Hikaye: “Ceza”

Hikaye: “Ceza”

Güneş tepede henüz kendini belli etmemişti. Uyuyan askerlerin çoğu tatlı bi rüyanın içinde dolaşıyorlardı. Kırk beş askerin bulunduğu koğuştakilerin  yirmi beşi RDM diye tanımlanan gruptandı. Psikolojik tedaviye ihtiyacı olan, silah tutamayacak kadar akıl sağlıkları bozuk olanlar. RDM ler sadece garaj nöbeti tutuyor, onunda çoğunda uyuyorlardı. Altmış beş metrekarelik koğuşta yirmi üç ranza vardı ve biri hariç hepsinin üstü ve altı doluydu. Sadece tek bi ranzanın üst katı boştu. Altında yatan tek pırpırı olan onbaşı bugüne hiç uyanmak istemiyordu. Sadece uyumak ve güneşin hiç doğmamasını hayal ediyordu. Yastığa başını gömmüş uyuyor gibi yapıyor ama uyumuyordu. Düşünüyordu.

Düşüncelerini bölen çavuşun dolaplara vurduğu kasaturanın sesiydi. Diğerleri de duymuştu. Çıkan gürültüyle uyanan askerler kendini açmaya çalışırken, onbaşı ranzasında doğruldu. Giyinmeye ihtiyacı yoktu. Sadece çıkardığı postallarını giydi, iplerini bağladı. Çünkü üç beş nöbetinden gelmişti ve sadece yirmi dakika kadar önce uzandığı ranzadan hiç uzanmamış gibi kalktı. Çavuş kasaturadan vazgeçmiş artık sesiyle gürültü çıkarıyordu;

‘’Hadi kalkın beyler. Annenizle vedalaşın. İçtima vakti. Herkes on beş dakika sonra aşağıda olacak.’’ Dedi.

Onbaşı yatağını toplayıp, tuvaletlerde tıraş olduktan sonra aşağıya indi. Herkes çoktan sıraya girmiş, sayılmışlar ve  bölük komutanının gelmesini bekliyorlardı. Duvarları yosun tutmuş bölüğün önündeki küçük meydan da tek bi izmarit dahi yoktu. Çünkü on dakika önce hepsi toplanmış ve çöpün içine atılmışlardı. Buna mıntıka temizliği deniliyordu. Her sabah en az sı..mak kadar doğal bir eylem haline gelen mıntıka.

Çavuş saatine baktı. Bölük komutanının gelmesine daha on beş dakika vardı. Bi sigara yaktı. Onu gören askerlerde birer sigara yaktılar. Çavuş’un yanına hızlıca gelenin adı Ali İhsan’dı.

‘’Ateşin var mı Çavuş’’

‘’Var’’ dedi Çavuş ve ateşi uzattı. Ali İhsan sigarasını yaktı sonra konuşmaya devam etti;

‘’Bugün onbaşı ceza evine gidecek değil mi?’’

Evet anlamında başını salladı Çavuş ama konuşmadı. Konuşmak yerine sigarasından yükselen dumana baktı. On beş aylık askerliğinin on üçüncü ayında olan Çavuş artık oraya götürdüklerinin sayısını unutmuştu. Artık saymıyordu. Umursamıyordu. Tek umursadığı kalan günlerini tamamlayıp memleketine dönmek ve Hacer ile evlenmekti. Ali İhsan’da umursamıyordu. Sadece laf olsun diye sormuştu. Geçen uzun zaman içinde açacak muhabetlerin sayısı azaldığı için en yeni gündem maddesi konuşulurdu.

İçtima alındı, askerler görev yerlerine dağıldı. Sadece tek bi asker olduğu yerde duruyordu. Aslında o da gitmek istiyordu ama bugün değildi. Bugün ne nöbete gidecekti ne de spora.

‘’Sen bekle’’ demişti Yüzbaşı. O da bekledi. O an bi kuşun sırtına binip gitmek istedi. Sonra hevesi kursağında kaldı. Esas duruşta duran elleri rahat komutuyla serbest kaldılar. Yanına gelen Uzman Çavuş Hanefi’ydi. Hanefi bi yandan elindeki kağıda bakıyor bi yandan da onbaşıyı süzüyordu. Bir iki dakika kadar öylece durdular. Hanefi ellerini arkada bağlayıp konuştu;

‘’ Hazır mısın? Biliyorsun bugün cezanı çekmek için cezaevine gideceksin. Bi hafta ordasın.’’

Hazır mıydı? İnsan özgürlüğünün kısıtlanacağı yere gitmeye kendini hazırlayabilir miydi? Korkuyordu. Korku bedenini ele geçirip diz kapaklarını titretirken cevap verdi;

‘’Hazırım’’ dedi. Sadece o kadar konuştu, fazlası yoktu. Çünkü ne Onbaşının canı konuşmak istiyordu ne de Hanefi uzmanın canı duymak istiyordu.

Yirmi metre kadar yürüdüler. Bölüğün deposundan içeri girdiler. Hanefi sandalye çekip oturdu. Bi sigara yaktı. Bi tanede onbaşıya uzattı. Yaktılar. Beş metrakarelik depo duman altı olmuştu. Sessizce bekleyişleri sigaraların bitmesiyle son buldu. Hanefi bakışlarını onbaşıya sabitlemiş öylece duruyordu. Onbaşı bilmiyordu. Kendisiyle aynı yaşta oğlu olan Hanefi’nin kendi elleriyle onu teslim edeceği yerin berbat olacağını, bilmiyordu. Oğluyla aynı adı taşıması bi yana, oğluna bu kadar fazla benzediğinden ötürü Hanefi’nin içindeki hüzünü bilmiyordu. Yirmi beş senelik meslek hayatında ceza evine götürdüğü hiçbir asker için tek duygu hissetmeyen Hanefi, onbaşıya baktıkça üzülüyordu. Belki de bıkmıştı artık. Emekliliğine çok az kalmıştı. Yorgundu Hanefi. Yüz yıllık çınarlar kadar, yorgun.

‘’Yer yarılsa da içine girsem keşke’’ dedi onbaşı. Sağ elini sol elinin üstüne atmış öylece duruyordu. Hanefi cevap vermedi. Kısa bi zaman sonra saatine baktı. İçi buruktu ama yüzü demir gibiydi, konuştu;

‘’Vakit geldi onbaşım. Postallarının iplerini çıkar.’’

Onbaşı ilk cümleyi anladıysa da ikinciyi anlamamıştı. Neden iplerini çıkaracaktı ki? O zaman nasıl  yürüyecekti?

‘’Nasıl, komutanım?’’ diyebildi sadece. Daha yüksek sesle söyledi bu sefer;

‘’İpleri diyorum çıkar. Orada ip yasak. Palaskanı da çıkar bakalım.’’

Onbaşı gerçekten anlamamıştı. Ama o güne kadar cezaevine hiç girmemişti ve bilmesi olanaksızdı. Onbaşı bilmiyordu. İpler yasaktı çünkü kendini boğma ihtimalini ortadan kaldırmak için yasaklanmıştı. Artan baskılar sonucu kendini asabileceğinden korkan yönetmelik böyle bir önlem almıştı. Onbaşı anlamasa da emiri yerine getirdi. İlk baş postallarındaki ipleri söktü. Sonra palaskasını çıkarıp Hanefi’ye verdi. Kendisi için çok değerli bi hediyeyi bir başkasına verir gibi. Yavaş ve isteksizce…

Depodan çıkıp cezaevinin bozuk yoluna vardılar. Hanefi uzman önde onbaşı arkada, güneşte tepelerinden geliyordu. Normal bir insanı bile bayıltabilecek kadar sıcak olan kent, şimdi onbaşı için cehennemden farksızdı. Ayakları ilerliyor fakat aklı duruyor gibiydi. Yüzünde oynayan tek bi kas bile yoktu. Bakıyordu o kadar. Etrafında kentin tek yeşil alanını oluşturan çam ağaçları birer metre arayla dikilmişlerdi. Askeriyenin benzin istasyonundan geçerken pompacılardan biri onlara seslendi;

‘’Hayırdır komutanım. Mahkum mu götürüyorsunuz yine!’’

Hanefi, bu ukala askerin muhtemelen şafağına az kaldığıdan bu kadar rahat konuştuğunu anladı. Bakışlarını yoldan kaldırıp pompacıya dönerek konuştu, daha doğrusu çığırdı;

‘’Sana ne lan. Fazla merak bi yerine kaçar koçum. Hadi pompala sen pompala’’

Pompacı bozuldu. O an yerin içine girmek istese de yapamadı. İşine devam etti yani Hanefi uzmanın deyimiyle pompaladı. Daha dolacak beş araç vardı ve kızgın güneşin altında durmak içini kavuruyordu.

‘’On gün daha, sonra yokum bu lanet yerde’’ dedi mırıldanarak.

Hanefi ve onbaşı yaklaşık bir buçuk kilometre kadar yürüdükten sonra cezaevinin kapısına geldiler. Onbaşı kafasını kaldırıp kapıya baktı. Simsiyah kapı ona gülüyor gibiydi. Küçük üç dikey demir parçasının kapattığı küçük pencereden bi kafa çıktı ve konuştu;

‘’Buyrun komutanım. Ne istemiştiniz?’’

Hanefi cevap verdi;

‘’Yeni mahkum getirdim, bizim bölükten’’

‘’Bi dakika komutanım’’ dedi asker ve küçük pencereyi kapattı. Kısa bi bekleyişten sonra siyah kapı açıldı ve önde Hanefi arkada onbaşı içeri girdiler.

İçeri girdiklerinde onbaşının gözüne çarpan ilk yer; L şeklinde yerleştirilmiş uzun bi bankın olduğu ve üstü çardak olan oturma yeriydi. Daha sonra hemen yanındaki tek katlı binaya kaydı gözleri. Muhtemelen yatakhane burasıdır diye geçirdi içinden. Sonra girdikleri kapının hemen solunda, yerden en fazla yirmi santim yükseklikteki çeşmeye takıldı gözleri. Daha doğrusu bu alçak çeşmenin altında bulaşık yıkamaya çalışan mahkumlara. Dört mahkum yerden bu kadar alçak olan bi çeşmenin altında pilav tenceresini yıkamaya uğraşıyorlardı. Ama neresinden bakarsanız bakın saçmalıktı. Çünkü ne tencere çeşmenin altına sığabilecek kadar küçüktü ne de çeşme tencereyi yıkayabilecek kadar büyük. Bu da oyunun bi parçası mıydı? Tek bir ses dahi yoktu bulundukları yerde. Bulaşık yıkayan mahkumların başında ellerini arkasında birleştirmiş gardiyan sessizliği yarmak ister gibi bağırarak konuştu;

‘’Hadi lan sallanmayın. İki dakika içinde o tencere tertemiz olacak. Yoksa ne olacağını biliyorsunuz.’’

Mahkumlar aynı anda dönüp gardiyana bakarak tek bir ağızdan bağırdılar;

‘’Emredersiniz komutanım…’’

Sonra saçma bi sessizlik daha oldu. Onbaşı gardiyana bakıyordu. Nerden baksan iki metreye yakın boyu ve iri fiziğiyle bu iş için biçilmiş kaftandı. Fakat onbaşı gardiyanların usta birliklerinin ilk gününde jüri denilen inzibat rütbelileri tarafından seçildiğini muhtemelen hiç duymamıştı. Sivil hayatında problem yaşayan ve başı derde girmiş boyu bir seksenden yüksek her er onlar için potansiyel bir gardiyandı. Yani kısaca sivil hayatta gördükleri aşağılama ve nefreti kusmak için bileklerine bilezik takıyorlardı. Daha doğrusu yetmiş beş santim boyundaki bi jop, onlara kendilerini Tanrı gibi hissettiriyordu. Burası Tanrının unuttuğu yer miydi?

Onbaşı bu seferde gözlerini girdikleri kapının hemen sağındaki tek katlı barakayı andıran binaya çevirdi. Tabeladaki yazıyı içinden okudu. ‘’Disiplin ve Ceza Tutuk Evi’’ yazıyordu. Her binanın girişinde ve yerdeki bazı noktalarda da tek bir düzlem üzerine çekilmiş kırmızı çizgiler yer alıyordu. Ne için çizildiklerini bilmeyen onbaşı daha sonra neden kırmızı çizgiler olduğunu anlayacaktı.

Elleri ceplerinde bekleyişini sürdüren onbaşının yanına oturma yerinin arkasından çıkan diğer bi gardiyan hızlı adımlarla geliyordu. Onbaşı ilk başta fark etmese de gardiyanın bağırmasıyla fark etti.

‘’Çıkar ulan ellerini cebinden. Kimsin sen neyi bekliyorsun?’’

Onbaşı ellerini cebinden hızlıca çıkardı ve konuştu;

‘’Komutanı bekliyorum. Buraya getirildim. Bi hafta cezam var’’

Gardiyanın çirkin yüzünde tatlı bi gülümseme belirdi. Sağ ve sol elini birbirine sürterek konuşmaya devam etti;

‘’Oh oh iyi iyi. Desene yeni bi mahkumumuz var. Lan Selim gel bak yeni mahkum gelmiş. Hem de bu pırpırlı’’

Sesi duyan Selim koşar adımlarla yanlarına geldi. Nedendir bilinmez onunda yüzü çok çirkindi ve güldüğünde sarı dişleri güneşi kıskandıracak kadar sarıydı. Onbaşının etrafında bi tur döndü sonra diğer gardiyana bakarak;

‘’Çokta zayıfmış bu ya. Ne kadar senin ceza süren?’’

‘’Bi hafta’’ diyebildi sadece onbaşı. Sesi neredeyse duyulamayacak kadar kısık çıkmıştı. Selim’de duymadı ve bi daha sordu

‘’Ne kadar, bağır ulan biraz’’

‘’Bi hafta’’ dedi onbaşı ama bu sefer bağırarak. Gardiyanların keyfi yerine gelmişti ve ikisi de birer sigara yaktılar. Sonra ilk gelen gardiyan onbaşıya bakarak tekrar konuştu;

‘’Buna iyi bak. Burda bu sigarayı çok arayacaksın koçum’’

Onbaşı beyninden vurulmuşa döndü. Ne demek çok arayacaktı? Sigara içmek yasak olamazdı heralde. Çünkü kendisi günde iki paket içen potansiyel bi sigara bağımlısıydı. Soracaktı ama soramadı, korktu. Hemde bugüne kadar hiç korkmadığı kadar.

Tek katlı binadan önce Hanefi Uzman arkasından da genç astsubay çıktı. Hanefi uzman onbaşıya dönerek;

‘’İçeri geç bakalım, girişini yapacaklar. Girişin yapılana kadar ben buradayım.’’ Dedi.

Onbaşı yavaş adımlarla kırmızı çizginin çekili olduğu kapıdan içeri girecekti ki astsubay bağırdı;

‘’Bak bu yerdeki kırmızı çizgileri görüyor musun? Bunlardan geçerken ‘’disiplin’’ diye bağıracaksın. Kural böyle’’

‘’Anlaşıldı’’ dedi onbaşı. G…ne bi tekme vururken tekrar bağırdı astsubay;

‘’Anlaşıldı yok. Emredersin komutanım diyeceksin’’

Onbaşı tekrar bağırdı hem de avazı çıktığı kadar;

‘’Emredersin komutanım’’ sonra bi daha bağırdı çünkü kırmızı çizginin üstünden geçiyordu;

‘’Disiplin’’ çizgiyi geçti ve içeri girdi. Aklı yerinden oynamak için can atıyordu ama bu daha sadece başlangıçtı…

Sağ taraftaki odaya geçtiler. Odada iki masa iki sandalye ve masaların üzerine konulmuş iki bilgisayar vardı. Masaların hemen önünde bakımsızlıktan renkleri sararmış iki sehpa her iki sehpanın da üzerinde aynı vazolarda duran iki çiçek vardı.

‘’Otur’’ dedi astsubay. Onbaşı astsubayın gösterdiği masanın hemen önündeki sandalyeye oturdu. Kısa bi kaç sorunun ardından bu sefer astsubayın gösterdiği yere yürüdüler. Üç metrakarelik bi oda.

‘’Soyun’’ dedi astsubay. Onbaşı soyundu. Vücudunda herhangi faça izi, dövme olup olmadığına ve erkek olup olmadığına baktılar. Utandı onbaşı, hem de o güne kadar hiç utanmadığı kadar. Sonra başka bi gardiyan elinde battaniyeyi andıran siyah giysilerle geldi.

‘’Bunları giy, sadece bir dakikan var’’ dedi. Yüzünde tek bi duygu belirtisi dahi yoktu. Onbaşı kısa süreliğine yeni üniformasına baktı. Simsiyah bi pantolon, simsiyah bi kazak ve simsiyah bi şapkaydı. Hepsinin de kumaşı kışlık battaniyelerin ki gibi kalındı. Giyindi. Hemen on saniye sonra gardiyanın sesi tekrar duyuldu;

‘’Giyindin mi?’’

‘’Evet’’ dedi onbaşı. O anda aklına lisede okuduğu Victor Hugo’nun ‘’Bir İdam Mahkumunun Son Günü’’ adlı kitabı geldi. Kitabı okurken aşırı hüzünlenmiş ve korkmuştu. ‘’Ya benim başıma gelseydi’’ diye düşünmüştü hep sayfaları çevirirken. Her ne kadar kitaptaki karakter gibi idama mahkum edilmediyse de bir haftalığına o da mahkumdu. Tıpkı Hugo’nun yarattığı karakter gibi…

Giyinip tekrar aynı yere ikinci girdiği kapının hemen yanındaki duvarın oraya geldiler. Gardiyan;

‘’Burda bekle hemen geleceğim’’ dedi.

Onbaşı yaklaşık on beş dakika bekledikten sonra gardiyan elinde bir a4 kağıdıyla geri geldi ve kağıdı onbaşıya uzattı. Sonra konuştu;

‘’Bunu ezberlemek için on dakikan var. On dakika sonra geleceğim. Kağıtta yazanları ezberlemiş ol!’’

Onbaşı ‘’emredersiniz komutanım’’ diyerek elinde kağıdı okumaya koyuldu. Gardiyan kapıdan içeri girerken kısa bir süreliğine dönüp onbaşıya baktı. Çabuk öğreniyordu. Burada emire itaat edenler ve çabuk öğrenenler sorun yaşamazdı. On aydır buradaydı ve gelenlerin çoğunluğu ya uyuşturucu bağımlıları ya da uzman çavuş döven serseri tiplerdi. Fakat onbaşı görünüşü ve konuşmasıyla hepsinden farklı olduğunu belli ediyordu. ‘’Okumuş adamın hali başka oluyor tabi’’ diye mırıldandı gardiyan. Kendisi de lise mezunu değildi ve onbaşıya beslediği duygularını bir bıçakla keser gibi fırlatıp atıp kapıdan içeri girdi.

Onbaşı elindeki koca paragrafa sığdırılmış cümlelere, sonra kelimelere en sonda harflere gözlerini gezdirdi. Cezasını açıklayan koca paragrafı on dakikada ezberlemesi imkansıza  yakındı. Yine de başka şansı olmadığından ezberlemeye koyuldu. Gardiyan söylediği zamanda tekrar geri geldi. Ne beş dakika erken ne de beş dakika geç.

Bi sigara yaktı ve konuştu;

‘’Şimdi… Duvara yaslan bakalım tüm vücudun duvara yapışsın ve esas duruşta dur.’’

‘’Emredersiniz komutanım’’ deyip onbaşı dediğini yaptı.

Gardiyan uzun bir nefes çektiği sigarasının külünü silkti devam etti;

‘’Evet, avazın çıktığı kadar bağırıp kağıttakini oku bakalım.’’

Onbaşı söyleneni yaptı ama ilk üç cümle haricindeki hepsini unutmuştu. Üç cümleyi bağırarak söyledi sonra kekelemeye başladı. Gardiyan aralarındaki beş adımlık mesafeyi bir adıma düşürerek sağ eliyle sert bi tokat attı onbaşıya. Onbaşı esas duruşta duran ellerini yumruk yapıp sıkmaya bir yandan da ne yapması gerektiğini düşünmeye başladı. Ellerini yumruk yaptığını gören gardiyan iyice sinirlendi ve jopunu çekerek ellerine sert bir darbe indirdi. Kızarmışlardı. O anda onbaşı ortaokuldayken öğretmeninin cetvelle tırnak uçlarına vurduğu günleri hatırladı. Okulda öğrendiklerim demek ki gerçek hayatta da işimize yarıyormuş deyip içten içe gülümsedi.

Acıyı unutmuştu, kızaran ellerini tekrar esas duruşa getirip tekrar okumaya başladı. Ama yine ilk üç cümle haricinde hafızasında tek bir kelime dahi yoktu. Gardiyan yine tokatını indirdi, onbaşı bu sefer gülüyordu. Gülüyor diye gardiyan tokatların sayısını arttırdı onbaşı da kahkahalarının sayısını katladı. Bu şekilde devam eden yarım saatten sonra onbaşının  sağ ve sol yanağında kızarmayan tek  bir nokta dahi kalmamıştı. O ise hala gülüyor ve kahkahaları sessiz cezaevinin kulaklarını tırmalıyordu. Kimse aldırış etmemişti. Onbaşı tokatların kesildiği iki dakikada yan tarafına baktı. İkişer metre arayla dizilmiş sekiz mahkum daha sol tarafına dizilmişlerdi. İçlerinden bir tanesi bile kafasını kaldırıp bakamıyordu ve hepsi titriyordu. Korkuya alışmaya başlayan onbaşının vücudu artık mutluluk hormonu salgılıyor ve beyni şuanda burada olmadığını deniz kenarında şezlongda uzanmış olduğunu söylüyordu. Gardiyan bile yorulmuştu ve daha fazla sürdürmedi;

‘’Sen nasıl bir manyaksın lan! Yürü, eller esas duruşta kafan önde. Marş marş’’ dedi.

Onbaşı denileni yaptı ve onbaşı önde gardiyan arkada yürümeye başladılar. Kırmızı çizgilerin üzerinden geçerken disiplin diye bağırıyor bi yandan da ağzının kenarında gülmeye devam ediyordu. Onbaşının sesi sırada bekleyen diğer mahkumların daha da korkmasına neden oluyordu. İlerlediler. Kırmızı çizgilerden geçe geçe yatakhanenin olduğu yerin önünde durdular.

O an sanki dünyada durdu. Dönmekten vazgeçmiş, umursamıyordu. Zaman sanki bir daha akmamak üzere uyumuştu. O anda herkes ve her şey ölmüştü. Rüzgar ensesinde gezerken onbaşı başka bir kapıdan içeri girdi…

İçeri girdiğinde dikkatini çeken ilk şey yine demir parmaklıklı demir kapıydı. Boyundan en az otuz santim daha yüksekti ve açılırken korkunç bir gürültü çıkarıyordu. Gardiyanın emriyle içeri girdi ve gösterdiği yatağına doğru ilerledi. Pencere kenarındaki ranzanın alt katı onbaşıya tahsis edilmişti. İçeride otuz ranza, botların koyulacağı ayakkabılığa benzer dolap ve tepede duran bi lambadan başka bir şey yoktu. Yatakların hepsi nizami biçimde yapılmıştı. Gardiyan kapıyı kapatırken konuştu;

‘’Burada uslu uslu bekle. Şuanda iş saatinde tüm mahkumlar, akşam yemeğine kadar burda kalacaksın.’’

‘’Emredersin komutanım’’ deyip, gardiyanın yatakhaneden çıkmasıyla esas duruştan çıktı onbaşı. İpleri olmayan botlarını çıkarıp ayakkabılığa koydu. Sonra yatağa uzandı. Pencereden dışarı baktığında gördüğü tek şey sapsarı otların önünde yükselen duvardı. Eski pirket taşlarından yapılmış ve aralarında sıva olmayan duvar. Daha dikkatli baktığında duvarı oluşturan taşların boyutlarınında farklı olduğunu gördü. Kafasını parmaklıkların kapattığı pencereye iyice dayayıp duvarın sağ tarafını görmeye çalıştı. Üç el arabası ve arabaların önünde duran boyutları farklı taşları gördü. Anlamıştı. Duvar mahkumlara yaptırılıyordu. Daha fazla bakmadı. Yatağa uzanıp nerede olduğunu anlamaya, anladıkça alışmaya ve bir hafta olan cezasının aslında çok uzun olmadığına inandırmaya çalışarak geçirdi saatlerini. Aklına annesinin şuanda ne yapıyor olabileceği geldi. Sahiden de ne yapıyordu? Bi saati olmadığından saatin kaç olduğunu bilmiyordu ama güneşin evine gitmek için yola çıktığını demir pencereden gördüğünde emin oldu. Muhtemelen yemek yapıyordu. Saat yedi de başlayan ve çoğunlukla demli bir çaydanlık çayla son bulan keyifli yemekler gözünün önüne geldi. Ve ağlamaya başladı onbaşı. Küçük bir çocuk gibi hıçkırarak ağladı. Sonra gözyaşları bitti. Ağlamaları inlemelere, inlemeler sessizliğe dönüştü. Sonrada hiç bir şey düşünmeden yattı.

Kapı büyük bir gürültüyle açıldı. Pencerenin dibine kadar gelen gardiyan ipleri olan botlarıyla yatağın başucundaki demire vurdu. Onbaşı kalktı. Sanki yatağa hiç yatmamış ve sanki buraya hiç gelmemiş gibi bir hali vardı.

‘’Saat kaç’’ diye sordu. Gardiyan onbaşıya baktı. Bakışları vurduğu demir kadar sert, elleri normal bir insanınkinden iki kat daha büyüktü. Kocaman elleriyle onbaşıyı yakasından yakalayıp havaya kaldırdı ve konuştu;

‘’Lan bana bak. Burası cezaevi koçum. Bölüğünde değilsin, adamı çileden çıkarma. Yürü yemek vakti’’ dedi.

Onbaşıyı tek hamlede yere bıraktı ve demir kapının oraya gidip bekledi. Onbaşı ne olduğunu anlayamadan yeni bir darbe yemişti ve çaresiz kalkıp yürüdü. Kapıdan çıktılar.

Yemekhaneye girdiklerinde tüm mahkumlar kafalarını kaldırıp kısa bir an için onbaşıya bakmışlar fakat cezaevi müdürü astsubayın bağırmasıyla kafalarını tekrardan yemeklerine gömmüşlerdi. Menü oldukça zengindi; yeşil mercimek,salata ve pilav.

Yemek dağıtılan noktaya geldiğinde yemekhanecinin ona pis pis sırıttığını gördü. Tam konuşacaktı ki arkasında hissettiği tokatın sıcaklığı kelimelerini durdurdu.

‘’Hadi lan, sallanma!’’

Yemeğini alıp boş bulduğu ilk masaya oturdu. Kimse konuşmuyordu. Muazzam sessizlikte yemek yiyen mahkumlara baktı. Hepside buraya alışmışlar ve verilen komutlarla hareket eden robotlar gibiydiler. Hepsi sadece yemeklerini yiyor ve su istemek için bile konuşmayıp elleriyle işaret ediyorlardı. Sanki mahkumca diye bir dil varmış ve onu konuşuyor gibiydiler. Masadaki çatal ve kaşığına baktı onbaşı bu sefer. Plastik kaşığını eline alıp, şuanda evde olsa asla yemeyeceği yeşil mercimeği kaşıklamaya başladı. Çünkü karnı çok açtı ve saatlerdir bir şey yememişti. Gözlerini kapattı ve görmeden tabağında ne varsa silip süpürdü.

Karşı masada tanıdık bir yüz ona doğru bakıyordu. Karşı bölükten tanıdığı arada bir yatma vaktinden önce toplu içilen sigara ortamlarından tanıdığı Resul’dü bu. Başıyla selam verdi Resul’de selamı alıp yemeğine döndü.

Mahkumlar beş kişiden oluşan ve arkaya doğru uzayan sıraya girmiş gardiyanın gelmesini sessizlik içinde bekliyorlardı. Sonbaharın geldiğini haber veren rüzgar esiyor, ağaç dallarını sallıyor ve sallandıkça ortama çam kokuları yayılıyordu. İçlerinden bazıları gözlerini kapatmış, gelen kokuyu içlerine çekip belki de başka yerlerde olduklarını hayal ediyorlardı. O an helikopter ile tepeden fotoğrafları çekilse simsiyah bir bulut gibi gözükürlerdi. İçlerinde aylarca yatacak olanlarda vardı onbaşı gibi bir haftada çıkacak olanlarda. Kokuyu ve sessizliği gardiyanın sesi böldü. Ellerini arkada bağlamış ve diğer gardiyanlara göre oldukça iri olan baş gardiyan Samet konuştu;

‘’Afiyet olsun çiçeklerim, karnınız doydu mu bakalım?’’

‘’Eveeeettt!’’ diye gürledi mahkumlar. Samet yavaş adımlarla mahkumların arasında gezinmeye ve göz bebeklerinin içlerine bakmaya başladı. Sonra devam etti;

‘’O zaman karnımız toksa sıra neyde?’’

Mahkumlar ses çıkarmadı. Samet sırıtarak;

‘’Sigara vakti gençlik’’ dedi.

O anda tüm mahkumların gözlerinde bi ışık belirdi. Tek sıra halinde onbaşının ilk geldiğinde gördüğü L şeklinde bankın uzandığı, üstü kapalı çardağa geçtiler. Yarımşar metre aralıklarla oturdular. Onbaşı bankın en sonuna oturdu. Hepsinin görebileceği noktaya sandalye çeken Samet oturdu. Başka bir gardiyan elinde küçük kilitli kahverengi sandıkla karanlıkta belirdi. Sandığı Samet’e uzattı ve gitti.

Samet sandığın kilidini cebinden çıkardığı anahtarla açtı.

‘’Evett. Bakalım kimlere sigara gelmiş’’ dedi.

Sandıktan çıkardığı üç paket sigaranın üzerine yazılmış isimleri okudu.

Yazan – Şahan Bilgin

Exit mobile version