Hikaye Oku “Susturulamayan Sesler”
Parmaklarını yavaşça oynattı, parmak kemiklerini birleşmesinde oldukça büyük rol oynayan ufak çıkıntılar her zamanki yerlerinde yokmuş gibiydi. Elleri buz kesilmiş, ölü birinden kopmuş parçalar misali donmuş gibiydi. Ancak odası o kadar boğucuydu ki, çizgili tişörtü ve şortu bedenine yapışmış sırılsıklamdı. Ağır ağır elini alnına götürdüğünde, umduğunun aksine kan değil, kıyafetlerinin cildine yapışmasının sebebi olan ter olduğunu da anladı o anda. Rahatladı, zaten kan olmasının imkanı bile yoktu akan şeyin. Düşününce gerçekten de aptalca ve mantıksız bir düşünce olduğu insanın aklına oturuyordu. Ancak hala yarı uykulu sayılırdı. Dünya etrafında dönüyor, odadaki her şey bir büyüyor bir küçülüyor, hatta bazen de gözden kaybolduğu da söylenebilir. Bunu yataktan kalkmaya gayret göstermeyene kadar farkına varmamıştı doğrusu, öylesine uzanıyordu sadece. Sırılsıklam, eli hala havada asılı kalmış alnına değiyordu.
Başı zonkluyordu, birisi durmadan, hiç ara vermeden zihninin içinde çekiç dövüyormuşçasına çatlayacak noktaya gelmişti başı. İki elinin arasına aldı sonra kafasını. Yaklaşık ne zaman olduğunu hatırlamadığı günlerden birinde doktora gitmeye karar verişinden bu yana, kendisine yazılan ilaçları düzenlice kullanmıştı uzun bir süre.
“Bu ilaçların hepsini almam mı gerekiyor doktor ?” diye zihninin bir köşesinde hala varlığına koruyan bazı diyalog sahneleri parlıyor bir anda.
“Bay Mark, evet. Reçetede olan tüm ilaçlar şu andaki durumunuzda size yeteri kadar fayda sağlayacak ve hafifeletecek.” dedi, iki yana doğru da açıldı ağzı, kocaman bir gülümseme yerleşti yüzüne. İçini rahatlatıyordu bu gülümseme Mark’ın ancak o baş ağrısı her şeyi unutturacak nitelikteydi başladığında yine.
Kara resimler gibi canlanıyordu bu resimler gözünün önünde, akıp gidiyordu. Belli belirsiz şeylerdi hepsi, net değildi konuşmaların her biri. Ara sıra geliyor. Gelip geçiciydi yani, anlam çıkarılması zor gibi görünüyordu Mark için. Çok kafa yormadı çünkü zaten onu meşgul eden başka bir sorun daha tünemişti üzerinde.
Ayağa kalkmaya çalıştı Mark, her tarafının acısını bir kez daha hissedince öfkesi körüklenmiş gibi oldu birden. İleri attı kendini var gücü ile, duvara dayandı. Nefes nefese kalmıştı ve kan ter içindeydi. Tişörtünü eğninden çıkarıp bir kenara fırlattı özensizce. Duvara çarptı ve yatağın üzerine düştü öylesine.
İlerledi Mark, bunu yaparken epey yoruluyordu. Ağır adımlarla mutfağa doğru ilerlerken kafasının içerisinde hala bazı seslerin yükseldiğini duyabiliyordu lakin onları bastıramayacağının farkındalığı ile kulak verdi tüm o çığlıklara. Tekrar kabusu hatırlamaya çalıştı, bu kafasının daha çok zonklamasına sebep olmuştu.
Duvarlardan destek alarak yürüyor, bacakları kendisinden kopmuş gibi arkası ile sürüklüyordu sanki. Sanki bacakları ona engel oluyor, kendi bilincini kazanmışçasına sürekli aksatıyordu Mark’ın ilerleyişini.
Bir bardak su almak için bardağı kavradı kırılgan ve zayıf parmakları. Elbette ki bu mümkün olmadı, bardağın parçalandığında tüm zeminde ufak cam parçacıkları yayılmış durumda küfürler savuruyordu Mark. Yüzünü lavaboya yöneltti Mark, kapı tutamağında uzandı. Daha bir adım bile atmamıştı ki acıyla çığırdı sonra yere düştü.
“S…tir! sen buraya nasıl geldi o…pu çocuğu?” diye savurdu küfürleri, soğuk zeminin üzerinde öylece yatarken iki eli ile bacağını tuttu ve tabanını çevirdi. Az önceki cam parçacıklarına nazaran daha iri biçimli cam parçacığının battığı ucu kırmızıya boyanmış taze kan damlamaktaydı. Cam parçasını saplandığı yerden çekip çıkarırken acıyla zemini dövdü. Hemen yanında duvara yaslanmış olan süpürgeyle etrafına hızlıca bir el gezdirdikten sonra tuvalete yöneldi tekrardan. Musluktan su akmaya başladı, hafif kanla bezenmiş ellerini altına tutarak yıkadı güzelce. Suyla akıp gitti kan. Sonra suyun aktığı yere daldı bir anlık, hayat durmuş gibiydi. Su donmuş, aynadaki yansıması heykel gibi donuk kendisini aksettiriyordu. Tüm o suların aktığı yere dikti gözlerini, uzun bir süre baktı. Kırmızı bir nokta belirdi, yanında bir tanesi daha peyda oldu. Git gide çoğalan kırmızı noktaları su silip süpürüyordu. O anda kafasında bir şeyler dank etmiş olacak ki elini alnına götürdü, sonra eline baktı. Kandı bu. Aynadaki yansımasına baktı, yara yoktu. Ancak saçlarının arasından oluk oluk kan boşalmaktaydı.
Bir göz kırpımında her şey eskisine döndü yeniden. Zaman tekrardan başa sarmış gibiydi. Aynada kendisine bakıyor, yüzüne düşen bir tutam saçı ıslak eli ile arkaya atıyor. Kendi kendine aynadaki yansımasına iki kelam ediyor.
“Deliler delirdiğini bilmez.”
Elini yüzünü yıkadıktan sonra tüm mutfağı işgal etmiş bardağın kalıntılarını süpürgeyle bir araya getirip minik bir cam tepeceği oluşturduktan sonra onu kendi halinde bırakıyor ve pencerenin yanındaki sandalyeye çöküyor. Dışarıyı görmesini engelleyen perdeyi aralıyor, kap kara. Karanlıktan başka bir şey yok.
“Lanet olsun! telefonum nerede benim?” dedi kendi kendine, evdeki her bir odada bakılacak bir yer kalmayana kadar gözden geçirdi, hepsini dikkatlice inceledi. Yatak odasından salona, oradan oturma odasına, mutfaktan balkona kadar gezdi ama nafile. Telaş basmış bedeninin havluyla terini aldıktan sonra rahat bir gömlek giydi üzerine, boğucu olmaktan çok uzaktı. Bacaklarının tutmadığını fark etti, hemen yanındaki kanepeye attı kendisini, bir müddet soluklanmak için iş yapmaktan kaçındı. Gücünün yerine geldiğini düşünmeye başladığı zamanlarda kızıl şafak pencereden net görülmekteydi. Kocaman ağacın yaprakları manzaranın tadını çıkarmasını engellese de tabi. Rüzgarla sallandı sonra ağaç, zaten sararmış yapraklarının hepsi bir bir koparak savruldular bahçenin yeşil bitki örtüsünün üzerine. O sıralarda Mark hala kanepede oturmuş boylanarak pencereden dışarıya bakmaya kendini zorluyordu, ayağa kalkmak için tutunacak nokta taramaya başladı evde. Arayışı hüsranla sonuçlandı, gümbürtüyle yere yapışıverdi bir anda. Masanın üzerindeki bardaklar, tabaklar ve daha başka bir çok şey masayla beraber sallandı. Çatırdayarak kırılan bir şey kulaklarında patladı, aldırış etmedi buna ve duvara istikametinde süründü ayağa kalkmak için. Bedeniyle can alıcı savaş içerisinde mücadele vermekten ötürü nefes nefese kalmıştı gene. Savaş alanında, düşman üzerinde yağan mermi yağmurundan sağ çıkmaya çalışan asker gibi hisseti kendini yerde öylece sürünürken.
Bir karaltı gördü karşısında, uzun boylu, neredeyse tavanı delip geçecek uzunlukta figür, tepeden aşağı dikmiş içi boş gözlerle, dizine kadar uzanan upuzun kolları, zemine değer daha uzun tırnakları. Tırnaklardan biri kalkıyor, Mark’ın tam alnının ortasına uzanıyor. Mark gördüğü şeyin karşısındaki şaşkınlığı gizlemeye çalışmıyor, çığlık çığlığa kalıyor, yüzünü çevirmeye, geri dönmeye, debelenmeye, tekmelenmeye başlamadan önce tez toparlamada başarılı oluyor kendisi. Lakin ne yaparsa yapsın, o uzun kolların ucu sivri, keskin tırnakların esiri oluyor. Kaptığı gibi ileri fırlatıyor Mark’ı o uzun adam. Mark taklalar atıyor evin içerisinde, gözünü açtığında figürün ortadan kaybolduğu, yaşadıklarının hayal mi, yoksa gerçek mi olduğu konusunda tereddütler ediyor içerisinde. Zaman tekrardan başa sarıyor sanki, dün geceye.
Kulaklarının aniden çınladığı, sessizliğin haram olduğu geceye. Mark oturduğu sandalyeden yere düşüyor. Baş ağrısı yetmezmiş gibi bir de çınlama başladı bunun üzerine, çekilecek çile değil.
“Ne bu tanrım ? bana işkence mi çektirmeye çalışıyorsun ? hadi bakalım seni g…t!”
İlaçları aldıktan sonra uyumak için odasına çekiliyor Mark, akşam üstüydü ve işten yeni dönmüş, bilinmez bir yorgunluk çökmüştü üzerine. Gördüğü ilk kabusu bu gece görecekti ve bundan hiçde memnun olmayacaktı. Yatağına çekildiği gibi uykuya dalmakta hiç zorlanmadı, kafası hala çatlasada, kulaklarının içerisinde binlerce arı vızıldasa da. Gözleri kapanıyor, sessizliği duyuyor o anda.
Rüya görüyordu, sonra rüya kabusa dönüveriyor. Güzel bir bayan onun için geldiğini söyleyerek zincirlerini çözmeye çalışıyor
“Senin için geldi Mark, benim daha büyük sorunlarım var” Diyerek elindeki kocaman balta kalkıyor ve iniyor. Metalik ses kulakları deliyor. Mark baygın bir şekilde boynu eğik, elleri kendi yatağına zincirli. “Uyan Mark! Seni kurtarmaya geldim” diyor kadın, sert bir darbe indiriyor tekrar baltayla, etki etmiyor gibi görünüyor. Mark göz kırpıyor, kafasını kaldırıp kadına bakıyor.
“Beni kurtarmaya mı geldin, sen İsa mısın ?” Kadının yüzü parlıyor.
“İsa’nın kabuslarda yer alacağını sanmam Mark. Çok zor durumdayım, bu iş bittiğinde ve sen tekrar geri döndüğünde cidden yardıma ihtiyacım var. Beni becermek isteyen adamlarla yalnız başımayım Mark. Anlıyor musun?”
“Benden mi bahsediyorsun” diye soruyor Mark, bir sarhoşun edasıyla sorduğu sorunun ardından kahkaha patlatıyor. Kadın bu arada zincirlerin kırılamayacağının farkına varacak ki çömeliyor. Baltayı duvara yaslıyor.
“Mark, bu zincirlerin kırılacağı yok.” Diyor çaresizce kadın. Dudakları düz bir çizgi halini alınca Markın yüzünü kapatan saçlarını ayırıyor. Mark sarhoş aksanı ile konuşmasına devam ediyor.
“Beni bırakıyor musun. Beni öldürecek. Öldürecek beni. Tanrım.”
“Mark, dostum bu bir kabus”.
“Rüyasında ölen adamlar tanıyorum”.
“Aynı şey değil” diye kadın iç geçiriyor. “Mark benim bir şekilde kaçmam lazım oradan. Senin telefonun var değil mi ?”
“Onu alırsan ben ne b..k yiyeceğim ?”
“Benim sorunum daha büyük inan”.
“Umrumda değil”.
“Biliyorum Mark. İyiliğe karşı iyilik durumu bu sadece. Şimdilik senin hayatını kurtaracağım ve karşılığı olarakda senin telefonunu alacağım. Her şey bu kadar basitse hiç bir sorun yok demektir” dedi Kadın. Ayağa kalktı. O yaratığın ayak sesleri evi titretiyordu. Kadın baltayı olduğu yerden alarak sıkıca kavradı. “Görüşürüz Mark” dedi son bir kez, çekmecenin üzerindeki telefonu da aldıktan sonra kapıyı sertçe kapattı. Gürültü patırtının koptuğu yerden çığlıkla karışık başka bir çok ses daha yükseldi. Kaosun sonunda, kapı penceresinin hemencecik önünde birinin durduğunu gördük. Zincirlerinden kurtulmaya çalışmadı. Pencereler çatladı. O uzun tırnaklar içeriye uzandı, kapı parçalandı, tahtaları dağıldı. Karşısında duruyordu şimdi o figür. Ağır adımlarla kendisine doğru ilerlerken kalbinin fırlayacak derecede hızla çarptığınında farkındaydı.
Mark’ın başı tavana değiyordu. Hatırladığı en son şeydi bu kabusla alakalı. Tırnakların belinden çıktığını da hatırlıyordu, öldüğünü de hatırlıyordu aynı zamanda. Bu bir rüyaydı sonuçta, her şeyin gerçekleşeceği olasılığı her zaman kendine bir yer bulurdu.
Orhan
hikaye, hikaye oku, öykü, kısa hikaye, ilginç hikayeler, korku hikayeleri, fantastik hikayeler, hikaye yaz, hikaye okuma sitesi,