Dehşet Hikayeleri; “Randevu”

Dehşet Hikayeleri

Dehşet Hikayeleri; “Randevu”

Bekle beni orada! O derin vadide Seninle buluşmakttı gecikmeyeceğim.
(Karısımn cenaze merasiminde Chichester piskoposu Henry King’in yaktığı ağıt.)

Kendi hayal gücünün parlaklığında yitmiş ve kendi gençliğinin alevleriyle yanıp kül olmuş, bahtı kara ve esrarengiz insan! Hayalimde yine seni görüyorum! Bir kez daha görüntün gözlerimin önünde dikeliyor! Ama soğuk gölgeler vadisinde değil -olman gerektiği gibi- Palladio tarzı saraylarının kocaman pencereleri sessiz suların esrarına derin ve acı bir ifadeyle bakan, denizler cennetinin sevilen yıldızı senin kendi Venedik’inde bu kasvetli hayaller kentinde görkemli düşünceler içerisinde bir hayat sürerken. Evet! Tekrar ediyorum -olman gerektiği gibi. Bu dünyadan başka dünyaların, çoğunluğun düşüncelerinden başka düşüncelerin, safsatacının akıl yürütme tarzından başka akıl yürütme tarzlarının da bulunduğuna hiç kuşku yok. O zaman, kim senin davranış tarzını sorgulayabilir? Gönül gözüyle gizli şeyleri görmekle geçirdiğin saatler için kim seni suçlayabilir ya da bitip tükenmez enerjinin dışavurumundan başka bir şey olmayan uğraşılarını hayatın harcanması olarak ayıplayabilir?

Sözünü ettiğim kişiyle üçüncü ya da dördüncü buluşmam Venedik’te, Ponte di Sospiri (Ponte dei Sospiri (İç Çekişler Köprüsü): Dükün Sarayı ile eski hapishane arasında yer alan ve Lord Byron’ın dizeleriyle meşhur ettiği köprü. ) adı verilen üstü kapalı kemerin altında oldu. Bu buluşmanın ayrıntılarını hayal meyal anımsıyorum. Ama, yine de, zifiri karanlık geceyi, İç Çekişler Köprüsü’nü, kadın güzelliğini ve dar kanal boyunca yukarı aşağı azametle dolaşan Romantik Aşk Ruhunu çok iyi anımsıyorum -ah, nasıl unutabiiirim ki?

Alışılmadık derecede kasvetli birgeceydi. Piazza’nın (San Marco Meydanı) büyükçanı İtalyan akşamının beşini (Sabahın beşİ.) vurdu. Çan Kulesi’nin meydanı sessiz ve ıssız uzanıyor, eski Dük Sarayı’nın ışıkları birbiri ardı sıra hızla sönüyordu. Büyük kanal yoluyla Piazetta’dan evime dönüyordum. Ama gondolum San Marco Kanalı’nın ağzına yaklaşırken, iç taraflardan gelen yabanıl, isterik ve uzun bir kadın çığlığı ansızın gecenin sessizliğini bozdu. Ben bu sesle irkilerek sıçrayıp ayağa kalkarken, gondolcu küreğini elinden kaçırdı; zifiri kararılık sularda gözden yiten küreği yeniden bulmanın imkanı yoktu; böylece, bu noktada büyük kanaldan küçük kanala doğru yönelmiş olan akıntının insafına kalmış olduk. Pencerelerde ve Dük Sarayı’nın merrdivenlerinde parıldayan binlerce meşale koyu karanlık geceyi ansızın soluk ve olağandışı bir gündüze çevirirken, biz kara tüylü kocaman bir akbaba gibi yavaşça İç Çekişler Köprüsü’ne doğru sürükleniyorduk.

Annesinin kolları arasından kayan bir çocuk yüksek bir binanın üst kat pencerelerinin birinden derin ve karanlık kanala düşmüştü. Durgun sular yavaşça kurbanının üstüne kapanmıştı; görünürdeki tek gondol benimkisi olsa da, çoktan suya adamış güçlü kuvvetli bir yüzücü boş yere suyun yüzeyini araştırmaktaydı, ama bulunması gereken hazine ne yazık ki dibe batmıştı. Sarayın girişindeki siyah mermerden geniş kaldırım taşları üzerinde, sudan birkaç basamak ötede, görerilerin bir daha unutamayacağı biri duruyordu. Bu, bütün Venedik’in tapındığı, neşeliler neşelisi, güzeller güzeli Marchesa Aphrodite idi, ama ihtiyar entrikacı Mentani’nin hala genç olan eşi, şu anda karanlık suların dibinde yüreğine çöken acı duygularla anneciğinin tatlı akşamalarını düşünen ve anneciğinin adını haykırmaya çalışırken minik yaşamını tüketen o güzel çocuğun -ilk ve tek çocuğunun- annesi.

Marchesa tek başına duruyordu. Küçük, çıplak ve gümüş beyazlığındaki ayakları, üzerinde durduğu kara mermerin aynasında parıldıyordu. Balo için yaptırılmış ve yatmak için henüz tam olarak çözülmemiş saçları, mükemmel ölçülere sahip başını taze bir sümbülün bukleleri gibi çepeçevreve defalarca saran bir elmas sağanağı arasında toplanmıştı. İnce bir tülü andıran kar beyazı bir örtü, arılaşıldığı kadarıyla zarif bedenini örten tek giysiydi; ama yaz ortasına rastlayan bu gece yarısının havası sıcak, kasvetli ve durgundu; bir heykeli andıran o bedenin hiçbir hareketi, Niobe’nin (Floransa’da, aynı adı ta§ryan, ancak Praksitdes veya Skopas’ın eserinin bir kopyası olan bir heykel bulunmaktadır. Niobe, Yunan mitolojisinde Thebai kraliçesidir. Doğurganlığıyla övündüğü için tannlann bütün çocuklarını öldürmesi üzerine Sipilus Dağı’na (bugün Manisa’ daki Spil Dağı) kaçar ve orada acılarını dindirrnek isteyen Zeus onu bir taşa. çevirir.) üzerinden aşağı sarkan ağır menneri andıran bu buğu benzeri giysinin birtekkıvrımım bile oyuatınıyordu. Bununla birIikte, söylemesi tuhaf ama, ışıltılı iri gözleri en parlak umut ışığının gömülü olduğu suların derinliklerindeki mezara değil, tamamen farklı bir yöne bakıyordu! Eski Cumhuriyet Hapishanesi, fikrimce, tüm Venedik’in en etkileyici yapısıdır; ama biricik çocuğu ayaklarının dibinde boğulurken bu kadın nasıl oluyor da gözlerini dikmiş oraya bakıyordu? O karanlık, kasvetli mevki Marchesa di Mentani’nin pencerelerinin tam karşısında yer alıyordu; öyleyse, bu yapının gölgelerinde, mimarisinde, sarmaşık bürümüş heybetli pervazlarında, onun daha önce binlerce defa bakıp da fark etmediği ne olabilirdi? Saçma! Böylesi anlarda; gözün, parçalanmış bir ayna gibi, hüznünün imgesini çoğalttığını, yanı başındaki acıyı sayısız uzak yerde gördüğünü kim anımsamaz ki?

Marchesa’nın beş on basamak yukarısında, nehir kapısının kemerleri altında, bir satırı andıran Mentoni resmi giysiler içerisinde dikeliyordu. Ara sıra bir gitarın tellerini tıngırdatıyor ve zaman zaman, fena halde ennuye (Canı sıkılmış, sıkıntılı.) bir tavırla, çocuğunun bulunması için talimatlar veriyordu. Aptallaşmış ve dehşetten donakalmıştım, çığlığı ilk duyduğum anda ayağa fırlayıp o vaziyette kalakaldım, şimdi de durumumu değiştirecek gücü kendimde bulamıyordum; bu hazin gondolun içinde ölü gibi sapsarı bir beniz ve kaskatı kesilmiş uzuvlarımla atalarından süzülüp geçerken, heyecan içerisindeki kalabalığın gözüne hayalet gibi ve uğursuz görünmüş olmalıydım.

Bütün çabalar boşa çıktı. Araştırmayı büyük bir enerjiyle sürdürenlerin çoğu çabalarını gevşetmeye ve kasvetli bir hüzne teslim olmaya başlamıştı. Çocuk için pek ümit görünmüyordu (anne içinse ümit daha da azdı!), ama tam o sırada, Eski Cumhuriyet Hapishanesi’nin bir bölümünü oluşturan ve Marchesa’nın penceresinin karşısına düştüğünü daha önce söylediğimiz karanlık yerden pelerine sarınmış birisi aydınlığa adım attı, baş döndürücü yüksekliğin kıyısında bir an duraksadıktan sonra baş aşağı suya daldı. Bir an sonraysa, hala yaşayan ve soluk alıp veren çocuk kollarında, Marchesa’nın yanında, mermer döşeme taşları üzerinde duruyordu; su çekip ağırlaşmış pelerini çözülüp ayaklarının dibine yığıldığında, seyircilerin hayret dolu bakışları altında, adı Avrupa’nın büyük bir bölümünde yankılanan zarif ve çok igrenç bir adam ortaya çıktı.

Kurtarırıcının ağzından tek kelime çıkmadı. Ya Marchesa! Şimdi çocuğunu kollarına alacak, onu bağrına basacak, küçük bedenine sıkı sıkıya sarılıp onu okşamalara boğacak Heyhat! Bir başkasının kolları çocuğu yabancıdan aldı, bir başkasının kolları onu alıp fark edilmeden saraya götürdü! Peki ya Marchesa! Dudakları, o güzel dudakları titriyor, gözlerinde -Plinius’un akantosu gibi “yumuşak ve neredeyse sıvı” gözlerinde- yaşlar birikiyor. Evet! Bu gözlerde yaşlar birikiyor- ve bakın işte, kadın bütün ruhuyla tepeden tımağa titriyor ve heykel yaşamaya başlıyor! Mermer çehrenin solukluğuna, mermer göğsün kabarıklığına, mermer ayakların paklığına ansızın dizginlenemez bir kızartının yürüdüğünü ve narin bedeninin Napoli’nin hafif esintisinde titreşen çayırlardaki gümüş rengi zambaklar gibi titrediğini görüyoruz.

Bu kadın neden kızarmak zorundaydı! Bir annenin, yüreğinin acelesi ve telaşıyla, boudoir’ından ((Fr.) Bir kadının süslenme odası, yatak veya özel oturma odası.)  ayrılırken minik ayaklarına terliklerini geçirmeyi ve Venedikli omuzlarına hakkı olan o şalı örtrmeyi tamamen unutmuş olması dışında, bu sorunun yanıtı yoktu. Böyle kızarmasının, yalvaran vahşi gözlerdeki bu bakışın, yüreğinin böyle alışılmadık ölçüde delice çarpmasının, tam kocası saraya dönerken, yabancının elinin üzerine kazara düşen bu titrek elin onu sıkıca tutmasının başka ne sebebi olabilirdi? Adama veda ederken kadının ağzından alelacele dökülen o anlamsız sözlerin bu denli alçak bir tonla -alışılmadık derecede alçak bir tonla- söylenmesinin nedeni neydi? “Sen kazandın,” demişti kadın ya da suların ınıltısı beni yanıltmıştı, “Sen kazandın-şafaktan bir saat sonra buluşalım- öyle olsun!”

Karışıklık dinmiş, saraydaki ışıklar sönmüştü; şimdi tanımış olduğum yabancı, döşeme taşlarının üzerinde tek başına duruyordu. İnanılmaz bir heyecanla titriyordu ve gözleri bir gondol görebilmek umuduyla çevreyi tarıyordu. Ona kendi gondolumu teklif etmemek olmazdı, o da bu nazik teklifi geri çevirmedi. Kanal ağzından bir kürek temin ettikten sonra onun evine doğru yola koyulduk, bu arada hızla toparlanan yabancı daha önceki kısa görüşmemizden belirgin bir içtenlikle söz etti.

Kılı kırk yarmaktan keyif aldığım bazı durumlar vardır. Yabancı şahıs -izninizle onu böyle adlandırmaya devam edeyim, ne de olsa herkes için hala bir yabancıydı-bu konulardan biriydi. Boyu ortalamanın altında olmalıydı, ama yoğun tutku anlarında, boyu bu ifadeyi yalanlayacak şekilde gerçekten uzuyordu. Çevik, narin endamı, tehlikeli ve acil durumlarda kendini hiç zorlamadan kullandığı Herkül kuvvetinden çok, İç Çekişler Köprüsü’nde sergilediği, ansızın harekete geçme yeteneğini düşündürüyordu. Bir ilahın ağız ve çenesiyle, gölgeleri kusursuz eladan kapkara kehribara kadar değişen benzersiz, iri, yusyuvarlak, berrak gözleriyle, altında zaman zaman fildişi parlaklığında, alışılmadık ölçüde geniş bir alnın parladığı gür, kıvır kıvır, siyah saçlarıyla, İmparator Commodus’un (Lucius Aelius Aurelius Commodus (161-192): Marcus Aurelius’un oğlu ve halefi Güzelliği ve çapkınlıklanyla ünlüdür. Gücünü göstermek için gladyatörle birlikte arenaya çıkıp dövüşürdü; Hereules Romanus -Roma Herkülü- olarak kendisine tapılınası için emir çıkartılmıştır. Sonunda hasımlarınca bir güreşçiye boğdurulmuştur.) mermer büstlerinden başka hiçbir yerde görmediğim kadar klasik ölçülere uygun yüz hatlarına sahipti. Bununla birlikte, çehresi, bütün insanların hayatlarının belli bir döneminde bir defa görüp sonra bir daha görmediği çehrelerdendi. Hiçbir özelliği -insanın hafızasına kazınacak belirgin ve kesin bir ifadesi-yoktu; görülüp -belli belirsiz ve sürekli bir anımsaına arzusuyla- anında unutulan bir yüzdü. Herhangi bir anda ansızın ortaya çıkan tutkular bu yüzün aynasında yansımaktan geri kalmıyordu; ama tutku yok olur olmaz, bu aynada -bu ayna benzeri yüzde o duygudan hiçbir iz kalmıyordu.

Bu serüveni yaşadığımız gece ondan ayrılırken, ısrarcı olduğunu düşündüğüm bir tavırla ertesi gün çok erkenden kendisine uğramamı istedi benden. Bu nedenle, gündoğumundan hemen sonra, kendimi onun Palazzo’sunda, Rialto (Rialto Köprüsü, Venedik kanallan üzerindeki köprülerin en uzunu olup 1590’da inşa edilmiştir ve on dokuzuncu yüzyıla kadar Büyük Kanal üzerindeki tek köprüdür.) yakınlarında, Büyük Kanal’ın sularının yanı başında, kasvetli ama fantastik bir görkemle yükselen o yapılardan birinde buldum. Sarmal, geniş bir mozaik merdivenden çıktım, açık kapısından taşan lüksü gözlerimi kamaştırıp başımı döndüren benzersiz güzellikte bir odaya buyur edildim.

Arkadaşımın zengin olduğunu biliyordum. Zenginliği hakkındaki söylentilerin gülünç bir abartı olduğunu söylemeye cüret ettiğim bile olmuştu. Ama etrafa göz gezdirirken, Avrupa’daki hiçbir faninin zenginliğinin, çevreyi yakan, ışığa boğan böylesi hatırı sayılır bir görkemi sağlayabileceğine kendimi inandıramıyordum.

Dediğim gibi, güneş doğmuş olmasına karşın, oda parlak bir ışıkla aydınlatılmıştı. Bu durumdan ve arkadaşıının yüzündeki bitkin ifadeden bütün gece başını yastığa koymamış olduğu sonucunu çıkardım. Odanın mimarisinden ve süslemelerinden, niyetİn göz kamaştırmak ve -şaşırtmak olduğu açıkça anlaşılıyordun. Teknik olarak uyum denilen decoraya ya da ulusal özelliklere pek önem verilmemişti. Göz nesneden, nesneye gezinirken hiçbiri üzerinde durmuyordu -ne Yunanlı ressamların grotesk eserleri ne İtalya’nın en parlak döneminden heykeller ne de Mısır’ın eğitimden yoksun sanatçılarının devasa kabartmaları üzerinde duruyordu. Odanın her tarafında görülen bol dökümlü duvar örtüleri nereden geldiğini kestiremediğim hüzünlü bir müziğin düşük titreşimleriyle salınıyordu. Tuhaf, helezoni buhurdanlardan harlayarak çıkan ve titreşen zümrüt yeşili ve menekşe rengi alevler le birlikte ortalığa yayılan karışık ve birbiriyle bağdaşmayan kokular duyuları dumura uğratıyordu. Yeni doğmuş güneşin ışınları her biri koyu kırmızı tek parça camdan oluşan pencerelerden içeri doluyordu. Kornişlerinden erimiş gümüş çağlayanları gibi dökülen perdelerde binlerce defa yansıyan doğal görkemin ışınları sonunda yapay ışıkla uyumlu bir şekilde iç içe geçiyor, kızıl sarı renkli parlak bir halının üzerinde karmaşık kütleler halinde uzanıyordu.

Odaya girdiğimde bana oturacağım bir yer gösterirken kendini bir divana sırt üstü atan ev sahibi “Ha, ha, ha! Ha, ha, ha!” diye güldü. “Görüyorum ki,” dedi, böyle benzersiz bir karşılamayı bienseance’a (Yol yordam, görgü kuralları.) uygun bulmakta zorlandığımı fark ederek, “dairem, heykellerim, resimlerim, dekorasyon ve mimari anlayışımın orijinalliği kafşısında şaşkınlığa düştünüz, görkemimden başınız döndü, değil mi? Ama, bağışlayın beni aziz bayım (sesinin tonu burada içten bir fısıltıya dönüştü), yakışık almaz gülüşüm için beni bağışlayın. Öyle şaşkın görünüyordunuz ki! Ayrıca, bazı şeyler öyle gülünçtür ki insan ya gülmelidir ya da ölmeli. Gülmekten ölmek, ölümlerin en harikası olsa gerek! Sir Thomas More -çok mükemmel bir insandı Sir Thomas More- Sir Thomas More, anımsayacağınız gibi gülmekten öldü. Bundan başka, Ravisius Textus’un Absurdities’inde de aynı görkemli sona ulaşan insanların uzun bir listesi vardır.” “Sparta’da,” (“Eski yer” anlamına gelen Palaeochiori, Akrepolis’in bulunduğu yer olan ve “Eski Kent” anlamına gelen Palaiopolis anlamında kullanılmış olabilir.) (Şimdiki adı Palaeochiori) diye devam etti düşünceli bir tarzda, “hisarın batısında neredeyse yerle bir olmuş karmakarışık kalıntıların arasında, üzerindeki ΔΑΣΜ harfleri hala okunabilen bir kaide olduğunu biliyor muydunuz peki? Bunun ΓEΔAΣMA (Gülüş, kahkaha) sözcüğünün bir kısmı olduğuna kuşku yok. Sparta’da binlerce ilah için binlerce tapınak ve türbe ·bulunmaktaydı. Bu binlerin arasından bir tek Kahkaha sunağının ayakta kalmış olması ne kadar tuhaf!” Ses tonunda ve tavrındaki belirgin bir değişiklikle, “Ama şu anda,” diye sürdürdü konuumasını, “sizin zararınıza eğlenmeye hakkım yok. Epey şaşırmış olmalısınız. Avrupa, benim krallara layık küçük odam kadar mükemmel herhangi bir şey yaratamaz. Diğer dairelerim hiçbir şekilde aynı düzeyde değildir, onlar tatsız tuzsuz modanın en uç örneklerinden başka bir şey değiller. Bu, modadan daha iyi, değil mi? Yine de, sırf burayı görmek; böyle bir şeye sahip olmak için varını yoğunu harcaması gerekenlerin kudurmalarına yeter. Ama ben bu tür bir küfre karşı tedbirimi önceden aldım. Donatıldığından beri bu şahane yerin esrarına benimle uşağımdan başka, bir istisna dışında, adım atan tek insan sizsiniz!”

Bu sözlere başımı eğerek karşılık verdim, zira söz ve davranışlarının beklenmedik tuhaflığıyla birlikte karşı karşıya olduğum görkem, baş döndürücü kokular ve müzik; beni bir iltifat tümcesi kurmaktan alıkoyuyordu.

Kalkıp koluma dayanarak odanın içinde dolaşmaya başlarken “Burada,” diye devam etti, “burada Yunanlılardan Cimabue’ye (Giovanni Cimabue (Cenni di Pepo, 1240-1302): İtalyan ressam ve mozaik ustası. İtalya’da erken dönem Ortaçağ resmine egemen olan Bizans üslubunun son büyük temsilcisidir. Dante onu İtalyan sanatçılan arasında ilk sıraya koyuyordu.) ve Cimabue’den bugüne kadar resimler var. Çoğu, gördüğünüz gibi, belirli bir sanat anlayışı dikkate alınmadan seçilmiştir. Bununla birlikte, hepsi de böyle bir odanın döşenmesine uygun. Burada tanınmamış büyük sanatçıların chef d’ceuvre’leri ((Fr.) Başyapıt.) var, yine burada, akademilerin anlayışlarının adlarını unutuşa ve bana terk ettiği, zamanında ünlenmiş insanların yarım kalmış tasarıları var.” Birden bana doğru dönerek; “Bu Madonna della Pietia hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sordu.

“Guido’nunki!” (İki Guido bulunmakla birlikte, Poe’nun Siena Okulu’nun kurucusu Guido da Siena’ya (13. yüzyıl) atıf yaptığı kabul edilebilir.) dedim, tabiatımın tüm coşkunluğuyla, çünkü kendimi tamamen resmin olağanüstü güzelliğini incelemeye vermiştim. “Guido’nunki! Onu nasıl elde ettiniz? Hiç şüphe yok ki, heykelde Venüs ne ise bu da resimde odur.”

“Venüs mü?” dedi düşünceli bir tavırla, “Güzel Venüs, Medici’nin Venüsü? (Adıru en ünlü sahibinden alan Medici Venüs’ü veya Medici Aphrodite’i İÖ 3. yüzyıla aittir ve muhtemelen Praksiteles’in tahrip olmu§ olan Knidos Mrodit’inden türetilmi§tir. Bugün Floransa’daki Uffizi Gallery’de bulunmaktadır.) Altın saçlı, küçük kafalı Venüs? Sol kolun bir kısmıyla (burada sesini güçbela duyulacak denli alçalttı) sağ kolun tamamı restore edilmiş ve, sanırım, yapmacık tavrın tüm özü bu sağ kolun işvesinde yatıyor. Canova’yı (Antonio Canova (1757-1822): En ünlü yapıtı Napoleon’un kızkardeşi olan ünlü neoklasik heykeltıraş.)  verin bana! Apollon’un (En ünlü Apolion heykeli Apolion Belvedere’dir. Orijinal Yunan heykeli bronz olup Roma kopyasının sağ ön kolu ve sol eli Michelangelo’nun bir öğrencisi tarafından restore edilmiştir) kendisi de bir kopya, buna hiç kuşku yok-farfaracı Apolion esinini göremeyen ben sıfır numara salak olmalıyım! Antinoüs’ü (Antinoüs (110-130): Roma imparatoru Hadrianus’un gözdesi. Ölümünden (Hadrianus’u kurtarmak isterken boğulmuştur) sonra imparator tarafından tanrılaştırılmıştır.) yeğlemekten -acıyın bana-Antinoüs’ü yeğlemekten kendimi alamıyorum. Heykeltıraşın heykelini mermer bloğu içinde bulduğunu söyleyen Sokrates değil miydi? Öyleyse, Michelangelo’nun şu dizeleri hiç de orijinal değil:

Non ha l’ottimo artista alcun concetto

Che un marmo sola in se non circonscriva.”

(“En iyi sanatçının aklına gelebilecek hiçbir düşünce yoktur. /  Ki bir mermer blok onu zaten içinde barındırıyor olmasın.” (Soneto 151.))

Gerçek bir centilmenle bayağı birinin tavırları arasında, başlangıçta tam olarak ne olduğunu anlayamasak da, her zaman var olduğunu bildiğimiz fark bulunduğuna işaret edilmiştir ya da işaret edilmiş olmalıydı. Bu gözlemin arkadaşımın hal ve tavırlarına tam olarak uyduğunu kabul etmekle birlikte, olaylarla dolu o sabah, onun huy ve mizacına çok daha fazla uyduğunu hissettim. Onu bütün insanlardan neredeyse apayrı bir yere yerleştiren bu ruh halini, en iyi, Persepolis tapınaklarının kornişlerini süsleyen sırıtkan maskların gözlerinden kıvranarak çıkan zehirli yılanlar gibi, en önemsiz eylemlerini bile istila eden, eğlence anlarının içine sızan, en mutlu anlarıyla iç içe geçen yoğun ve sürekli bir düşünme alışkanlığı olarak tanımlayabilirim.

Bununla birlikte, önemsiz meseleler hakkında hararetle, hafiflik ve ciddiyet karışımı bir tonla konuşmasını, hareket ve konuşmalarında sezilen dehşet havasını, insanın içine işleyen o dokunaklı tonu, bana her zaman anlaşılmaz gelen, çoğu kez de dehşet verici görünen huzursuzluğu ve heyecanı tekrar tekrar gözlemlemekten kendimi alamıyordum. Sık sık da, belli ki başını unuttuğu bir tümcenin ortasında duruyor, her an odaya girmesi beklenen bir konuğu veya salt kendi imgeleminde var olması gereken sesleri dinliyormuş gibi, tepeden tırnağa dikkat kesiliyordu.

Onun derin düşüncelere veya hayale daldığı bu anlardan birinde, şair ve bilgin Politian’ın (Politian veya Angelo Poliziana (1454-1494): İtalya’daki ilkoyunlardan biri olan Favola d’Orfeo’yu (Orpheus’un Öyküsü, 1480) yazmış olan İtalyan şair ve hümanist. Perdeler halinde yazılmamış olan bu yapıt, Poe’nun zamanında yeniden ele alınarak günün oyunlarına uygun bir formata sokulmuştur. Poe’nun da Politian adında tamamlanmamış bir oyunu bulunmaktadır.) yanımdaki divanın üstünde duran nefıs trajedisi “Orfeo”nun (İtalya’da yazılmış ilk trajedi) sayfalarını çevirirken altı kurşun kalemle çizilmiş bir pasaja rastladım. Üçüncü perdenin sonlarına doğru bir pasajdı bu – insanın yüreğini hoplatan türden bir pasaj. Biraz uygunsuz olmakla birlikte, hiçbir erkeğin yeni bir heyecanla yüreği çarpmadan, hiçbir kadının iç çekmeden okuyamayacağı bir pasaj. Bütün sayfa taze gözyaşlarıyla lekelenmişti, kitabın yaprakları arasına konmuş beyaz bir kağıt üzerinde aşağıdaki İngilizce dizeler vardı; arkadaşıının el yazısından öyle farklı bir el yazısıyla yazılmıştı ki, yazının ona ait olduğunu tanımakta oldukça zorlandım.

Sen her şeydin benim için, sevgilim,

Ruhumun hasretini çektiği,

Denizde yeşil bir adacıktın, sevgilim,

Bir pınardın, bir türbeydin,

Büyülü meyve ve çiçeklerle bezenmiş;

Ve tüm çiçekler benirndi.

Ah, devarn edemeyecek denli aydınlık düş;

Ah, salt sönmek için

Yükselmiş olan yıldızlı Umut!

Bir ses haykırıyor gelecekten

“İleri!” Ama Geçmişin (kasvetli uçurumun!)

Üzerinde süzülüyor ruhum,

Dilsiz, hareketsiz, Şaşkın!

Çünkü ne yazık ki tükendi

Benim için yaşamın ışığı.

“Asla-asla-asla,”

(Diyordu vakur deniz Sahilin kumlarına)

Çiçeklenrnez yıldırım düşmüş dal,

Havaya ağmaz kanadı kırık kartal!.

Şimdi günlerirn esrirne içinde geçiyor

Ve geceleri gördüğüm düşleri

Kara gözlerinin ışıltısı

Göz alıcı akarsuların kıyıcığında

Semavi bir dans tutturan.

Adımlarının parıltısı dolduruyor.

Yazıklar olsun! Seni benden ve

Gümüş söğütlerin ağladığı,

Puslu iklimimizden alıp

Kabaran dalgalar üzerinde

Aşk’tan asil yaşa ve suça

Ve kutsallıktan uzak bir yastığa

Götürdülderi o lanetlenmiş zamana!

(Poe, bu dizeleri “Cennettekine” başlığıyla ayn bir şiir olarak yayımladığında beşinci kıtayı çıkarmıştır. Şiir, Lord Byron’m aşkına karşılık vermeyip bir başkasıyla evlenen gençlik aşkı Mary Chaworth için yazdığı bir şiirin bazı dizelerini anımsatmaktadır. )

Bu satırların -yazarının bildiğine inanmadığım bir dille-İngilizce yazılmış olması beni pek şaşırtmadı. Böyle bir keşiften şaşkınlığa düşmeyecek kadar onun bilgi düzeyinden ve bu bilgisini saklamaktan nasıl acayip bir zevk aldığından haberdardım; ama itiraf etmeliyim ki atılan tarihin yanına yazılan yer adı beni az şaşkınlığa uğratmadı. İlkin “Londra” yazılmış sonra da üzeri -ince eleyip sık dokuyan bir gözün okuyamayacağı kadar olmamakla birlikte- dikkatle karalanmıştı. Dediğim gibi, bu bende az buz şaşkınlığa yol açmadı, çünkü arkadaşımla aramızda daha önce geçen bir konuşmada, (evlenmeden önceki birkaç yılını Londra’ da geçirmiş olan) Marchesa di Mentani’yle Londra’ da hiç karşılaşıp karştiaşmadığını özellikle sormuş olduğumu çok iyi anımsıyordum; arkadaşımın verdiği yanıttan, yanılmıyorsam, Büyük Britanya’nın başkentinde hiç bulunmadığı sonucunu çıkarmıştım. Sözünü ettiğim kişinin sadece doğumu bakımından değil, eğitimi bakımından da bir İngiliz olduğunu birçok defa işittiğimi, ama bu kadar çok tuhaflık içeren bir söylentiye elbette pek itibar etmediğimi de burada belirtmeliyim.
***
“Bir resim var,” dedi, trajediyi farketmiş olduğumdan habersiz, “hala görmediğiniz bir resim daha var.” Ve bir örtüyü çekerek Marchesa Aphrodite’in tam boy bir portresini ortaya çıkardı.

İnsanoğlunun sanatı onun insanüstü güzelliğini betimlemede bundan daha iyisini yapamazdı. Önceki gece Dük Sarayı’nın merdivenlerinde önümde duran göksel varlık bir kez daha önümde duruyordu. Ama, gülümseyişlerle ışıl ışıl yanan yüz ifadesi, yine de, kusursuz güzelliğin ayrılmaz bir parçası olan o kaprisli melankoliyi (anlaşılmaz bir anormallik) gizliyordu. Sağ kolunu büküp göğsünün üstüne koymuştu. Sol kolu yerde duran tuhaf biçimli bir vazoyu işaret ediyordu. Belli belirsiz görünen minik bir ayak yere ancak değiyor, güzelliğini çevreleyen ve ona adeta kutsal bir hava veren parlak bir atmosferde hayal edilebilecek en narininden bir çift kanadın yüzdüğü güçbela seçiliyordu. Bakışlarım resimden arkadaşımın yüzüne kaydı ve dudaklanından Chapman’ın Bussy D’Amboise’ının şu etkileyici sözleri döküldü içgüdüyle:

Orada ayakta

Duruyor bir Roma heykeli gibi! Ayakta duracak

Ölüm kendisini mermere dönüştürüneceye kadar!

(George Ch ap man (1559-1634): İngiliz oyun yazarı, çevirmen ve şair. Bussy D’Amboise (1606) en tanınan trajedilerinden biridir. Chapman’in dizeleri birinci tekil şahısken, Poe onları üçüncü tekil şahıs olarak alıntılamlştır.)

“Gelin!” dedi sonunda, üzerinde fantastik bir tarzda boyanmış birkaç kadeh ve -resimde görülen vazoyla aynı olağanüstü biçime sahip- Johannisberger (Almanya’da Rheingau bölgesindeki bağcılıkyöresiJohannisberg’in ünlü beyaz sofra şarabı.) dolu olduğunu sandığım iki büyük Etrüsk vazosu bulunan, rengarenk süslü som gümüşten bir masaya doğru dönerek, “Gelin, içelim!” dedi apansız, “vakit erken ama biz yine de içelim.” “Gerçekten de erken,” diye düşünceli bir tavırla devam etti, altın çekiçli bir melek gündoğumundan sonraki ilk saatte odayı çın çın öttürürken. “Gerçekten de erken, ama ne gam? İçelim! Bu cicili bicili lamba ve buhurdanlıkların boyun eğdirmeye heves ettiği şu vakur güneşe saygılarımızı sunalım!” Ve bana silme dolu bir kadehi şerefe kaldırtırken, kendisi kadeh kadeh şarabı adeta nefes almadan art arda kafaya dikti.

Bir buhurdanın parlak ışığını görkemli vazolardan birine tutarken, “Düş kurmak,” diye devam etti, dereden tepeden konuştuğu zamanki ses tonuyla, “düş kurmak, hayatımın işi olmuştur. Bu yüzden, gördüğünüz gibi kendime bir düş barınağı inşa ettim. Venedik’in göbeğinde bundan daha iyisini yapabilir miydim? Etrafınızda karmakarışık mimari süslemeler gördüğünüz doğru. Nuh nebiden kalma resimler İonya’nın iffeti yanında bir küfür gibi kalıyor ve Mısır sfenksleri altın halılar üzerinde uzanmış yatıyor. Ama bu, sadece çekingen kimseler üzerinde tutarsızlık etkisi yaratıyor. Mekana, hele de zamana uygunluk, insanoğlunu görkem üzerine düşünmekten dehşete düşüren umacıdır. Bir zamanlar dekoratördüm, ama çılgınlığın böyle yüceltilmesinden gına geldi. Şimdi bütün bunlar amacıma daha uygun düşüyor. Bu arabesk buhurdanlar gibi ruhum ateşler içinde kıvranıyor ve bu sahnenin sebep olduğu taşkınlık, şu anda dörtnala içerisine dalmak üzere olduğum gerçek düşler diyarına ilişkin daha çılgınca hayallere hazırlıyor beni.” Sözün burasında birden sustu ve benim işitemediğim bir sesi dinler gibi başı göğsünün üzerine düştü. Sonunda, doğrulup gözlerini yukarı kaldırdı ve dudaklarından Chichester piskoposunun dizeleri döküldü:

“Bekle beni orada! O derin vadide

Seninle buluşmakta gecikmeyeceğim.”

Ardından, şarabın başına vurmuş olduğunu itiraf ederek kendini boylu boyunca bir divanın üzerine attı.

Tam o sırada, merdivenlerden hızla tırmanan birinin ayak sesleri işitildi ve sonra kapı gürültüyle çalındı. İkinci bir karışıklık diye düşünmeye kalmadan, Mentani’nin konağından bir uşak paldır küldür içeri daldı ve heyecandan boğulmuş bir sesle kesik kesik konuştu: “Hanımım! Hanımım zehirlendi! Hanımım zehirlendi! Ah güzel, ah güzel Aphrodite.”

Şaşkınlık içerisinde divana atıldım ve uyuyan adamı sarsarak kendine getirmeye çalıştım. Ama uzuvları kaskatı kesilmişti, dudakları mosmordu- az önce ışıl ışıl yanan gözlerini ölüm donuklaştırmıştı. Gerisingeri sendeleyerek masaya doğru çekildim, ellerim kırılıp kararmış bir kadehe değdi (Venedik kristali öyle yüksekkaliteliydi ki, zehir değecek olursa çatlayacağına inanılırdı) ve gerçek olanca dehşetiyle birdenbire kafama dank etti.

Edgar Allan Poe

 

Exit mobile version