Cennet Kızın Cinneti
Çivit gibi mavi göğün sarı toprağa değen uçlarından güneşin ulvî dalgaları köyü kıpkızıl sarmıştı. Gökte hiç bulut yoktu. Hava sıcak ve ağırdı; kızıl loşluğun indiği dar, gübreli sokaklardan keskin bir ahır kokusu çıkıyor, evlere dönen inekler çıngıraklarını sallayarak kendi kapıları önünde duruyor, boynuzlarıyla duvara vuruyor, sonra sabûr bekliyorlardı.
Bazan elinde bakraç, yazma başörtüsü arkasına atılmış örgülerini sallayarak bir kız duvarlardan açılan küçük bir kapıdan çıkıyor, bazan uzun sopasının bir ucunu arkasından kollarının altından geçirmiş bir çoban çocuk başı önünde bir türkü mırıldanarak dönüyordu. Avlulardaki saman yığınlarıyla, sazdan damlı, duvarlar arkasına sinen köy evlerinin kızıl loşluğundan yavaş yavaş gece karanlığına geçerken, keskin hututu eriyor, gayrımuayyen bir yığın, bir siyah kümeye inkılâp ediyordu. Uzaktan çoban köpeklerinin kalın akislerle havlamalarına ince kuzu melemeleri, derin öküz böğürtüleri karışıyordu. Hepsinin üstünden köyün paytak, tahta bir minaresinden garip, kudretli fakat ahenksiz bir ses ezan okunuyordu.
Herkesin meşgul olduğu bu saatte Cennet Kız sıvalı alçı duvardan açılan kapısından fırlıyor, sağa sola korkan gözlerle bakıyor, duvarların gölgesinde saklanarak, arkası iki büklüm, ürkek ve sinik köyün önünden geçen Sakarya’nın gür çağıltılı kıyısına gidiyor, suların beyaz köpüklü bir girdap yaptıkları noktaya eğilmiş salkım söğütlerin altına sığınıyor, dizlerini dikiyor, ellerini yanaklarına dayıyor, ağlar gibi, ulur gibi garip garip sesler çıkarıyordu.
Gözlerinden yaş çıkmayan bir deli idi. İmansız gitmeye, ebediyen yanmaya mahkûm bir bedbahttı. Gündüzleri hemen hiç çıkmazdı. Akşamları onun ürkek gölgesine tesadüf edenler olursa “kelime-i şehadet” getirip kaçışırdı. Evinin önünden geçen çocuk, büyük adımlarını sıklaştırır, süratle uzaklaşırdı. Çok uzaktan görülürse köyün çocukları taş atar kaçarlardı. Bazan ihtiyar bacaklarının arasında bir tavan süpürgesi mezarlığa doğru koştuğu görülen ihtiyar Penbe Nine’si ona yiyecek getirmese, köyün onu ihata eden nefret ve korku hududu içinde köpek gibi açlıktan ölecekti. O köyde üç gün misafir oldum. Akşam ocak başlarında, gündüz harman yerinde bahsetmedikleri bu cadı kocakarı ile deli torunun korkusunu, ağırlığını bir kâbus gibi köylülerin gönlünde sezdim. O kadar gayritabiî ve şeytanî bir korku ve nefret kordonu ile o iki mahlûku, insan temasına karşı karantinaya almışlardı ki fazla temas gösterene, onlardan bahs edene şüphe ile bakıyorlardı. Fakat ben her ne pahasına olursa olsun bu iki bedbahtın hikâyesini öğrenmeye karar vermiştim. Kendi kendime mutlaka bunu yapacaktım.
***
Gün ışığında pejmürde, ibtidaî, üstü sazlarla örtülü bir sıva ve taş yığını olan köy, akşam kızıltılarında, ayın gümüş parıltısında bir peri efsanesinin sahnesine dönüyordu. Misafir olduğum evde sıcaklığın ağır nefesinde bîtap olan kadınlar kapılarının önüne toplanmışlar, alçak seslerle konuşuyor, gülüşüyorlardı. Çömelmiş rengârenk çorap ören kadınlar, alçak duvarlara dizilmiş kabaklar, orada burada gübre yığınları yanında ayakta geviş getiren inekler, Afrikaî bir his veren, tepesi yuvarlak ot yığınları üstünde gümüş ışıklı gölgeleri uzaktan çağlayan Sakarya’nın füsunu içime doldu.
— Hanife Nine ben şu Sakarya’ya kadar uzanacağım, dedim.
— Olur… Sakın Penbe cadının evinin önünden geçme!
— Geçmem nine!
Ev sahibinin evi gözden kaybolunca hemen Penbe Nine’nin evinin olduğu ıssız, dar sokağa saptım. Kabak dizili alçı duvarlar ortasında dar, kokulu sokak gümüş ışıkla yıkanıyordu. Küçük bir kapının arasında ihtiyar bir nine oturmuş, kuru dudaklarının arasında bir şeyler fısıldıyordu. Şalvarı, gömleği bin bir yama içinde, çıplak ayaklarını uzatmış, sırtını duvara dayamış, kuru yanaklarına kirli başörtüsünün altından kır saçları dökülmüş, insan elinden ziyade kuru ve cılız bir ağaç kütüğüne benzeyen elleriyle teşbih çekiyor, müşteki, meyus bir sesle mırıldandığı “Allah, Allah” bazan yükseliyor, isyana benzeyen bir ifade alıyordu.
— Selâmünaleyküm Nine.
— Aleykümüsselâm.
— Burada ne yapıyorsun?
Küçük gözlerini büzdü. Yüzümü şüpheli tetkik etti.
Nidecem, havalanıyorum, sen nidiyorsun? Yabancıya benzersin.
— Köyde misafirim, yarın gidiyorum.
Sesimin mülâyemeti, dostluğu biraz yumuşattı. Başını salladı, bir ah etti.
— Bizim kız bugün yine çok kasvetli, dedi.
— Niçin Nine?
Ay ışığında hep böyle ediyor.. Sakarya’ya gitmek istiyor.
Bırak gitsin.
Yine başını salladı.
— Köyün uşakları hep meydanda, rahat komazlar, taşlarlar. Bak hele bir it gibi ürüyor gene…
Hakikat bahçenin içinden bir tiyatro dekoru gibi görünen küçük evin içinden en garip sesler geliyordu.
— Niçin yalnız bırakıyorsun Nine?
Başını salladı.
— Lâf etmez ki…
— Belki eder.
Deli torununa alâkamdan biraz mütehassis olmuş olacak, yüzüme bakan ihtiyar gözlerinde bir parıltı oldu, yumuşak bir sesle:
— İstersen beraber gidek, dedi.
***
Ay terasa açılan pencereden bir ışık şelâlesi gibi bu mütevazı karanlık odaya akıyordu. Boş ocağın sağında uzanan üzeri halı örtülü minderde elleri dizinde, yüzünün yarısı gümüş gibi beyaz ışıkta, yarısı gölge içinde oturuyordu. Rengi belli olmayan yıpranmış şalvarı, ötesi, berisi delik mintanın altında zavallı, zayıf bir genç kız vücudu beliriyordu, omuzlarından iki uzun örgü pusuya yatmış iki yılan gibi uzanmış, zayıf yüzü iki kocaman mavi gözünün koyulaşan, sâbit korku rengiyle “Meduz” gibi idi.
Ninesi yere diz çökmüş, ihtiyar elleri torununun ölü gibi dizlerinde duran ellerini okşuyordu. Sonra biraz gurur, biraz ümitle:
— Bak Cennet, bak misafir geldi, diyordu.
— Nine zavallı kıza ne oldu? Anlatsana… dedim. O ihtiyar gözlerini Cennet’in sabit gözlerine acı bir istifhamla dikti. Mermer gibi, eski bir resim gibi donmuş duran yüz kımıldadı, başını salladı. O vakit ihtiyar anlattı.
Felâket iki sene evvel olmuş. Köy sapa bir yerde olduğu için “Kuva-yı Milliye” gelmemiş. Yunan’dan da masun kalmış.
Fakat Sakarya ricatinden biraz evvel köye sekiz kişilik bir Kuvayı Milliye gelmiş. Reisleri Şerif Bey yavuz ve güzel bir yiğitmiş. Derhal o Cennet’e, Cennet de ona âşık olmuş. Köyden atları için arpa, kendileri için bedava yemek istiyorlar diye köylü Şerif Bey’e düşman olmuş, onun için Cennet Kız’ı Allah’ın emriyle istedi diye köylü Penbe Nine’ye de garez olmuşlar. Buraya gelince “ama Allah bilir Şerif Bey’in eli Cennet’in eline değmedi” dedi. Fakat bu Cennet’in gözlerinde öyle şimşekler, dudaklarında öyle tehlikeli bir homurtu hâsıl etti ki, ihtiyar bana gözlerini kırparak: “Peki, peki unuttum, Cennet’i aldı, karı koca oldular.” dedi.
Nihayet Sakarya harbinin topları işitilmiş, şoseden karınca gibi, kum gibi asker geçerken görmüşler ve Şerif Bey harbe gidiyorum diye köyden uzaklaşmış!
Üç gün sonra köyü Yunanlılar sarmışlar, karşıdaki yamaca karargâh kurmuşlar. Kurt gibi köye saldırmışlar. Herkes dağa kaçmış, fakat Cennet yatakta hasta imiş, yakalamışlar, karargâhlarına sürüklemişler.
Yunan karargâhında üç gün kalmış. Gâvurlar gittikten sonra yarı deli, yarı hasta sürünerek kız köye gelmiş.
Esasen Şerif Bey’in kahpesi diye köyde rahat huzur vermedikleri Cennet’i köy çocukları, delikanlıları taşla, tükürükle karşılamışlar. Hâlbuki aynı felâkete uğrayan daha başka kadınlar da varmış, imamın yeğeni Fatma bile…
Ne ise zavallı kız canını kurtarmış, fakat aylarca hezeyan içinde yaşamış. Felâket bununla bitmemiş. Üç ay sonra karnı büyümeğe başlamış.
Penbe Nine yemin ediyor. Aynı felâketin köyde üç kızın başına daha geldiğini anlatıyor. Fakat onların çocuklarını ne yapıp yapıp köyün ihtiyar kadınları ilâçla düşürmüşler. Penbe Nine’nin komşularından köyde ebelik eden Hafize Hala bir gece evlerine gelmiş, Yunan’dan kalan bu yüzkarasını yok etmek için Cennet’in de çocuğunu düşürmeği teklif etmiş.
Cennet ani bir isyanla çocuğun Şerif Bey’den olduğunu söylemiş, çocuğunu düşürtmek isteyenleri boğacağına yemin etmiş…
Penbe Nine ihtiyar başını sallıyor! Ağlıyordu. Eğer o çocuk düşse imiş köylünün gayzı geçecek, her şey unutulacakmış. Fakat deli Cennet’in önüne geçememişler, delirmiş, kudurmuş, yanına gelene saldırmış, gebe it gibi karnındaki yavruyu muhafaza etmiş. Neler neler çekmişler, doğuracağı gün böyle it gibi ürümüş, çocuğunu doğurmak istememiş, “Çocuk Şerif Bey’den, kıymayın, aman anam kıymayın” diye bağırmış, tepreşmiş.
Çocuk nihayet doğmuş. Oğlanmış. Böyle mehtaplı bir gecede komşular kapıyı çalmışlar. Penbe Nine’yi çağırmışlar, Yunan piçini ortadan kaldırmazsa evini yakacaklarını, Cennet’i parçalayacaklarını söylemişler. Yavruyu onların eline vermemek için küçük bir kilime sarmış, götürmüş Sakarya’nın salkım söğüt altında kaynayan girdaba atmış.
Garip, çok garip bir çığrış duydum. insan gırtlağından ziyade boğulan vahşi bir hayvanın boğazından çıkar gibi idi. içeriye akan ışıklar ortasında Cennet kuru gözleri ateş içinde, gırtlağını yarıp çıkan feryatlarla hem -ahenk ince kollarını sallıyor, başını dövüyor ve haykırıyordu:
— Aman anam Şerif Bey’in çocuğu nerede? Şerif Bey’in çocuğu nerede? Cinnetin en korkunç hummasıyla Cennet, ay ışığının yıkadığı dar sokakta uluyarak, çırpınarak Sakarya’ya, çocuğunun mezarına gitti. ihtiyar, torununun arkasından kollarını sallayarak koştu. Ben insan kalbinin zayıf ve çapraşık muammalarının dünyada yığdığı ıztırap ve acıyla şaşkın, sersem, Hanife Nine’nin evine döndüm.
Halide Edip Adıvar
Tdk Yayınları