Çok Güzel Bir Hikaye; “Zaferin İçinde” 

Çok Güzel Bir Hikaye

Çok Güzel Bir Hikaye; “Zaferin İçinde” 

 

Uyandı…

“İyi misin?”

Gözlerini açtı; yoğun güneş ışığı dolayısıyla kısmak zorunda kaldı. Karşısında onu omzundan tutup sarsmakta olan yüzü gözü kir ve kan içindeki genci görünce afalladı.

“Arkadaşım sana soruyorum iyi misin?” diye ısrar etti genç.

“Eee evet iyiyim.” diye kekeledi. Genç ikna olmuşçasına kafasını aşağı yukarı salladı ve koşarak uzaklaştı.

Neredeydi? Bu genç kimdi? Ve en önemlisi de, en son gözünü kaparken odasındaki yatağında olduğuna emin olduğu halde, Güneş’in altında ve açık arazide neden yatmaktaydı?

Yerden zorlukla doğrularak oturdu. Sırtı ağrımıştı. Ağır bir barut kokusu nedeniyle burnunun delikleri yandı. Birkaç defa öksürdü ve derin bir nefes aldıktan sonra etrafına baktı. Her tarafta kulakları sağır edecek yükseklikte patlama sesleri eşliğinde, açık kahverengi üniformalar giyinmiş, bağırarak koşuşturan insanlar vardı. Kimdi bu insanlar? Kendi üzerine baktı; onda da aynı üniforma vardı. Birden ayağa kalktı ve üzerindeki elbisenin ne olduğunu anlamaya çalışırken arkasından gelen bir sesle irkildi:

“Hey asker!”

Arkasını döndü ve kırklı yaşlarda, kahverengi üniformalı, sakallı adama kendini işaret ederek sordu: “Ben mi?”

“Evet sen. Hemen gel ve bu yaralıyı taşımalarına yardım et!”

O sert emir cümlesinden sonra adama doğru gitti; kanlar içindeki yaralı bir gencin olduğu sedyenin boş kısmından tutarak kaldırdı ve yanındakilerin gittiği yöne doğru yürümeye başladı. Yürürken bir yandan da bunun bir rüya olup olmadığını düşünmeye başladı. Kafasında durumu iyice tarttı ve hissettiklerinin rüya olamayacak kadar gerçek olduğu kanaatine vardı. Anladığına göre bir savaş meydanındaydı ama bu ne savaşı olabilirdi ve bu savaşa nasıl dahil olmuştu?
Sol tarafındaki sedyeyi taşımaya yardım eden 20’li yaşlardaki delikanlıya dönerek:

“Merhaba… Şey… Acaba biz nerdeyiz?” diye sordu.Delikanlı ona şaşkın ve yorgun bir bakış atarak önüne döndü ve “Ceng meydanında” dedi.

Biraz da hiddetlenerek: “Onu anlayabiliyorum. Ne cengi bu onu söyle!” diye daha yüksek sesle sordu.

Delikanlı yine döndü ve bu sefer gözlerini ayırmadan: “Kefere gemileri saldırıyor; onları geçirmemeye çalışıyoruz.” dedi ve başını eğip yürümeye devam etti.

Gemi mi? O ana kadar oralarda bir gemi olacağını düşünmemişti. Etrafına bakındı ve sağ tarafında, uzunluğu kestirilemeyen, uzun bir boğaz ve bu boğazda da ilerleyen ve üzerlerinden ateşler saçan onlarca gemi olduğunu fark etti. Tekrar delikanlıya dönerek bunların ne gemisi olduklarını soracakken sedyenin başındaki asker “Duurr!” diye bağırdı ve durdular. “İndiirr!” diye bağırarak ikinci emri verdi ve sedyeyi bıraktılar. Bir yaralı geldiğini görüp sedyeye doğru yönelen askerlere: “Hekim acil baksın; ahvali iyi değildir.” dedi. Orada görevli olduğu belli olan başka bir asker yaklaşarak “Siz sığınağa geçin!” diye sert bir şekilde uyardı ve sedye arkadaşları olan askerler sağ tarafa doğru yönelince o da onlara katıldı.

Biraz ilerideki el yordamıyla kazılmış, üstü kapalı bir siperlik gibi olan dar bir tünele eğilerek girdiler. Tünelin iki tarafında da askerler oturuyorlardı. İlk buldukları boşluklara oturdular.

Kimse konuşmuyordu. Herkes sırtı duvara dayalı, kafaları yere bakar vaziyette sessizce düşünüyorlardı. Konuşabileceği birini bulabilmek için etrafına bakındı. Sağındaki asker uyukluyor; solundaki ise elindeki çakıyla botlarının altındaki taşları temizlemekle meşguldü. Ona döndü ve:

“Merhaba” dedi.

Asker istifini bozmadan “Merhaba” diye cevapladı.

“Acaba burasının neresi olduğunu söyleyebilir misin?”

Asker yine kafasını kaldırmadan: “Mecidiye Tabyası” dedi.

Mecidiye tabyası… Bu isim ona hiç yabancı gelmedi. Bunu mutlaka bir yerlerde duymuş olmalıydı ama nerde? Tabyanın manasını genel olarak biliyordu: Bir yerin savunulması için özel olarak yapılmış ve silahlarla donatılmış yapı. Tarih derslerinden aşina olduğu bu sözcük özellikle Çanakkale Cephesi’yle özdeşleşmişti…

Çanakkale Cephesi! “Yoo yoo olamaz!” dedi kendi kendine. Mutlaka bir hayal görüyordu ya da bir yanılsama içindeydi! 1.Dünya Savaşı’nda olamazdı. Bu mümkün değildi. En son yatağına uzanıp gözünü kapattığı 2020 yılından 105 yıl önceye zaman yolculuğu mu yapmıştı? “Saçmalama!” diye kızdı kendi hayal gücüne. Bu kadarı da artık fazlaydı. Yoksa biri ona şaka mı yapıyordu? Ama kim ve neden yapsındı? Üstelik her şey hem çok gerçekçiydi hem de yüzlerce kişiyi kapsayacak kadar büyük bir şakanın maliyetini kaldıracak bir tanıdığı da yoktu. Ayrıca biraz önce kendi gözleriyle gördüğü o onlarca gemiyi de düşününce şaka ihtimali sıfırlandı. Peki o zaman bu olanlar neydi? Nasıl açıklanabilirdi?

Düşündüğü yerde olup olmadığını garantilemek için son defa yanındaki askere dönerek:

“Burası Gelibolu mu?” diye sordu.

Asker bu sefer başını kaldırıp gözlerine dik dik baktı ve: “Evet” diye cevapladı ve ekledi: “Arkadaş sen kimsin; nerden geldin buraya?”

Tam ne cevap vereceğim diye düşünürken dışarıdan çok şiddetli bir patlama sesi geldi ve sağ tarafındaki uyuklayan asker birden uyanarak boynuna sarıldı. Askerden kurtulup ayağa kalkmaya çalışırken dışarıdan bir bağırtı işitildi:

“Top isabet aldıı; top parçalandıı!”

Her yer karardı…

*************************************************************************************************
Uyandı…

“İyi misin?”

Gözlerini açtı; onu omzundan tutup sarsmakta olan yüzü gözü kir ve kan içindeki genci yine karşısında görünce şok oldu.

“Arkadaşım sana soruyorum iyi misin?” diye ısrar etti genç.

“Evet” diye kestirip attı. Genç yine kafasını aşağı yukarı salladı ve koşarak uzaklaştı.

Doğruldu ve hemen etrafına baktı. Hikayesinin başladığı yerdeydi! Ama bu ne demek oluyordu? Nasıl? Ve neden? Neden buradaydı? Buradan kurtulmak için bir şeyler yapması gerekiyordu ama ne? İlk uyanışta yaşadığı şeyleri düşündü: Gemiler, bombalar, yaralı insanlar, savaş, tünel, sığınak, askerler… Bunlardan ne çıkarması gerekiyordu? Oturduğu yerde bunları düşünürken arkadan gelen sesle kendine geldi:

“Hey asker!”

Arkasını döndü ve kırklı yaşlarda, kahverengi üniformalı, sakallı adam yine ordaydı ve aynı oyun demolarındaki kahramanlar gibi bu hikayedeki görevini yapıyordu.

“Hemen gel ve bu yaralıyı taşımalarına yardım et!”

Acaba bilimkurgu filmlerindeki gibi bir oyunun içine mi girmişti? Şu anda biri ona gelip bunu söylese inanacak ve oyunu bitirip hayatına dönmek için elinden geleni yapacaktı. Ve bu heybetli adamın demo olup olmadığını anlamanın da bir yolu vardı.

Sedyeye yaklaştı ve elinde dürbünle uzaktaki bir yerleri gözetlemekte olan komutana dönerek: “Efendim sedyeyi nereye götürücez?” diye sordu. Komutan istifini bozmadan “Öndeki askeri takip edin; o yerini biliyor” deyince onun bir demo olmadığını; dolayısıyla biraz önce düşündüklerinin tam bir saçmalık olduğunu farketti ve istemsizce gülümsedi.

Sedyeyi taşırken sağ tarafındaki boğaza ve gemilere baktı. Ne yapması gerekiyordu? O gemilere binmesi olanaksızdı. Göründüğü üzere onu düşman bilen gemilerdi ve yanlarına kadar sağ salim yüzerek ulaşsa bile muhtemelen onu ancak işkenceyle ağzından laf almak için gemiye alırlardı. Zaten gemiler de yürüyerek ulaşılamayacak kadar uzakta görünüyorlardı. Peki o zaman ne yapacaktı? Burda kalıp savaşması mı gerekiyordu? Etrafına bakınırken sedyenin başındaki asker “Duurr!” diye bağırdı ve durdular. “İndiirr!” diye bağırarak ikinci emri verdi ve sedyeyi bıraktılar. Bir yaralı geldiğini görüp sedyeye doğru yönelen askerlere: “Hekim acil baksın; ahvali iyi değildir.” dedi. Orada görevli olan asker yaklaşarak “Siz sığınağa geçin!” diye sert bir şekilde uyardı ve yine beraber geldiği üç askere uyarak sığınağa doğru yürüdü.

Sığınakta daha önce oturduğu yere oturdu. Sağ tarafındaki asker yine uyuyor; sol tarafındaki asker de çakıyla botlarını temizliyordu. Acaba onu tanıyacak mı diye düşünerek askere dik dik baktı ama asker sanki o orada değilmiş gibi sadece kendi işine odaklanmıştı. Etrafına baktı; ama ondan başka çevreyle ilgilenen yokmuş gibi görünüyordu. “Demek ki sadece bana tekrarlandı.” diye düşündü. Ama neden? Onu diğerlerinden farklı kılan özelliği ne olabilirdi ki? Gelecekte yaşaması mı? Gelecek… Acaba gerçekten gelecekte yaşamış mıydı? Yoksa savaş sahasında, yani burada, kafasına bir darbe alıp 100 yıl sonrasında yaşadığını hayal mi etmişti? Kafası çok karışmıştı. Ama buradan da kurtulması gerekiyordu. Yani bir şey yapması gerekiyordu ve bunu da bulacaktı!

Ayağa kalktı ve tünelin sonuna doğru yürüdü. Tam tünelden çıkmak üzereyken bir el sol kolunu kavradı ve onu durdurdu. Onu tutanın kim olduğunu öğrenmek için baktığında, omuzunda bir tüfekle orda nöbet bekleyen bir asker olduğunu fark etti.

“Dur, oraya geçmek yasak!”

“Neden?”

“Komutan yasakladı.”

“Hangi komutan?”

“Muharrem Yüzbaşı.”

“Neden gidilmiyor oraya?”

“Tehlikeli çünkü; gemiler oraya doğru atış yapıyor.”

“Gemiler neden oraya atış yapıyor?”

“Çünkü top orda.”

“Peki, top ordaysa neden atış yapmıyor?”

“Mermi vinci isabet aldı; onu tamir etmeye çalışıyorlar.”

“Kimler tamir etmeye çalışıyor?”

“Topçu erleri”

“Kim onlar?”

“Ne çok soru sordun arkadaş! Kesin emir var işte yasak oraya gitmek. Gir sığınağa yoksa zorla sokarım!”

Askerin gözlerindeki kararlı ifadeyi görünce mecburen geriye döndü ve tam yürümeye başladığında korkunç bir ses ve sarsıntıyla yere yuvarlandı. Arkasına baktığında nöbetçinin de yerde olduğunu gördü. Nöbetçi panikle ayağa kalkarak tümseğin tepesine doğru koştu; birkaç saniye tümseğin arkasına baktıktan sonra nöbet alanına doğru koşarak bağırmaya başladı:

“Top isabet aldıı; top parçalandıı!”

Her yer karardı…

Uyandı…

“İyi misin?”

Gözlerini açtı ve yüzü gözü kir ve kan içindeki askeri yine karşısında görünce hiç şaşırmadı. Asker adeta usta bir tiyatrocu gibi, aynı rolü defalarca formatını hiç bozmadan oynuyor gibiydi.
“Arkadaşım sana soruyorum iyi misin?”

Artık o da bu oyunun ilk repliğini ezberlemişti: Gülümseyerek “İyiyim.” dedi. Asker de yine kafasını aşağı yukarı salladı ve koşarak uzaklaştı.

Doğruldu ve oyunu bitirip yeniden başlatan cümleleri tekrarladı: “Top isabet aldı; top parçalandı”. İki defadır bu cümlelerden sonra yeniden uyanıyordu. Demek ki aradığı şey oradaydı; sığınağın sonunda…

O zaman yapılacak şey zaman kaybetmeden oraya gitmekti. Tam arkasını dönerken aşina olduğu sesi duydu:

“Hey asker!”

Evet, oraya erken varması için maalesef önce bundan kurtulması gerekiyordu. O tarafa bakar bakmaz emir geldi:

“Hemen gel ve bu yaralıyı taşımalarına yardım et!”

Etrafına bakındı ama bu konuda oldukça kararlı ve silahlı olan komutandan koşarak kaçamayacağına kanaat getirdi. Uysalca sedyenin ucundan tuttu ve hareket ettiler. Ne kadar hızlanmaya çalışsa da öndekiler hızlanmadığı için muvaffak olamadı. Ona saatlerceymiş gibi gelen taşıma işinden sonra nihayet beklediği komut geldi:

“Duurr, indiirr!”

Sedyeyi atarcasına yere bıraktı ve sığınağa koştu. Hızlıca oturan askerlerin önünden geçerek çıkışa ulaştı. Durdu ve hafifçe kafasını çıkararak nöbetçiye baktı. Boğaza doğru dalgın dalgın baktığını görünce koşarak geçebileceğini düşündü ama daha ikinci adımını atmadan nöbetçinin çelmesiyle yere yüzükoyun kapaklandı.

“Hey, sen kimsin?”

Sese doğru baktığında nöbetçinin tüfeğini ona doğru kararlılıkla doğrultmuş olduğunu gördü ve eğer mantıklı bir cevap veremezse, ağzından çıkan ilk kelimenin aynı zamanda son kelimesi olacağını anladı.

“Beni yüzbaşı gönderdi?”

“Hangi yüzbaşı?”

Konuşmak için ağzını açmak üzereyken vazgeçti çünkü yüzbaşının adını unutmuştu. Ama bu durumdan da kurtulması lazımdı.

“Buradan geçmeyi yasaklayan yüzbaşı işte.”

“Muharrem Yüzbaşı mı?”

“Evet, o.”

Asker bir an duraksadıktan sonra: “Neden adını bilmiyorsun o zaman? Sen beni saf mı sandın kalk hemen!”

“Bak, durum sandığın gibi değil. Benim hemen o topun yanına gitmem lazım.”

“Neden? Kimsin sen be adam?”

“Ben o topu tamir edecek kişiyim.”

“Topun hasar aldığını nerden biliyorsun; bunu oradaki topçu erler ve benim dışımda kimse bilmiyor?”

Olay içinden çıkılamaz bir duruma evrilmişti. Mantıklı bir şey söylemesi gerekiyordu; ve hemen!
“Bak sana bunu söylememem gerekiyor ama ben gizli görevdeyim.”

“Parolayı söyle o zaman!”

Parola mı? Hay aksi!

“Parola: Osman Bey.”

Askerin gözleri şiddetle alevlendi ve “Kalk ayağa kefere casusu yoksa vururum!”

“Dur, yapma ben casus falan değilim!”

“Kalk dedim!”

Ayağa kalkarken şiddetli bir patlamayla beraber yere yapıştı ve asker de onun üzerine düştü. Asker daha kendine gelmeden kıvrak bir hareketle onu yere doğru çevirdi ve yumruklamaya başladı. Asker de karşılık vermeye çalıştı ama çenesine gelen son yumrukla bayıldı kaldı.

Asker artık o meşhur “Top isabet aldı; top parçalandı” bağırışını yapamayacak durumdaydı. Şimdi her şey bitmiş miydi? Oyunu sonlandırmış mıydı? Kendi zamanına dönebilecek miydi artık? Ayağa kalktı ve tam zaferine sevinecekken her yer karardı…

Uyandı…

“İyi misin?”

Gözlerini açtı ve “İyiyim” dedi. Asker koşmaya başlayınca hemen o da kalktı ve aynı yöne doğru koşmaya başladı. Koşarken de göz ucuyla atlattığı komutana doğru baktı. Sedyenin başındaki üç asker ve komutanları onu fark etmemişe benziyorlardı. Etraflarından dolaşarak sığınağa doğru yöneldi.

Demek ki durumun nöbetçi askerle bir alakası yoktu. Demek ki o topun ve topçuların vurulmasını engellemeliydi. Ama nasıl? İlk aklına gelen nöbetçiden duyduğu vincin tamir edilmesi olayıydı. Ne işe yaradığını bilmese de onlara tamir işinde yardım edecekti. Belki onların görmediği bir ayrıntıyı görebilirdi. Ama önce nöbetçi sorununu çözmek gerekiyordu. Herif “Kuş uçurtmuyor” deyimine tam tamına uyuyordu. Başka bir taraftan oraya ulaşmalıydı.

Sığınak radarına girince etrafından geçebileceği bir yol aradı. Sığınağın üzerinden yürüyebileceğini düşündü. Kaybedecek vakti yoktu; hemen o tarafa yöneldi. Etrafındaki herkes bir koşuşturmada olduğu için kimse onu fark etmedi. Sığınağa yaklaştı ve ses çıkarmadan taşlara basarak dikkatlice üstüne tırmandı. Koşarak sığınağın sonuna geldi ve durdu. Yattı; sadece kafasının gözlerine kadar olan bölgesini çıkararak sığınağın üzerinden nöbetçi askere baktı. Asker aynı yerde dalgın dalgın boğazdaki gemilere bakarak bekliyordu.

“Acaba üstüne atlayıp etkisiz hale getirsem mi?” diye düşündü ama vazgeçti. Etrafına bakındı ve nöbetçi askerin arka tarafındaki kayaların üzerinden yürüyerek tümseğe ulaşılabileceğini fark etti. Zaman kaybetmeden ilk kayaya bastı; sonra ikincisine ve üçüncüsüne… Kayalar sağlam görünüyordu ama her kaya daha yukarıda olduğu için epey yükseğe çıkmıştı. Olduğu yerden gemilere baktı. Acaba hangi geminin topu vurduğunu kestirmeye çalıştı ama belli olmuyordu. Acaba ne kadar zamanı kalmıştı? Vurulmadan önce tamiratı yetiştirebilecek miydi? “Keşke saatim olsaydı” diye içinden geçirdi. Burada hem zamana karşı yarışıyor hem de ne kadar zamanı kaldığını bilmiyordu. Çok zor bir yarıştı bu, çok zor ve adaletsiz bir yarış…

Artık yaklaşmıştı. Yukarı bakarak 5 ya da 6 tane kayaya daha tırmandıktan sonra varacağını hesaplarken derin bir çukura denk geldi. Dikkatle inceledi. Eğer çukura inerse bir daha çıkması mümkün görünmüyordu. O yüzden karşıya atlamaktan başka şansı yoktu. Mesafe uzun gibi görünüyordu ama denemek zorundaydı; başka çaresi yoktu. Gerildi; gerildi; derin bir nefes aldı; koşarak atladı vee… başaramadı! Çukura düşünce kafasını yere çarptı ve her yer karardı…

Uyandı…

“İyi misin?”

Gözlerini açtı ve “İyiyim” dedi. Asker koşmaya başlayınca hemen o da kalktı ve aynı yöne doğru koşmaya başladı. Koşarken küfürler savurduğunu kimse fark etmedi. Demek ki tek yolu nöbetçinin yanından geçmekti. Ve bu sefer ayağına dolanırsa onu ezip geçecekti! Koşarak sığınağın içinden geçti ve nöbetçinin önüne dikilerek:

“Beni Muharrem Yüzbaşı topçu erlerinin yanına gönderdi.” dedi.

Nöbetçi şaşırdı ama omuz silkerek: “Buyur geç” dedi.

“Demek bu kadar kolaymış; neden daha önce düşünemedim” diye hayıflandı. Ama bunu unutup görevine odaklanmalıydı. Hızlı adımlarla tümseğe çıktı ve aşağı atladı. Onun atlama sesine tamiratla uğraşmakta olan üç er de dönüp baktılar; en öndeki kısa boylu olan ilk önce atıldı:

“Buyur ne istedin?”

“Beni Muharrem Yüzbaşı size yardım etmem için gönderdi.”

Topçunun gözleri parlayarak: “Marangoz musun yoksa?” diye sevinçle sordu.

“Değilim aslında”

“Nasıl tamir edeceksin o zaman?”

“Bir bakayım önce”

Yerdeki kırık dökük bir düzine kadar keresteyi işaret ederek: “Bunlarla neyi tamir etmeye çalışıyorsunuz?”

“Mermi vincini.”

“Ne işe yarıyor bu?”

“Mermiyi kaldırıp topa sürmeye yarıyor.”

Üçünün de gözlerindeki meraklı ve bir umut bekleyen ifadeyi görünce onlara acıdı. Birden aklına biraz sonra tepelerine inecek olan gemi mermisi geldi. Telaşla etrafındaki malzemeleri inceledi. Her tarafta kereste ve halat parçaları vardı ama hepsi kırılmış ve parçalanmıştı. Vurulmalarına birkaç dakika vardı ve bu süre içinde de dağınık malzemelerin hepsini bir araya getirip bir vinç yapmanın olanaksız olduğunu fark etti. Alternatif bir çözüm bulmalıydı.

“Vinci kullanmadan kendimiz mermiyi topa süremez miyiz?”

“215 okkalık mermiyi insan nasıl kaldırsın be adam!”

215 okka! Evet ya, bunu nasıl gözden kaçırmıştı? Çanakkale Cephesi’ndeki çatışmanın seyrini değiştiren olayı nasıl oldu da hatırlayamamıştı? Oysa ki Çanakkale Savaşı denildiğinde akla ilk gelen şey Seyyid Onbaşı değil miydi? Demek ki yanlış olan şey Seyyid Onbaşı’nın mermiyi kaldırıp topa süreceği yerde vinci tamir etmekle uğraşmasıydı! Ama bu düşündüğünün doğru olup olmadığını garantiye almalıydı:

“Seyyid Onbaşı burada mı?”

Bir sessizlik oldu. Topçular birbirlerine baktılar. Sonra arkadaki iri ve bıyıklı olanı öne doğru gelerek: “Seyyid benim ama onbaşı değilim. Bana Koca Seyyid derler.” dedi.

Vee sonunda sorunun kaynağını bulmuştu! Koca Seyyid’in yaptığı kahramanlıktan sonra onbaşı rütbesi aldığını hatırlayarak gülümsedi. Demek ki doğru yerdeydi. Şimdi yapacağı iş sadece Seyyid’e mermiyi topa yükletip ateşletmekti.

“Evet evet doğru, Koca Seyyid. Neyse… şimdi senin o mermiyi topa yükleyip ateşlemen gerekiyor.”

Seyyid bir yerdeki mermiye, bir de arkadaşlarına baktıktan sonra ona döndü ve sert bir sesle: “Ben bunu nasıl kaldırayım arkadaş!” diye kükredi.

“Kaldırabilirsin.”

“Kaldıramam.”

“Hiç denedin mi?”

“Hayır.”

“O zaman bir dene.”

Seyyid bir süre hareketsiz düşündü ve: “De get!” diyerek yerden bir kereste parçası aldı ve arkasını dönerek vince doğru yürümeye başladı.

“Hayır, dur, yapabilirsin inan bana!”

“Bu vinci tez tamir etmemiz gerek! Yardım etmeyeceksen işimize de mani olma!”

“Yetiştiremezsiniz! Biraz sonra buraya bir mermi isabet edecek!”

“Sen müneccim misin gardaş?”

“Hayır deği…” cümlesini tamamlayamadan patlamanın etkisiyle savruldu ve her yer karardı…

Uyandı…

“İyi misin?”

“Evet.”

Hemen ayağa kalkıp sığınağa koştu. Sığınağın içinden de hızını kesmeden çıkışa yöneldi ve nöbetçinin önünde durdu.

“Beni Muharrem Yüzbaşı topçu erlerinin yanına gönderdi.”

“Buyur geç.”

Koşarak tümseğe çıktı ve aşağı atladı. Atlama sesine tamiratla uğraşmakta olan üç er de dönüp baktılar.

“Koca Seyyid!” diye sert bir şekilde bağırdı.

Biraz afallamış olan Seyyid ayağa kalktı ve: “Buyur benim.” dedi.

“Muharrem Yüzbaşı sana en önemli görevi verdi!”

“Emri başım üstüne.”

“Şimdi hemen yerdeki mermiyi kaldırıp topa sürüyorsun ve ateşliyorsun!”

Seyyid şaşkınlıkla yerdeki mermiye baktı ve: “215 okkalık mermiyi ben nasıl kaldırabilirim?” diye sordu.

“Evet kaldırabilirsin Seyyid; ve bunu sadece sen yapabilirsin, Koca Seyyid!”

Seyyid afallamış halde, yerinden kıpırdamadan bir mermiye, bir de arkadaşlarına baktı.

“Daha ne düşünüyorsun, bu bir emirdir Seyyid! Hemen o mermiyi al ve topa sür! Sen Osmanlı’nın tek umudusun; senin elinle Allah bu keferelere yol vermeyecektir haydi Ya Allah!”

Diğer iki topçu da yerlerinden fırlayarak bağırdılar: “Haydi Koca Seyyid. Ya Hak!”

Seyyid gözlerini faltaşı gibi açtı ve “Ya Allah!” diye bağırarak mermiyi sırtladı ve sendeleyerek topa doğru yürüdü; merdiven basamaklarına ayağını atarak mermiyi namluya sürdü. Namluyu geriye doğru çevirip mesafeyi ayarladı ve besmele çekerek topu ateşledi.

Ama mermi uzun düştü. Bir tane daha getirip namluya sürdü. Bu seferki de kısa düştü. Üçüncü mermiyi de ateşledi ve en öndeki zırhlı gemiyi kıç tarafından vurdu. Dümeni parçalanan gemi yan yattı ve mayınların olduğu alana sürüklenerek patlamalarla gözden kayboldu.

Geminin boğazın sularına gömülmesiyle beraber her yer karardı…

Uyandı…

Gözlerini açtı ve tepesinde bu sefer güneş değil beyaz tavan vardı. Doğruldu; etrafına baktı ve kendi odasında olduğunu gördü. Sol tarafındaki pencereden gelen aydınlık sabah olduğunu işaret ediyordu. Rüya mı görmüştü? Ama her şey çok gerçekçiydi. Gözü çalışma masasının üzerindeki açık kalmış kitaba takıldı. Yataktan kalktı ve masasına gitti. Bunun okul tarih kitabı olduğunu görünce bugün olacağı tarih yazılısı aklına geldi. Dün gece yazılıya çalışırken açık bırakmış olmalıydı. Kitabı eline aldı ve en son kaldığı sayfayı okumaya başladı:

Osmanlı Devleti’nin 1.Dünya Savaşı’nda açtığı 11 cepheden birisi olan Çanakkale Cephesi, kazanılan tek cephe olması nedeniyle önem arz etmektedir. İtilaf Devletleri’nin Çanakkale Boğazı üzerinden zırhlı gemilerle İstanbul’a ulaşma planlarının başarısız olduğu bu cephede, en önemli kahramanlardan biri de Seyyid Onbaşı’dır. Rumeli Mecidiye Tabyası’nda topçu eri olarak görev yapan Havranlı Koca Seyyid, mermi vincinin isabet alması sonucu parçalanması sebebiyle, 215 kilogramlık top mermilerini sırtlayarak top kundağına yerleştirmiş ve atışları sonucunda da “Ocean” adlı İngiliz zırhlı gemisini batırarak gemi harekatının başarısız olmasında büyük pay sahibi olmuştur. Bu başarısından dolayı kendisine “Onbaşı” rütbesi verilmiştir. “Ocean” zırhlısının batmasının ardından…

Yazan – YUSUF SERCAN TEMEL

Seyyid Onbaşı, Koca Seyyid, Rumeli Mecidiye Tabyası, Çanakkale Savaşı, Birinci Dünya Savaşı, Mecidiye Tabyası, Havranlı Koca Seyyid, İtilaf Devletleri, Çanakkale Boğazı, Osmanlı Devleti’nin, Çanakkale Cephesi, Hikaye, Hikaye oku, Kahramanlık Hikayeleri, Tarihi Hikayeler, Çanakkale Savaşı Hikayeleri, 

Exit mobile version