Yıkılmış bina parçacıklarından tahtında oturmuş başı öne eğik şekilde düşünürken KALU bir ses duydu. Başını yavaşça kaldırıp nefret dolu çatık kaşlı bakışlarıyla sesin geldiği yöne doğru baktığında yıkılmış bina enkazının altından birinin çıkmaya çalıştığını gördü. Tahtından usulca kalktı ve tepecikten o enkazın altından çıkmaya çalışan kişiye doğru yaylanarak yürümeye başladı. Alaycı bir gülümsemeyle ona doğru iyice yaklaştı ve hemen yanında yere çöktü. Öylece onu izlemeye koyuldu, hiç hareket etmiyordu. Enkaz kumları yarıldı ve aradan bir el çıktı hemen sonrasında çıkmaya çalışan kişinin başı göründü. Çıkmak için çırpınan kişi başını enkazdan kurtardıktan sonra şöyle bir etrafına bakmaya çalıştı. Arkasında duran KALU’yu henüz fark etmemişti. Acı çekerek etrafına bakarken sonunda hırıltılı bir nefes alıp veren birini duydu ve donup kaldıktan sonra çok yavaşça nefes alıp veren kişiye doğru döndü ve onu, KALU’yu gördüğünde dehşete düşerek çırpınmaya yalvarmaya başladı.

“LÜTFEN! Lütfen beni öldürme ben sana bir şey yapmadım. LÜTFEN BANA ZARAR VERME!!!”

KALU alaycı gülüşüyle önce ayağa kalktı ve tekrar ona doğru eğilerek onu başından kavradı, sonra tek eliyle onu enkazın içinden çıkartarak hafifçe kenara doğru savurarak bıraktı. Bu bir asker. Çarpışma esnasında hafif yaralanmış saklanırken enkazın altında kalmış. Asker yere düşüp KALU’ya baka kaldı ve ne yapacağını kestirmeye çalışıyordu. Aslında öleceğine emindi, merhamet dilenmeyi bile bırakmıştı. KALU ona doğru bir adım attı ve ona tepeden bakarak konuştu.

KALU : SEN ! mevkin ve görevin ne ?!

ASKER: Ben bir muhafızım efendim.

Efendim kelimesi KALU’nun hoşuna gitti. Pis bir gülümseme belirdi yüzünde ve ona doğru hafif eğilerek.

KALU: Bana neden efendim diye itap ettin ? bir kaç dakika önce düşmanındım. Aslında…. Hala düşmanınım!

ASKER: Emir aldık! Ben bir askerim efendim emirleri yerine getiririm.

KALU : Aldığın emir beni öldürmek mi idi ?

ASKER : Hayır! Diğerlerini senden mümkün olabildiğince korumak!

KALU askerin bu sözlerine fena kızmıştı. İki adım geriye çekildi ve haykırmaya başladı.

KALU : Benden korumak mı?! Ben size barışla geldim! Siz saldırdınız!!! ailemi yok ettiniz! Yani seni zavallı!, benim böyle olmamı siz istediniz!!! Siz ve üstleriniz ve şimdi sonuçlarına katlanacaksınız. Şimdi… Bana karşı savaşmaya mı devam edeceksin yoksa bana hizmet mi edeceksin? diye sordu KALU ve arkasını dönerek gene o enkazdan yarattığı tahtına yönelerek yürümeye başladı. Asker yayıldığı yerden acı çeker halde yavaşça diklenerek kalkmaya çalıştı. Sonunda zar zor da olsa ayağa kalkabildi. KALU tahtına yayılmış ve kendinden emin bakışlarıyla oturuyordu. Asker elini anlına koydu ve sonra o elini avucu yukarıya bakar şekilde KALU’ya uzattı ve sonunda eğildi (bu hareket KASAALA halkı arasında teslim olma anlamını taşır). KALU hafiften diklendi ve oturduğu yerde dirseklerini dizlerine ellerini de bir birine tutundurarak askere gözlerini iyice dikte ve ona emir verdi.

KALU: Git! Git ve sağ kalan herkesi topla ve karşıma getir! Ve onlara de ki: artık KALU’nun egemenliği başlıyor ve her şey değişecek, ya hizmetimde olsunlar yada hepsi ölsün!

ASKER : Ya gelmek istemezlerse ?

KALU : Gelecekler! (bunu söylerken yüzünde nefret dolu ve kükreme ile karışık sesini kullandı KALU)

Asker aldığı emri yerine getirmek için oradan ayrıldı. KALU oturduğu yerden kalktı, boynuzları alev gibi parlamaya başlamıştı. Olduğu yerde sağ bacağını kaldırıp yere büyük bir yankı yaratacak bir adım atarak ellerini geriye ve göğsünü öne iyice gererek muazzam gürültülü bir kükreme yaptı. Bunu sadece İİS şehri insanları duymadı. Kükreme kilometrelerce uzaklıktaki diğer şehirlerden de duyuldu. Bunlardan biri büyük ISLAK şehriydi.

İlk fethin ardından günler geçti ve başka hiçbir şehre saldırı olmadı. Konsüller başta olmak üzere tüm şehirlerdeki insanlar meraktan panikliyor ama kimse İİS şehrine birlik göndermeye cesaret edemiyordu. Orada olanları herkes duymuştu ve uydular aracılığıyla KALU nun acımasızlığını herkes ekranda izlemişti.

ISLAK. Akşam saatleri, konsey toplantı salonu…

Her an bir saldırı olmasını bekleyen diğer herkes gibi yönetici gurup konsey üyeleri de korkularını gizleyemiyordu. Gezegenin hemen dışındaki uzay istasyonundaki sığınaklarından gezegene dönüp onlar için büyük önem taşıyan konsey toplantı makamında toplantı düzenlenmesini talep eden JKLOD ilk çarpışmada ölen KAŞKL’dan sonraki en kıdemli üyeydi. Mekanda konsüllerle birlikte her birinin özel eğitimli ölüm makineleri olan dörder yakın muhafızları vardı. JKLOD dirsekleriyle masaya dayanmış elleri yüzünde tek bir noktaya kitlenmiş düşünürken diğer konsüller kendi aralarında fısıldaşarak içinde bulundukları mevcut durumun değerlendirmesin yapıyor aynı zamanda böyle kritik bir durumda neden şehre çağrıldıklarını merak ediyorlardı. JKLOD bir anda ellerini masaya hafifçe vurdu ve ayağa kalkarak koltuğundan yere uzanan lazer merdivenlerden yavaşça inerek masanın etrafından dolandı ve diğerlerinin önüne geçip durdu. Kafası yere eğikti ve henüz tek kelime etmemişti. Üyeler sessizliğe bürünmüş onu izliyordu.

JKLOD : Endişelerinizde oldukça haklısınız. Sizi böyle bir durumda buraya tehlikenin tam ortasına çağırmam hiçte doğru değil biliyorum. Fakat! Biz uzay istasyonlarındaki sığınaklarımızda güvenli bir şekilde oturup neler olacağını bilmeden beklerken diğer herkes aynını burada bekliyor. Peki sorarım size bu durum adil mi?

Diyerek sözüne nokta koyduktan sonra JKLOD konsey üyelerini teker teker süzer. Üyeler birbirlerine bakarak JKLOD un sözlerini utanç içinde onaylarlar. JKLOD onlara bakarken boynunda asılı olan altın konsey gerdanlığını söker. İki eline aldıktan sonra öylece bakar ve konuşmasına devam eder.

JKLOD : Sevgili kardeşlerim bizim önceliğimiz halkımızın güvenliği ve rahatlığı değil mi?

Üyelerin bazıları dikkatle gözlerini JKLOD’tan ayırmazken bazıları birbirlerine dönerek kafalarıyla onaylama hareketi yaparlar.

JKLOD : Peki. Size sorarım! İİS te olanları hepimiz gördük ve aynını burada olmasını beklerken günlerdir herhangi bir saldırı olmamasına karşın artık İİS şehrini gözleyemiyoruz.

Konsüllerden DAN sözünü keserek “Bu bilgi neden paylaşılmadı?’’ diye sordu.

JKLOD: sevgili DAN! Şu an tam olarak bunu yaptığımı sanıyorum!

Diyerek sert bir dille DAN’ı susturdu. Bu sert çıkışı DAN’ı olduğu gibi diğer üyeleri de şaşırttı. Kendisi de sert çıktığını fark ederek ondan özür diledi ve sözüne devam etti.

JKLOD : Uydularımız artık İİS’i gözleyemiyor duyamıyor hiçbir türlü bilgi toplayamıyor. Yani elimizde orada neler olduğuna dair tek bir bilgi yok ve bu durum beni çok endişelendiriyor.

Konsül LAKAN: Şehrin istihbarat engelleyici kalkanı devreye sokulmuş olmalı. Uydularımızı engelleyecek güce sahip tek şey o kalkanlar. Bu kalkanları bildiğiniz üzere kendim tasarladım.

JKLOD: Evet! Bu teknolojinin çok işe yarar bir ürün olduğunu itiraf etmeliyim kardeş LAKAN. Aslında kullanmak zorunda kalacağımızı hiç düşünmemiştim. Ve gerçekten de biz kullanmadık. Peki ya bu yaratığın kalkandan nasıl haberi olabilir veya kullanmayı nasıl bilebilir.

Üye SİHAM : Bu sorunun cevabı çok basit! Askerlerden birini esir alıp bilgi almış olmalı ve daha sonra onu da öldürmüştür.

Üye LAKAN : oradaki herkesi öldürdüyse şehirde olup biteni görmememizi neden istesin.

Şehir de neler olup bittiği hakkında her hangi bir bilgi alamayan konsül yetkilileri iyice endişeye düşmeye başladı fakat bu durum onlara cesarette kazandırmış olmalı ki sonunda İİS’e bir birlik göndermek için işe koyulmuşlardı. Bu birlik bir casusluk görevi yapacak ve şehirde olup biteni direkt olarak konsüllerin kendilerine rapor edeceklerdi. Bu işle kalkanı da tasarlayan LAKAN ilgilendi ve en çok güvendiği altı askerini kendi bizzat toplantı düzenleyerek silahlandırdı ve sızma harekatına komuta etmek üzere şahsi koruması SUHA’yı da ekibin başına getirdi. Ve yedi cesur asker İİS’e doğru sürecek karadan yaklaşık on iki saatlik yolculuğa koyuldular. Karadan gidiyorlardı çünkü havadan veya herhangi bir kara aracı bile fazla dikkat çekebilirdi ve bu durum onların göze alamayacakları bir tehlike unsuruydu. Suha çok deneyimli bir üst düzey rütbeye sahip tecrübeli bir asker ve savaşçıdır. Yol boyunca tüm tecrübesini konuşturan SUHA askerlerini İİS’in surlarına kadar getirmeyi başardı ama bu işin en kolay kısmıydı ve bunun en çok o farkındaydı. Şimdi artık işin en zor kısmı yani şehre sızmanın zamanıydı. Şehre bir kilometre uzaklıkta ormanın içinde bir pusu kurmak üzere emir verdi SUHA. Askerler emrin üzerine beş metre karelik bir alana yansıtıcı modülleri sabitleyerek aktive ettiler. Bu modüller bir nevi görünmezlik sağlıyor ve çemberin içinde bulunanları sanki orada yoklarmış gibi gösteriyordu. Şehre sızma harekatını başlatmak için gecenin en karanlık saatini beklemeye koyuldu ve bu esnada gözlemci ikili ALKİ ve ŞLUKA işe koyuldu. Kendi aralarında bile hiç ses çıkarmıyor ve konuşmadan işaret dilinde bir birine bilgi veriyorlardı zira şehri koruyan sur gözlem robotları en ufak bir sesi tarayıp ayrıştırdığında doğa dışı bir hareketin olduğu noktada bulunan her şeyi tek bir lazer topu atığıyla yok edebiliyordu. Tabiki bu bu robotlar sur duvarlarının neresinde olduğu görünmeyecek şekilde tasarlanıp kamufle edilmiştir. ALKİ ve ŞLUKA tam olarak ta bu işle ilgileniyor ellerinde ve gözlerindeki bu işe özel cihazlarıyla bu robotları bulmaya çalışıyorlardı. ŞLUKA birinin yerini belirledi ve arkasında onun talimatını bekleyen arkadaşı HOL’a işaret verdi. HOL elinde hazır beklettiği sistem bozucu tüfeğini işaret edilen noktaya doğrultarak hedef aldı ve düğmeye bastı, bu tüfeğin gönderdiği sinyal robotun tüm devrelerini yakarak onu tamamen etkisiz hale getirdi. Bu şekilde yollarının üzerindeki dört ayrı robotu daha etkisiz hale getirdiler. Temiz bir iş olmuştu ve her şey yolunda gidiyordu. Gezegenin etrafında ki iki güneşte ayrı yönlere doğru gitmiş ve İİS şehri geceye bürünmüştü, artık hareket vakti geldi. SUHA son gir kez sur savunma mekanizmalarını bizzat kontrol ettikten sonra hareket emri verdi. Surun dibine vardılar çok sessiz ve titizce. Kendilerinin olduğu kadar şehir de sessizdi ve bu aslında onların aklına tek bir şey getiriyordu, orada yaşayan kimse kalmamıştı. Ama ya kalkan, neyi koruyordu o zaman?… DEVAM EDECEK.

Sizden Gelenler – İbrahim Yurtcu

Hikayenin Bölümlerini Okumak İçin

  1. Bölümü okumak için TIKLAYINIZ
  2. Bölümü okumak için TIKLAYINIZ

Exit mobile version