Şişedeki Not

Gizemli Öykülerden; “Şişedeki Not”

13 Bir anlık ömrü kalmış kişinin saklayacak şeyi yoktur.

Vatanım ve ailem hakkında anlatacak pek fazla şeyim yok. Kötü alışkanlıklar ve geçen uzun yıllar beni birinciden uzaklaştırdı, diğerindense kopardı. Ailemden miras kalan servet iyi bir eğitim görmemi ve sorgulamaya yatkın aklım ise gençliğimde yaptığım sıkı çalışmaların birikimini yöntemsel bir temele oturtmamı sağladı. Alman ahlakçıların eserleri bana her şeyden çok haz verdi. Onların o etkileyici sözlerinin ardındaki deliliğe sakıncalı bir hayranlık duyduğumdan değil de, sarsılmaz düşünme yeteneğimle hatalarını rahatlıkla saptayabildiğim için. Dehamın yavanlığı nedeniyle pek çok kez eleştiriye uğramışımdır. Hayal gücümün noksanlığı bana bir suçmuş gibi yansıtılmıştı. Fikirlerimdeki Pyrrhonculuk (Ünlü Yunan filozof (MÖ 360-275) Phyrrhon tarafından kurulan, insanın bilgiye ulaşmasının olanaksız olduğunu savunan felsefe. Her görüş için leyhte ve aleyhte aynı derecede güçlü olan kanıtlar vardır. Dolayısıyla yapılması gereken en iyi şey hiçbir tarafa meyletmemek, hiçbir şey söylememek, yargıyı askıya almaktır.) ise kötü bir üne sahip olmama yol açtı. Gerçekten de fiziksel felsefeden aldığım büyük zevk ne yazık ki bu çağın çok sık rastlanan bir hatasına düşmeme yol açmıştı. Olayları bu bilimin ilkelerine bağlamak, en ilgisiz olanı bile o bilimin ilkeleriyle açıklamaktan söz ediyorum. Bütünü düşünüldüğünde, hurafeler ignes fatuisi (Yanıltıcı, cezp edici şey.) tarafından gerçeğin keskin sınırlarından uzaklaştırılmaya benim kadar az yatkın olamaz. Bunları en başından açıklamaya gerek görmemin nedeni, anlatmak zorunda olduğum inanılmaz öykünün hayalin gücü, yerine ulaşmayan bir mektup ve boşluktan ibaret olan bir zihnin olumlu deneyimleri yerine kaba bir imgelemin hezeyanları olarak algılanmasını istememem.

Yurt dışında yıllarca yolculuk ettikten sonra 18…. yılında zengin ve kalabalık Cava Adası’ndaki Batavia limanından Sunda takımadalarına doğru giden gemiye binmiştim. Herhangi bir yolcu gibiydim. Bir iblis benzeri peşimi bırakmayan sinirli tedirginlikten başka bir yolculuk nedenim yoktu.

Gemimiz yaklaşık dört yüz ton ağırlığında, bakır kaplama ve Bombay’da, Hint meşesinden yapılmış güzel bir gemiydi. Lachadive Adaları’ndan yüklenmiş ham pamuk ve yağ taşıyordu. Gemide bunun yanında hindistancevizi lifi, hurma şekeri, manda yağı, kakao ve birkaç sandık da haşhaş bulunuyordu. Yükleme işi beceriksizce yapıldığı için geminin dengesi sürekli bozuluyordu.

Hafif bir rüzgarın yardımıyla yol alarak Cava’nın doğu kıyısında günlerce kalmıştık. Takımadaların gördüğümüz küçük adacıkları dışında rotamızın tekdüzeliğini azaltan hiçbir olayla karşılaşmadık.

Bir akşam, küpeşteye yaslanırken kuzeybatı yönünde tuhaf, diğerlerinden ayrı bir bulut fark ettim. Renginin şaşırtıcı olmasının yanında Batavia’dan yola çıktığımızdan bu yana gördüğümüz tek buluttu. Günbatımına dek onu dikkatle gözlemledim. Sonunda aynı anda hem doğu hem de batıya doğru yayıldı, ince bir buhar tabakası şeklinde ufku kapladı. Uzunca bir kumsal şeridi gibi bir görüntü oluşturdu.

Çok geçmeden ayın koyu kızıl rengi ve denizin tuhaf görüntüsü de dikkatimi çekmişti. Deniz hızla değişiyordu ve su her zamankinden daha saydamdı. Dibini belirgin şekilde görebilmeme karşın, iskandili attığımda geminin on beş kulaca indiğini fark ettim. Hava, dayanılamayacak kadar sıcaktı, ve harlı bir ütüden yükselen sarmal buharla yüklüydü. Gece ilerledikçe esinti dindi ve ortalığı akla hayale gelmez yoğunlukta bir kıpırtısızlık kapladı. Pupa tarafında yanan mumun alevi titremiyordu neredeyse ve iki parmak arasında duran uzun bir saç teli bile en ufak bir hareket göstermiyordu. Yine de kaptan, herhangi bir tehlike belirtisi görmediğini söylediğinden ve kıyıya doğru sürüklendiğimiz için, yelkenlerin sarılmasını ve demir atılmasını emretti. Gözcüye gerek görmedi ve çoğunluğu Malayalılardan oluşan tayfa güverteye yayıldı. Aşağı inerken içimde kötü bir his vardı. Gerçekten de her ipucu samyelinin patlayacağına dair korkumu güçlendiriyordu. Kaptana korkularımdan bahsetsem de anlattıklarıma kulak asmadı, cevap vermeye bile tenezzül etmemişti. Benimse gerginliğim uyumamı engellemişti ve vakit gece yarısına yaklaşırken güverteye çıktım. Ayağımı merdivenin üst basamağına atacakken, ancak hızla dönen bir değirmen çarkının çıkarabileceği müthiş bir uğultuyla sarsıldım ve daha ne olup bittiğini anlayamadan geminin orta yerinden sarsılmaya başladığını gördüm. Hemen sonra, dev bir köpük yığını bizi alabora etti ve baştan kıça doğru hızla ilerleyerek bütün güverteyi pruvadan pupaya kadar sildi süpürdü.

Patlamanın şiddeti, geminin kurtulmasını sağlamıştı. Tamamen suyla dolmuş olmasına rağmen, direklerinin batmasıyla birlikte gemi bir dakika kadar sonra denizden ağır ağır yükseldi. Fırtınanın muazzam basıncıyla bir süre yalpaladıktan sonra dengesini buldu…..   Aşağıdaki sayfa numaralarını tıklayarak hikayenin devamını ve  istediğiniz sayfasını okuyabilirsiniz…

Beni ölümden hangi mucizenin kurtardığını bilmem imkansız. Dalgaların yaşattığı şaşkınlığı atlattıktan sonra kendimi kıç direğiyle dümen arasında sıkışmış buldum. Güçlükle ayağa kalktım, sersemlemiş halde etrafa bakınırken ilk olarak dev dalgalar arasında kaldığımızı düşündüm. Bizi yutmuş olan dağ boyundaki ve köpüklü girdap en çılgın hayalin bile ötesinde bir korkutuculuğa sahipti. Çok geçmeden, biz tam limandan ayrılacakken gemiye binmiş olan ihtiyar İsveçlinin sesini duydum. Ona vargücümle seslendim ve o da sendeleyerek geminin kıç tarafına geldi. Kazadan sadece ikimizin kurtulduğunu anlamamız uzun sürmemişti. Bizden başka güvertedeki herkes sulara gömülmüştü. Kaptan ve yardımcıları da uykularında ölmüş olmalıydı çünkü kamaraları da su basmıştı. Yardım almadan geminin güvenliğini sağlamak için yapabileceğimiz çok fazla şey yoktu ve çabalarımız aniden bastıran batma korku nedeniyle kesintiye uğramıştı. Palamarımız, kasırganın ilk esişiyle birlikte parçalara ayrılmıştı elbette, yoksa batmamız işten değildi. Deniz bizi önüne katmış korkutucu bir hızla sürüklüyordu ve üzerimize fışkıran sular nedeniyle ıslanıyorduk. Geminin kıç tarafının iskeletinde hasar büyüktü, hemen her yerden ağır yaralar almıştık. Ama pompaların tıkanmadığını, safraların fazla yer değiştirmediğini görünce çok sevindik. Fırtınanın o ilk hızı kalmamıştı ve rüzgarın şiddetinden fazla endişe etmiyorduk. Buna karşın hepten kesilmesini dehşet içinde beklemeye koyulduk. Denizin çok geçmeden devasa biçimde kabaracağından, geminin bu perişan haliyle buna dayanamayacağından ve kaçınılmaz biçimde öleceğimizi çok iyi biliyorduk. Yine de bu kaygı kısa zamanda doğrulanacağa pek benzemiyordu. Tamı tamına beş gün ve beş gece boyunca –bu sürede tek yiyeceğimiz ön kasaradan binbir zahmetle temin ettiğimiz azıcık hurma şekeriydi- hantal gemi, o samyelinin ilk darbesiyle kıyaslanmasa da o zamana dek eşi benzerini görmediğim bir fırtınanın sert, art arda esen rüzgarlarına meydan okudu amansızca. İlk dört günlük rotamız –ufak sapmalar haricinde- GD ve G idi. Yeni Hollanda kıyısından ilerlemiş olmalıyız. Beşinci gün, rüzgarın daha kuzeye doğru yön değiştirmesine karşın hava aşırı soğumuştu. Güneş hastalıklı, solgun bir ışıkla doğmuş ve hiçbir parlaklık saçmadan ufkun birkaç derece üzerine tırmanmıştı. Hiç bulut yoktu görünürde, ancak şiddetini giderek artıran rüzgar öfke nöbetine tutulmuş gibi düzensiz ve aralıklarla esiyordu. Tahminen öğleye doğru, yeniden ortaya çıkan güneş takılmıştı gözümüze. Işık saçtığı söylenemezdi. Sanki tüm ışınları kutuplaşmış gibi, donuk ve kasvetli parıltısının herhangi bir yansıması yoktu. Kabarmış denize batmadan önce ortasındaki ateş sanki tarifsiz bir güç tarafından söndürülmüşçesine birden kayboldu. Dipsiz okyanusa gömülürken sönük, gümüşi bir halkadan ibaretti.

Altıncı günün gelmesini boşuna bekledik. O gün benim için hala gelmiş değil. İsveçli için de durum aynı. O andan itibaren zifiri karanlığa gömülmüştük. O kadar ki geminin yirmi adım ötesini göremiyorduk. Denizin Tropiklerde alıştığımız o fosforlu ışıltısını aratan sonsuz gece sarmıştı çevremizi. Fırtına aynı şiddette devam ediyor da olsa, o ana kadar bize eşlik etmiş dalga ya da köpükleri artık göremeyeceğimizi anlamıştık. Her yanımızı korku, koyu karanlık ve kara, yapışkan bir çöl çevirmişti. Hurafelerin yarattığı bir korku ağır ağır ihtiyar İsveçlinin ruhuna işliyordu, benim ruhumdaysa suskun bir şaşkınlık ağır basıyordu. Geminin bakımıyla hiç uğraşmadık. Zaten yararı da yoktu. Kendimizi mizana direğine sımsıkı bağlayarak bu okyanus dünyasına acı acı baktık. Geçen zamanı hesaplamanın herhangi bir yolu yoktu. Bulunduğumuz yeri de kestiremiyorduk. Yine de hiçbir denizcinin daha önce gitmediği kadar güneye açıldığımızın farkındaydık ve bildik buz kütlelerinin karşımıza çıkmamış olmasına şaşırıyorduk. Bu arada her an, son anımız olduğu tehdidinde bulunuyordu bize. Her dalga sanki bizi yutma telaşındaymış gibi yükseliyordu. Denizin böylesine kabaracağı aklımın ucundan geçmezdi, hemen sulara gömülmememiz bir mucizeydi. Arkadaşım, yükümüzün hafifliğinden dem vurdu ve gemimizin üstün özelliklerini hatırlattı bana. Benimse umudun bile ne kadar umutsuzca olduğunu hissetmekten başka bir şey gelmiyordu elimden ve ilerlediğimiz her mil ile birlikte kapkara denizin kabarışı iyiden iyiye ürkütücü hale geldikçe hiçbir şeyin bir saatten daha fazla yanımıza uğramasını geciktiremeyeceğini düşündüğüm ölüme hazırlıyordum kendimi. Ara sıra Albatrosun bile erişemeyeceği bir yükseklikte soluksuz kalıyor. Bazen de havanın durgunlaştığı, hiçbir sesin Kraken kuşunun uykusunu bölmediği sulu bir cehenneme baş döndürücü bir hızla çakılıyorduk.

Uçurumlardan birinin dibine varmışken, arkadaşımın korku dolu feryadı böldü geceyi. “Bak! Bak!” diye haykırıyordu. “Aman Tanrım! Bak! Bak!” O bağırırken, içine yuvarlandığımız derin uçurumun kıyılarından akan ve aralıklarla aydınlatan donuk, koyu kızıl renkteki ışığı fark ettim. Gözlerimi yukarı kaldırdığımda kanımı donduran bir sahneyle karşılaştım. Tam tepemizde, korkutucu bir yükseklikte ve dik uçurumun tam kıyısında, belki de dört bin tonu bulan devasa bir gemi duruyordu. Kendi yüksekliğinin yüz katı büyüklüğünde bir dalganın üstünde olmasına karşın bu hatta ya da Doğu Hindistan hattındaki gemilerden çok daha kocaman görünüyordu. İri gövdesi koyu, paslı bir siyah renge sahipti. Üzerinde gemilere özgü herhangi bir oyma görünmüyordu. Açık lombar kapaklarından pirinçten yapılma bir dizi topun ağzı uzanıyor ve geminin armasından bir öne bir arkaya sallanan sayısız savaş fenerinin alevi bu topların cilalı yüzeylerine vuruyordu. Ancak bizde asıl dehşet ve hayret uyandıran, geminin o doğaüstü denizin ve dizginlenemez kasırganın ortasında yelkenle yol alıyor oluşuydu. Onu ilk gördüğümüzde yalnızca loş, derin ve ürkütücü uçurumun kenarında inip kalkan pruvasını fark etmiştik. Müthiş bir dehşet anından sonra, sanki kendi azameti üzerine düşünürcesine durakladı, sonra sarsılarak yalpalamaya başladı ve hızla düştü.

O anda kendimi nasıl olup da toparladığımı bilmiyorum. Olabildiğince hızla uzaklaşarak az sonra bastıracak felaketi bekledim korkusuzca. Sonunda çabalamaktan vazgeçmiş olan gemimizin burnu batmaya başlamıştı. Sulara gömülen kütlenin şoku, geminin zaten su altında olan bölümünü vurmuş, sonuçta kaçınılmaz olarak beni karşı konulmaz bir güçle yukarı, o yabancı geminin armasına fırlatmıştı.

Ben üzerine düşerken gemi yukarı yükselip olduğu yerde durdu. Tayfaların gözünden kaçmış oluşumu da bunun yarattığı kargaşaya bağlıyorum. Pek zorlanmadan, yarı aralık olan ambar kapağından içeri süzüldüm ve kısa sürede geminin içinde gizlenebileceğim bir yer buldum. Bunu neden yaptığımı ben de bilmiyorum. Belki de gizlenmemin asıl sebebi geminin tayfalarını görür görmez hissettiğim korkuyla karışık şaşkınlıktı. Kendimi daha ilk bakışımda belli belirsiz bir aykırılık, kuşku ve endişe ipuçları hissettiğim bu insan ırkına teslim edemezdim. Böylelikle gemide gizlenecek bir yer bulmayı uygun görmüştüm. Bunu ise yerinden oynayan bazı tahtaları hareket ettirerek geminin dev kaburgasında kendime bir yer açarak yapmıştım.

İşimi tam bitirmiştim ki, ambardan gelen ayak sesi yüzünden burayı kullanmak zorunda kaldım. Birileri saklanma yerimin yanından bitkin, kararsız adımlarla geçti. Yüzünü göremiyordum, ama genel görünüşünü saptama fırsatı buldum. Epey yaşlı ve hasta olduğu izlenimi uyandırıyordu. Dizleri yılların ağırlığı ile bükülüyor ve gövdesi bu ağırlıkla titriyordu. Kısık, hırıltılı bir sesle anlayamadığım bir dilde, kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu. Sonra tuhaf görünüşlü bazı gereçlerle, çürümüş haritaların yığıldığı bir köşede el yordamıyla bir şeyler aradı. Tavırları ömrün bu ikinci çocukluk yıllarının huysuzluğu ve Tanrı’nın vakur asaletinin vahşi bir karışımıydı. Sonunda güverteye çıktı ve onu bir daha görmedim.

Tarifsiz bir duygu ruhumu ele geçirdi. Analize izin vermeyen, geçmişin derslerinin karşısında yetersiz kaldığı ve geleceğin anahtarını da bana sunmayacağından korktuğum bir sezgi. Benimkisi gibi bir akıl için bu sonuncu ihtimal meşum bir düşünce. Asla –biliyorum asla- düşüncelerimin kaynağı konusunda tatmin olamayacağım. Yine de yepyeni kaynaklardan doğdukları için bu düşüncelerin belirsiz olmaları şaşırtıcı değil. Yeni bir anlam, yeni bir varlık ekleniyordu ruhuma.

Bu korkunç geminin güvertesine ayak basalı çok oldu ve galiba kaderimin ışınları tek bir yerde odaklanmaya başlıyor. Anlaşılmaz bazı adamlar! Kavrayamadığım konulara ilişkin derin düşüncelere dalmış olarak yanımdan, beni fark etmeden geçiyorlar. Saklanmam tam bir aptallıkmış, çünkü bu insanlar görmüyor. Daha demin ikinci kaptanın gözü önünden geçtim. Kısa süre önce de kaptanın özel kamarasına girmeye cesaret ederek bu notları yazmayı sağlayan gereçleri aldım. Ara sıra bu günlüğe yazmayı sürdüreceğim. Bunu belki dış dünyaya ulaştırmanın fırsatını bulamayabilirim doğru, bu çabayı göstermekte kararlıyım. En sonunda bu notu bir şişeye koyup denize atacağım.

Bana üzerinde düşünecek yeni bir alan sağlayan bir olayla karşılaştım. Böyle şeyler kontrol edilemeyen talihin bir işi mi acaba? Güverteye çıkmış, kimsenin dikkatini çekmeden filikanın hemen dibinde yer alan bir ıskalarya ve eski yelken yığınının üzerine atmıştım kendimi. Kaderimin tuhaflığı üzerine düşünürken, farkında olmadan bir katran fırçasını yanımdaki fıçının üzerinde duran düzgünce katlanmış bir cunda yelkeninin uçlarına sürmüşüm. Cunda yelkeni o anda geminin üstünde bağlı halde duruyor ve fırçanın rastgele dokunuşları KEŞİF sözcüğünü ortaya çıkarıyordu.

Son günlerde geminin yapısı üstüne sık sık gözlemlerde bulundum. Silahla donatılmış olsa da bir savaş gemisi olduğunu düşünmüyorum. Arması, yapısı ve donanımı bu varsayımı hiç desteklemiyor. Ne olmadığını çabucak anlayabiliyorum da ne olduğunu söylemek zor. Tam olarak adlandıramıyorum ama o garip modelini ve benzersiz direklerini, devasa gövdesini ve alabildiğine geniş yelkenlerini, yalın pruvasını ve epey eskimiş kıç tasarımını incelerken bazen zihnimde tanıdık bir şeyler beliriyor. Bu bulanık anıların gölgelerine her zaman kadim zamanlardan kalma yabancı günlüklerin ve çağlar öncesinin tarifsiz hatıraları karışıyor.

Geminin kaburgasını inceliyorum. Yabancısı olduğum bir malzemeden imal edilmiş. Tahtadaki o tuhaf özellik sanki bana bu tür işlerde uygun olmadığını düşündürüyor. Sözünü ettiğim şey yıllar içinde çürümesinden ayrı, denizlerde uzun süre seyretmesinin sonucu kurtlar tarafından yenmesinden bağımsız olarak aşırı gözenekli yapısı. Belki de fazla meraklı birinin gözlemi gibi gelebilir ama bu tahta, eğer bodur meşe bazı doğadışı yollarla şişirilebilseydi bodur meşenin her özelliğini taşırdı.

Yukarıdaki cümleyi okurken, her türlü hava koşulunu görmüş ihtiyar bir Hollandalı gemicinin garip bir vecizesini hatırlıyorum. Sözlerinin doğruluğundan şüphe duyulduğunda, “Bu söylediğim” derdi “geminin gövdesini bir denizcinin bedeni gibi büyüten denizin varlığı kadar gerçek.”

Bir saat kadar önce kendimi bir grup tayfanın arasına atacak kadar topladım cesaretimi. Benimle hiç ilgilenmediler. Tam ortalarında durmama karşın varlığımdan büsbütün habersiz görünüyorlardı. Ambarda rastladığım adam gibi onlar da kocamışlığın izlerini taşıyorlardı. Saçları kırlaşmıştı, dermansızlıktan dizleri titriyordu, omuzları çökmüştü, buruşmuş tenleri rüzgarda ürperiyordu. Sesleri kısık, titrek ve boğuktu. Gözleri yılların hummasıyla parıldıyordu. Kır saçları fırtınada sağa sola savruluyordu. Çevrelerinde, güvertenin her yerinde, ne zaman yapıldıkları hiçbir şekilde anlaşılmayan garip matematiksel gereçler duruyordu.

Biraz önce cunda yelkeninin bağlı oluşundan söz etmiştim. O zamandan beri rüzgarsız kalan gemi, güneye doğru hızla ilerlemeyi sürdürdü. Direklerinden seren uçlarına kadar bütün yelken parçaları katlanmış ve aralıksız olarak insanın hayalinin alamayacağı korkunçlukta bir su cehennemine dalıyor. Güvertede durmanın imkansızlığını anlayınca demin oradan ayrıldım. Gerçi tayfalar pek güçlük geçmiyor gibi. Denizin dev gemimizi bir anda ve sonsuza dek yutmaması bana mucizelerin mucizesi gibi geliyor. Anlaşılan sonsuzluğun kıyısında, uçuruma doğru son bir dalış yapmadan denizde seyretmeye mahkum edilmişiz. Şimdiye dek gördüklerimden bin misli sersemletici dalgaları ok hızında uçan bir martı rahatlığıyla aşıyoruz. Bu devasa dalgalar, yalnızca ucuz tehditler savurabilen ve öldürmeleri yasaklanmış derinlere ait su iblisleri gibi başımıza üşüşüyor. Ölümden sık sık kurtulmamızı, ister istemez böyle bir etkiyi yaratabilecek tek doğal nedene bağlıyorum. Geminin güçlü bir akıntının ya da esaslı bir girdabın etkisine girdiğini düşünmem şart.

Kaptanla yüz yüze geldim üstelik de kendi kamarasında. Ama tam da beklediğim gibi benimle hiç ilgilenmedi. Dışarıdan bakan birine sıradışı gelebilecek hiçbir özelliği olmasa da ona karşı bir hayranlık ve bununla karışık dizginlenemez bir huşu ve hayret duyuyordum. Boyu benim kadar, yani 170 santim dolaylarındaydı. Bedeni nazik, ince, ne tıknaz ne de çelimsiz. Ancak yaşlılığın yoğun, muhteşem, ürkütücü kanıtını yansıtan yüzündeki o ifadenin eşsizliği öylesine mutlak, öylesine fazlaydı ki ruhumda bir duygu –tarifsiz bir his- uyandırdı. Alnı, pek kırışmamış olsa da çok uzun yılların izlerini taşıyor sanki. Kırlaşmış saçları geçmişin tutanakları, saçlarından daha kır olan gözleri geleceğin kehanetleri. Kamaranın döşemesine garip, kalın, demir kopçalı dosyalarla, paslanıp çürüyen ölçme aletleri ve çoktan unutulmuş, işlevini yitirmiş haritalar saçılmıştı. Kaptan başını ellerinin arasına almış, ateşli, tedirgin gözlerle elindeki bir kağıdı inceliyordu. Bir görev belgesi olmalıydı bu ve muhakkak ki bir hükümdarın imzasını taşıyordu. Mürettebat geçmişe gömülü asırların hayaletleri gibi ortalıkta salınıyor. Gözlerinde istekli ve tedirgin bir ifade hakim. Savaş fenerlerinin vahşi ışığında parmakları yolumu kesince daha önce hiç bilmediğim bir duyguya kapılıyorum. Her ne kadar ömrüm boyunca antika ticareti yapmış da olsam, Balbec, Tadmore ve Persepolis’teki yıkık sütunların gölgelerini ruhum bir enkaza dönüşene kadar içmiş olsam da.

Etrafıma bakınca o ilk korkularımdan utanıyorum. Şu ana kadar peşimizi bırakmayan fırtına beni korkudan titrettiyse, rüzgarla okyanusun giriştiği ve hortum, samyeli gibi sözcüklerin bile anlatmakta yetersiz kaldığı bu denizle rüzgar savaşı beni korkudan öldürmeyecek mi? Geminin çevresinde sonsuz gecenin karanlığıyla köpüksüz dalgaların kargaşası sürüyor. Ama her iki tarafımızda bir fersah ötede, ara sıra baş döndürücü buz kütlelerinin belli belirsiz, bomboş göğe doğru evrenin surları gibi yükseliyorlar.

Düşündüğüm gibi, gemi bir akıntıya kapılmış. Tabii eğer bu kelime beyaz buzlara çarpıp uğuldamasının ardından güneye doğru bir şelale hızıyla ilerleyen bir gelgiti anlatmaya yakınsa. Yaşadığım dehşeti göz önüne getirmek imkansız olsa gerek. Yine de bu acımasız yörelerin sırlarını çözme merakı, umutsuzluğuma bile baskın çıkıyor. Bu gidişle beni ölümün en iğrenç şekline bile razı edecek. Heyecan verici bir bilgiye doğru hızla ilerlediğimiz açık. Asla paylaşılamayacak, erişilmesi yok olmak anlamına gelen bir sırra. Belki de bu akıntı bizi tam güney kutbuna sürüklüyor. Böylesine çılgın bir varsayımın çok muhtemel olduğunu itiraf etmek gerek.

Tayfalar güverteyi tedirgin ve titrek adımlarla arşınlıyor. Ancak yüzlerinde  umutsuzluğun kayıtsızlığından çok umudun hareketliliği var. Bu arada rüzgar hala kıçtan esiyor ve brandalarla yüklü olan gemi ara sıra sulardan sıyrılıyor. Ah felaketlerin en beteri! Buz ansızın sağa ve baş döndürücü bir hızla dev, eşmerkezli çemberler çizerek surları karanlıkta ve uzaklarda kaybolan muazzam bir amfiteatrın çevresinde dönüyoruz. Ama benim kaderim üstüne düşünecek pek vaktim yok. Halkalar gittikçe daralıyor. Girdabın içine delicesine dalıyoruz. Ve gemi okyanusla fırtınanın kükremeleri, gümbürtüsü ve gürlemeleri arasında titriyor, aman Tanrım! Ve batıyoruz.

NOT: “Şişedeki Not” ilk kez 1833 yılında yayımlandı ve Mercator’un haritalarını yıllar sonra ancak inceleyebildim. Bu haritalarda okyanus Kuzey Kutup Girdabı’na doğru dört aylık bir sürede akan ve oradan yeryüzünün derinliklerine inen hızlı bir akıntı olarak betimleniyor. Kutupsa muazzam yüksekliğe sahip siyah bir kaya olarak gösterilmiş.

Edgar Allan Poe

Exit mobile version