GENESİS’İN MUHTEŞEM KORKU HİKAYELERİ “TOTEM”+18

Genesis’in Muhteşem Korku Hikayeleri; “TOTEM” +18

Korku hikaye yazarlarımızdan Genesis’e bu muhteşem hikaye için teşekkür ediyoruz. Hikaye oldukça uzun olduğundan daha rahat okuyabilmeniz adına sizden gelen talep adına sayfalara bölünmüştür. Aşağıdaki sayfa numaralarına tıklayarak hikayeye kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.

“Bir anda her hücremi harekete geçiren, karşı konulmaz bir iç güdüyle göz kapaklarımı açtığımda; hafif bir esintiyle tepemde kımıldayan dikenli akasya ağacı dallarının arasından yüzüme kesik kesik vuran sıcak güneş ışınları gözlerimi kamaştırdı. Bana gölge sağlayan ağacın gövdesinin dibine kıvrılmış bir şekilde, çakıllı taşlı toprak bir zeminde, çırılçıplak bir vaziyette yüz üstü yatıyordum ve havadaki esinti, yerdeki geniz yakıcı, kupkuru tozu yüzüme dalga dalga vuruyordu.

Ağzımın etrafına bulaşıp kurumuş olan bir şeylere akın eden irili ufaklı yeşil renkli sinekleri, ellerimle burnuma vurarak ve yüzümü ovuşturarak uzaklaştırmaya çalıştım; fakat yüzlerce minik şeytanın çırpılan kanatlarının oluşturduğu bir uğultu duyduğum sağ tarafıma döndüğümde, bir sinek bulutunun, az ötemde yerde yatan bir insan cesedinin üstünde dalgalanarak alçalıp yükseldiğini; altındaki, kısmen çürüyerek kokuşmuş bu ziyafet sofrasına büyük bir iştahla akın ettiğini ve zaman zaman da bir şeylerden ürkerek tekrar havalandığını gördüm.

Yerde yan yatıyor olan talihsiz adamın sırtı bana dönüktü ve parçalanmış boğazından dolayı kırılmış gibi görünen boynu nedeniyle, başı, insan anatomisine aykırı bir şekilde geriye dönmüş bir pozisyonda duruyordu. Kanla yıkanmış yüzünü, sanki toprakta sürüklenmiş gibi, kalın bir çamur tabakası kaplamıştı ve o haliyle yüz hatlarını görebilmek olanaksızdı. Yara bere içindeki çıplak vücudu morarmış ve epey şişmişti, öyle ki onu uzaktan gören biri ilk etapta, sıcaktan iyice bunalarak soyunup çırılçıplak kalmış ve öğle yemeğini fazla kaçırmanın verdiği rehavetle olduğu yere yatmış şekerleme yapmakta olan esmer tenli bir obeze bakıyor olduğunu sanabilirdi. Sol kalçasından dizine kadar olan bölümdeki eti sıyrılarak alınmış ya da kemirilmiş gibiydi ve o kısımdan arta kalan yer ise kımıl kımıl hareket eden küçük sinek larvalarıyla adeta fokur fokur kaynıyordu; ama tuhaf bir şekilde bu manzara beni ne tiksindirdi, ne de dehşete düşürdü. Sanki tüm bunlar gündelik hayatın bir parçasıymış gibi, dizlerimin ve ellerimin üzerinde doğruluktan sonra vücudumun ağırlığını geriye doğru vererek tüm kaslarımı ve eklemlerimi kaygısızca esnettim ve uyuşuk uyuşuk emekleyerek yürümeye başladım.

Bulutsuz, masmavi gökyüzündeki öğleden sonra güneşi, ufukta hayali puslar gibi görünen sıradağlara kadar uzanan kızılımsı çorak araziyi ve onun üstünü mesken tutmuş olan her türden yaratığı, deyim yerindeyse yakıp kavuruyordu. Şurada burada göze çarpan keskin kenarlı, kırmızı kayalar hesaba katılmazsa, dümdüz bir ovada ilerliyor olduğum söylenebilirdi. Bitki örtüsünü; yer yer kurumuş otlar, dikenli bodur çalılar ve tüm bunların üzerinde tek tük yükselen dev cüsseli, uzun boylu ama tepeleri, göklerden aşağıya uzanmış bir el tarafından budanmış gibi küt olan, şemsiye şekilli ağaçlar oluşturuyordu. İstem dışı olarak, birden vücudumu yere daha da fazla yaklaştırdım ve karşımdaki arazinin belirli bir noktasına dikkat kesildim. Beni oraya çeken şeyin ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu ama bunun, beni uyandıran şeyle aynı şey olduğunu hissediyordum. Ses çıkarmamak için şeytani bir çaba sarf eden sinsi adımlarım beni dikkatimi çeken noktaya yaklaştırırken, kulağıma su sesleri ve daha başka tuhaf sesler çalınmaya başladı. Daha sonra, yaklaşmakta olduğum yerin genişçe bir çukur olduğunu fark ettim ve çukurun dibinde çamurlu bir su birikintisi olduğunu gördüm. Bu pis kokulu çirkef göletinin bazı ziyaretçileri de vardı ve onların eğlenmekte mi, yoksa büyük bir anlaşmazlığın içinde mi olduklarını kestirebilmek o an için mümkün değildi.

Çukurun ağzının önündeki bir taş ve kaya yığınının arkasına gizlenerek onları izlemeye başladım. Onlar da tıpkı ben ve akasya ağacının altında gördüğüm ceset gibi çırılçıplaktı ve vücutları kir pas içindeydi. Sayıları yedi ya da sekiz kadardı ve bazıları çömelmiş oldukları yerde çığlıklar atarak zıplıyor; bazıları çevresindekilere dişlerini göstererek, yumruklarını sertçe yere vuruyor; bazıları ise sanki çamurlu suya dalıp çıkmanın tadını çıkarıyormuş gibi görünüyordu. Orada durup onları izlerken ve hatta daha öncesinde bile her birinin iğrenç kokusunu alabiliyordum. Siyah saçları keçe gibi iç içe geçmiş çirkin bir kadın su birikintisinin içinden sıçrayarak çıkıp kıyıya atladı ve başından kalçalarına doğru silkelendikten sonra önündeki çamuru tırmalamaya başladı. Yumruklarının ve ayaklarının üzerinde yürüyerek ona yaklaşan genç ve sıska bir adam, etrafında birkaç tur atarak onu oldukça ayrıntılı bir şekilde kokladı. Bir ara burun buruna geldiklerinde ani ve orantısız bir güçle sergiledikleri davranışların saldırganlığa mı, yoksa kur yapmaya mı yönelik olduğunu anlayabilmek çok zordu; öyle ki her an, birbirine çok zıt bir şeylerin fitili ateşlenebilecekmiş gibi görünüyordu. O sırada göletin kıyısındaki çamurun üzerinde yatarak güneşlenmekte olan yaşlı, şişman, derisi sarkarak kat kat olmuş ve saçının tepesi dökülerek açılmış, ama saçak saçak sarkmış sakalları neredeyse yere sürünecek kadar uzun ve gür olan, irikıyım bir adam ani bir hareketle ayaklarının ve ellerinin üzerinde doğrulup bakışlarını tıpkı fırlatılmaya hazır bir ok gibi, kıyıda iğrenç bir biçimde koklaşmakta olan kadın ve adamın üzerlerine dikti.

Korkunç yüzünde ve vücudunun çeşitli yerlerinde nice ölümcül mücadeleden kalma yara izleri vardı ve bu da onun, karşısına çıkmadan önce iki kez düşünülmesi gereken biri olduğunu gösteriyordu. Bunu en az benim kadar o sürünün her üyesi de çok iyi biliyor olmalıydı; çünkü o, yattığı yerden kalktığında, yakınında gezinmekte olan birkaç tanesi korkuyla yerlerinden sıçrayıp uzaklaştılar ve başlarını aşağıya eğerek onu ancak göz ucuyla izleyebilecek kadar cesaret gösterebildiler; ama onu, keyifli istirahatini belki de en güzel yerinde yarıda bıraktıracak kadar rahatsız eden şey etrafındaki bu silik karakterler değil, sürüdeki bir kadınla göz göre göre ilgilenmekte olan gözü pek ya da canına susayacak kadar aptal olan bir erkekti. Böylesine kural tanımaz bir davranış için ağır bir yaptırım uygulamak üzere harekete geçmesi gerektiği kaçınılmaz bir gerçekmiş gibi görünüyordu; çünkü o bir Alfa olmalıydı ve fiziksel gücüne ve cesaretine dayanarak, sürü üyeleri içinde hayatta kalacakların, ölecek ya da sürüden kovulacakların kimler olacağının ya da sürüye yeni katılmak isteyen yabancıların kabul edilip edilemeyeceğinin kararını verme yetkisine sahip olması gerekiyordu. Benim aklımdan bu tür düşünceler geçerken, Alfa, gök gürültüsünü andıran bir böğürtü çıkararak bir anda harekete geçti ve ileri attığı yumruklarını yere vurup kollarıyla bedenini hızlı hızlı ileri çekerek, gözüne kestirdiği hedefine, o an için tehdit unsuru olarak algıladığı yegane şeye, o dik başlı genç erkeğe doğru yıldırım gibi bir hızla ilerlemeye başladı; öyle ki o çamurlu kıyı boyunca ilerlerken bedeninin sağından ve solundan olmak üzere iki hat boyunca uzanan çamur duvarları gerisinde yükseliyordu. Onun bu davranışı sürünün çil yavruları gibi dağılıp, kendilerine saklanacak birer delik aramalarına yetti de arttı bile. Alfa koşarken ağzını olabildiğince geniş açarak dişlerini muhtemelen hedefinin boğazına saplamayı düşünüyordu; ama artık bu kadarına bile gerek kalmamıştı, çünkü onu gören genç erkek o anda acı bir çığlık atarak geriye sıçradı ve sendeleyip sırt üstü yere düştü.

Korkudan tir tir titreyen genç adam yattığı yerde viyaklar gibi sesler çıkararak, ellerini ve ayaklarını teslimiyetçi bir tavırla yukarı kaldırdı ve öylece kaldı. Alfa ona yaklaştığında, elleriyle kendini frenleyip çamur içinde kayarak, yerde yatan genç adamın ayak ucunda durdu ve başını uzatarak onu koklamaya başladı. Az sonra neler olacağını merak etmenin verdiği heyecanla, olduğum yerde kımıldadım ve bunun sonucunda elimin ağırlığını bir miktar daha fazla verdiğim bir taş parçası yerinden oynayarak, arkasına gizlendiğim yığının ön tarafındaki daha ufak bir taş parçasını harekete geçirdi. Yığının üzerinden çukura doğru yuvarlanan taşın takırtısı, Alfa’nın dikkatini bulunduğum yere çekti ve başının ani bir hareketle bana doğru çevrilerek keksin bakışlarının üzerime doğrulmasına neden oldu. O an hala yığının arkasında saklanıyor olmama rağmen, onun beni görmüş olduğuna dair buz gibi soğuk bir his içimde hızla büyüyerek, yerinden fırlayacakmış gibi çarpan kalbimi sanki avuçlarının içine aldı ve sinirlerimi ele geçiren dehşet, tüm bedenimi şiddetle sarsarken uyandım.” dedim ve “Son bir haftadır hemen hemen aynı rüyayı görüyor olmama rağmen, bu sonuncusu o kadar gerçek gibiydi ki beni en çok korkutan, bu rüya oldu.” diye ekledim.

Hasan elindeki not defterine bir şeyler karaladıktan sonra, diğerinin üzerine atmış olduğu bacağını indirdi ve oturmakta olduğu siyah deri koltukta öne doğru kaykılarak “Bu rüyaların birbirlerine çok benzediklerini söylemiştin, aralarındaki benzerlikleri ve farklılıkları anlatır mısın?” dedi.

Uzanmakta olduğum üçlü koltukta doğrulup oturduktan sonra “Öncelikle rüyaların hepsinde çıplak bir şekilde uyanıyorum; ama uyandığım yer bazen bir cadde ortası, bazen sık ağaçlardan göz gözü görmeyen bir orman, bazense kurak bir arazi oluyor.” diye cevap verdim ve “Her seferinde karşımda bir ceset görüyorum; fakat bu bazen parçalanmış bir ceset, bazense vücudunda herhangi bir yara izi bile olmayan bir ceset oluyor. Sonra hepsinde de hayvanlar gibi davranan insanlar görüyorum ve hepsinde de içlerinden en korkunç olanı beni fark ediyor ve bu esnada rüya bitiyor.” diye sözlerime devam ettim.

Hasan bu defa “Peki rüyaların bu noktada bitmese nasıl devam edebilir sence?” dedi.

“Alfa beni yakalayıp diri diri parçalara ayırır.” diye cevap verdim.

“Bunu nereden biliyorsun?” diye karşılık verdi Hasan, “Belki de Alfa seni görmemiştir ya da görmüş olsa bile belki seni öldürmeyecektir.”

Bu iyimser bir tahmin olur.” dedim, “Hele ki o korkunç insan ya da hayvanların yırtıcılıkları göz önünde bulundurulduğunda fazlasıyla iyimserlik olur.”

Hasan elindeki not defterini, önünde duran sehpanın üzerine fırlatıp attı ve “Fakültedeyken de aynıydın, üzerinden on yılı aşkın bir süre geçti, hala aynısın. Neden her konuyu en olumsuz yönlerinden değerlendiriyorsun? Belki de Alfa seni sürüye kabul edecektir.” diye çıkıştı. Sonra aşağılar gibi bir ses tonuyla “Bak Yusuf, mesleğini icra etmeyip ticaretle uğraşıyor olabilirsin, ama sen de benim gibi bir psikiyatr değil misin? Söylesene, neden burada senin rüyalarını dinliyorum?” dedi; fakat az önce yaptığı kabalığın farkına varmış olacak ki hemen özür dileyerek durumu toparlamaya çalıştı. Karışık ve turuncu renkli saçlarını bir eliyle daha da fazla karıştırdıktan sonra çilli yüzüne huzurlu bir ifade yerleştirdi ve koltuğunun arkalığına tekrar yaslanırken, ince dudakları memnuniyetle kıvrıldı. Tam bir şeyler söylemeye hazırlanıyordu ki lafını ağzına tıkayarak “Bana yardım etmelisin Hasan” dedim ve “Kendi psikanalizimi tek başıma yapamam. Sen de biliyorsun ki bilinçaltımdaki şey her neyse, mantık yollarıma etki ederek kendisini ortaya çıkarmamı engelleyecektir.” diye ekledim.

Hasan, kahverengi ahşap yer döşemelerinin üzerinde bir süre boş boş göz gezdirdikten sonra ayağa kalktı; bir elini çenesine götürerek odanın içini bir aşağı bir yukarı adımladı ve sonra da batmakta olan güneşin altın renkli ışıklarının loş odanın içine akın ettiği geniş ve zemine kadar inen pencerelerden birine yönelip, yirmi birinci katta bulunan dairenin şehir manzarasını izlemeye koyuldu. Camın önündeki silüeti, bilinçaltımda yuvalananmış olan ilkel ve vahşi arzular kadar karanlıktı. “Suçluluk duygusu…” dedi, birden bana doğru dönerek, “Bilinçaltına itilmiş suçluluk duygusu, bilince çıplaklık sembolüyle çıkıyor.”

Az önce içinde aniden bir ışıltı beliren gözleri sanki umutsuz bir kavrayışla tekrar puslandı ve “Peki hayvani davranışlar sergileyen insanlar görmemiz ne demek oluyor?” dedi kendi kendine mırıldanarak.

“Görmemiz mi..?” diye çıkıştım, oturmakta olduğum yerden ayağa fırlayarak, “Görmemiz mi dedin sen az önce, yoksa ben mi yanlış anladım?”

“Bu tür rüyalar gören tek kişi sen değilsin.” dedi Hasan mecalsizce.

“Ne yani, sen de mi böyle rüyalar görüyorsun?” diye sordum ve bunu sorarken ses tonumu bir hayli yükseltmiş olduğumu sonradan fark ettim.

“Evet” diye cevap verdi Hasan, “Evet, herkes gibi ben de görüyorum ve sen de son bir hafta içinde aynı şikayetlerle kliniğime başvuran yirmi altıncı kişisin. Öyle sanıyorum ki bu toplumsal bir fenomen ya da kolektif bilinçaltının bir dışa vurumu; fakat kimileri bu rüyaları hatırlıyor, kimileri hatırlamıyor; hatırlayanların ise sadece bir kısmı bu rüyaları bir başkasına anlatmaya değer görüyor.”

“Peki bunu bana neden daha önce anlatmadın?” diye haykırdığımda, gözleri dehşetle büyüyerek “Korkuyorum Yusuf. Gerçekleşmekte olan şey her neyse beni çok korkutuyor.” diye fısıltıyla konuştu. Sonra gözleri yuvalarının içinde deli gibi döndü ve sanki sessizliğin içinde bir şeyler duymaya çalışıyormuş gibi etrafa kulak kabarttı. Tam bir şeyler daha söylemek için ağzını açmıştı ki ikimiz de çalan kapı zilinin cırtlak sesiyle irkildik. Hasan titrekleşmiş ses tonunu normale döndürebilmek için boğazını temizlerken, saçına ve üstüne başına alelacele çeki düzen vermeye çalıştı ve yüzüne oldukça ciddi, bir o kadar da güçlü bir ifade yerleştirdikten sonra, hala ısrarlı bir şekilde çalmakta olan kapıyı açmak üzere odayı terk etti. O ana kadar onda gözlemlemiş olduğum duygusal ve davranışsal dengesizlik, bana korkunç rüyalarımı kısa bir süreliğine de olsa unutturacak kadar tedirgin olmama neden olmuştu. Uykusuzluktan bitkin düşmüş vücudumu tüm ağırlığıyla koltuğa bıraktım ve Hasan’ı beklemeye başladım.

***
Dairenin dış kapısı açısal olarak bulunduğum noktadan görülemeyecek bir yerdeydi ama sesleri net olarak duyamayacağım kadar da uzakta değildi. Açılan kapının sesinin ardından sinirli, sitemkar ama oldukça nazik bir bayan sesinin “Sana inanamıyorum Hasan! Burada hala ne yaptığını söyler misin? Restoranda seni ne kadar beklediğimi biliyor musun? Üstelik telefonun da kapalı.” dediğini duydum ve sonradan da bu sesin Nurşen’e ait olduğunu fark ettim.

“Özür dilerim hayatım.” diyerek onu yatıştırmaya çalıştı Hasan, “Yemek randevusunu tamamen unutmuşum. Telefonum da kapanmış, hiç fark etmedim.”

İlişkilerindeki bu büyük çaplı problemle ilgili Hasan’ın Nurşen’e sunduğu, pek akıllıca düşünülmemiş mazeretler pek işe yarayacakmış gibi görünmüyordu; çünkü fakültedeyken üçümüz de aynı sınıfta okumuştuk ve Nurşen’i ben de en az Hasan kadar iyi tanıyordum. Aradan yıllar geçmesine rağmen, onunla tanıştığım günü daha dün gibi hatırlıyorum:

Okulun ilk günüydü ve ben, derse gireceğimiz sınıfın önündeki koridorun sonunda bulunan pencereden dışarıyı seyrediyordum. Şehrin sırtını yasladığı devasa dağların ıssız yamaçlarının ve çıplak sırtlarının üzerinde hareket eden bulut gölgelerinin sağladığı tatlı renk değişimlerinin büyüsüne kapılmıştım ki bir bayan sesi bana hangi sınıfta olduğumu sormuştu ve ona doğru döndüğümde karşımda gözlerimin içine bakıp gülümseyen bir kız görmüştüm. Kare yüzündeki bu kocaman gülümseyişle, elmacık kemikleri yüzüne sonradan yerleştirilmişçesine belirginleşiyor; gözleri, kalın uçlu bir kalemle çekilmiş siyah ve derin çizgiler kadar kısılıyordu. İçlerinde insana huzur veren bir neşenin ışıltılarının titreştiği bu gözlerdeki bakışlar sanki ruhumu en kuytu köşelerine kadar tarıyor, duygularımı didik didik edip kalbimin altını üstüne getiriyordu.

Siyah renkli uzun saçları, başının üzerinde çift sıra halinde geriye doğru uzanan balık sırtı örgülerle toplanmıştı. Küçük ve kavisli burnu soğuk algınlığından, iki derin gamzenin bulunduğu geniş yanakları ise o anki utangaçlığından kızarmış olsa gerekti. Konuşurken zaman zaman ince ve şekilli kaşlarının tekini yukarı kaldırıp, gözlerini gözlerimden kısa süreliğine kaçırmıştı ve ara sıra pembe renkli dudaklarını kemirmişti. Üzerindeki vişne çürüğü renkli triko kazağın v yakasının açıkta bıraktığı gerdanına bir anlığına gözümün takıldığını fark edince, boynundaki kolyenin ucunda sarkan mor renkli taşı parmaklarıyla kavrayarak “Ametist taşı… Pozitif enerji verir ve kara büyüye karşı korur.” demişti.

Tüm bu olanlardan sonra gerçekleşen tanışmamız esnasında ise bana adının Nurşen olduğunu söylemişti. Daha sonra, geçen günler ve haftalar boyunca onunla arkadaşlığımız devam etti. Birbirimize ders notları konusunda yardım edip, doğaüstü konular üzerine uzun uzadıya sohbetler ediyorduk. Onun, bilinmeyen şeylere yönelik gem vurulmaz bir ilgisinin olduğunu fark etmiştim. Onunla diyalog halinde olduğum süre zarfında çoğunlukla gezegenlerin ve diğer gök cisimlerinin insan davranışları üzerindeki etkilerinden ve burçlardan bahsettiğine şahit olmuştum; ben ise modern bir bilim olan psikolojinin temel yasalarından şaşmayarak, insan davranışlarını şekillendiren şeylerin, doğuştan getirilen birtakım güdülerin çevre ile etkileşiminden kaynaklanan anılarla ilgi olduğunu savunmuştum. Bir süre sonra, kaynağını anlamlandıramadığım bir yabancılaşmanın, onun benimle arama soğuk tuğlalardan, görünmez bir duvar örmeye başladığını fark etmiştim ve bu değişim, Hasan’ı Nurşen’in yakınlarında görmeye başlamamla birlikte daha da artmıştı. Artık Hasan, vahşi bir hayvanın önündeki avını çalmaya çalışan leşçil bir çakal gibi ya da çürümüş bir ceset için birbirleriyle kavgaya tutuşan iğrenç akbabalardan biri gibi görünmeye başlamıştı gözüme.

Yemekhanede öğle yemeklerini Nurşen’in olduğu masada yemeye özen göstermişti ve daha sonraları da derslerde onun yanına oturmayı kendine adeta yazısız bir kural haline getirmişti. Bunların yanı sıra birliktelerken, bu birliktelikten doğan mutluluğu paylaştıkları ve birbirlerine sevgiyle bağlanmış oldukları gözle görülebilecek kadar fark edilebilir olmuştu. İçimde yavaş yavaş kök salmaya başlayan kıskançlığı ve nefreti köklerinden koparıp zihnimin en karanlık, en derin kuyusuna fırlatmış ve üzerini, yıkılıp yerle bir edilmiş aşkımın molozlarıyla kapatmıştım. Onlara bir zamanlar nefret beslemiş olmamın verdiği suçluluk duygusuyla onlara elimden geldiğince iyi davranmaya çalışmıştım ve bunun sonucunda ikisinin de yakın arkadaşı haline gelmiştim. İkisi de birbirleri hakkında benimle konuşmuş, ilişkileri hakkında benden fikir almış, sevinç ve üzüntülerini benimle paylaşmışlardı. Onlara karşı kesinlikle iyi bir arkadaştım; fakat bir şeylerle meşgul olmadığım zamanlarda birtakım karanlık düşüncelerin bilinçaltımın derinliklerinden gün yüzüne çıkıp zihnimi ele geçirmeye çalıştığını fark etmiştim ve bu yüzden de sırf bir şeylerle meşgul olabilmek adına evde spor yapmaya başlamıştım.

Benim gibi birisi için böyle bir uğraşa başlamak oldukça isabetli bir karar olmuştu, çünkü her akşam üç saat ağırlık çalışmanın verdiği bedensel yorgunlukla başını yastığa koyar koymaz uyuyan bir adam haline gelmiştim ve bu da beni genellikle uyku öncesi açığa çıkmaktan hoşlanan şeytani düşüncelerden uzak tutmuştu. Yine bir akşam odamda ağırlık çalışırken, ev arkadaşım Cihan kapıyı açıp, yüzünde küçümseyici bir ifadeyle “Ne yapıyorsun burada?” demişti ve ben de ona “Ne yaptığımı görmüyor musun?” diye cevap vermiştim ama o sırada yüzünde beni anlıyormuş gibi bir ifadenin aksine büyük bir şaşkınlık görmüştüm. Bana “Bugüne kadar bunun ne faydasını gördün peki?” dediğinde ise duygularımdan dolayı kendimden utandığımdan için ona cevap verememiştim, zaten cevap vermiş olsam bile onun kadar keyfine düşkün ve tasasız ya da en azından öyle görünen bir adamın içimdeki duygu karmaşasını anlamasını bekleyemezdim.

“Doğru!” demiştim elimdeki dambılları yere atarak ve sonra da “Haydi, gidip biraz eğlenelim.” diye eklemiştim.

O akşam Cihan ve daha önce hiç görmediğim iki bayan arkadaşıyla birlikte bir gece kulübünde bulmuştum kendimi. Cihan ve arkadaşları bulundukları mekanın keyfini çıkarırlarken, saatlerce tek başıma olduğum yerde oturmuştum; fakat kendimi yabancı hissettiğim o ortamın hareketli, mor ve pembe renkli spot ışıklarının tanıdık bir simayı bir anlığına aydınlattığını fark etmiştim. Bu kişi Hasan’dı; ama yanında oturup bir elini omzuna koyduğu ve bir eliyle de dalgalı saçlarını okşayıp dudaklarını dudaklarıyla tutkuyla buluşturduğu sarışın kadın Nurşen değildi. Karşımdaki masada oturuyor olmalarına rağmen ne Hasan beni fark etmişti, ne de ben ona kendimi fark ettirecek kadar uzun süre bakmıştım. O günden sonra birkaç defa Nurşen’e gördüklerimi anlatmaya yeltenmiştim; fakat her defasında bunun iyi bir fikir olmadığına kanaat getirerek vazgeçmiştim ve ne Nurşen’e ne de Hasan’a bu konuyla alakalı tek bir söz etmiştim. Azgın sular gibi akan zaman yılları devirip okulun son günlerini getirdiğinde tüm bu olanları neredeyse unutmuş gibiydim. Bir gün ders esnasında Nurşen Hasan’ın yanındaki yerinden kalkıp yanıma oturmuştu ve eski günlerden söz etmişti. Gözlerimin içine içtenlikle bakarak “Tanıştığımız günü hatırlıyor musun?” diye sormuştu ve ardından vereceğim cevabı beklemeden “O koridorda pencereden dışarıyı izliyordun ve bu dünyayla bağını koparmış gibi bir halin vardı. Uzun siyah saçların ortadan ayrılıp yüzünün her iki yanına dökülüyordu. Gri renkli bir gömlek giymiştin ve üzerinde mavi bir mont vardı.” demişti.

Duyduklarımı şaşkınlıkla karşılayarak “Tüm bunları nasıl hatırlayabiliyorsun?” diye sormuştum ve o da bana “Nasıl unutabilirim ki…” diye cevap vermişti.

Ama tüm bunların üzerinden uzun zaman geçmişti ve geçmiş, artık geçmişte kalmıştı.

***
Hasan ve Nurşen hala holdeydiler ve seslerinin alçalmasından anladığım kadarıyla Hasan Nurşen’e evde yalnız olmadıklarından bahsetmişti. Daha sonra sesleri mutfağa yöneldi ve bir süre orada kaldılar. Onları beklerken biraz televizyon izlemenin gerilmiş sinirlerime iyi geleceğini düşünüp kumandaya uzandım ve televizyonu açtım. İlk kanalda, alacak verecek meselesi yüzünden çıkan bir sokak çatışmasının haberi sunuluyordu. Başka bir kanaldaki bir yarışma programında yarışmacılar birbirleriyle hararetli ve her an kavgaya dönüşebilecek bir tartışma içindeydiler. Bir diğer kanalda ise bir sunucu şöyle diyordu:

“Sayın seyirciler bu gece gökyüzüne bakanlar oldukça ender rastlanan bir gök olayına şahit olacak. Bu gece sekiz gezen aynı hizaya gelecek ve dizilimin dört gezegeni çıplak gözle izlenebilecek. Eğer sekiz gezegenin de dizilimini görmek isterseniz teleskoplarınızı hazırlamanızı öneririz. Uzmanlar böyle bir dizilimin en son altı bin yıl önce gerçekleşmiş olması gerektiğini…”

Kanalı değiştirdim ve yeni açtığım kanaldaki, kumar borcunu ödemek için patronunu katledip parasını çalan bir adamla ilgili bir haber sinirlerimi bozup, televizyonu kapatmama neden oldu. Tam o sırada kapıdan içeri Nurşen girdi ve alımlı adımlarıyla bana doğru yürürken “Bu ne hoş sürpriz böyle Yusuf, görüşmeyeli nasılsın?” dedi.

“Teşekkür ederim, uzun zaman oldu.” diye karşılık verdim ayağa kalkıp onunla tokalaşırken.

Tekrar yerime otururken, güzel gülümseyişinin arkasında hala belli belirsiz bir gerginliğin saklı olduğunu ve bunun, yemek randevusunu unutan Hasan’a sinirlenmekten öte bir şey olduğunu fark ettim; ama o an fark ettiğim bir diğer şey beni gerçekten çok şaşırtmıştı. Koku… O, odaya girer girmez hissetmeye başladığım o ağır ve keskin koku gitgide atmıştı ve artık bu kokunun Nurşen’e ait olduğuna dair hiçbir şüphem kalmamıştı.

“Evet,” dedi karşımdaki koltuğa oturup kahverengi, diz üstü eteğinin örttüğü bacaklarını üst üste atarken, “yaklaşık bir yıl oldu sanırım. En son bir zeytinyağı fabrikası açmayı planladığından bahsediyordun. Söylesene ne yaptın o işi?”

“Fabrika beş ay önce Çatalca’da faaliyete geçti. Şimdilik Rusya’ya ihraç ediyoruz.” dedim.

Bu konu üzerinde daha fazla konuşmak istemiyordum, fakat Nurşen “Bunu gerçekleştirmek kolay iş olmasa gerek.” dedi ve onun sözü biter bitmez elinde tepsiyle içeri giren Hasan “Aslında bu, Yusuf için çok da zor olmadı,” dedi ve “çünkü…” diye ekledi bize kahve ikram ederken, “çünkü eski ortağı bütün hisselerini komik denebilecek kadar düşük bir fiyat karşılığında Yusuf’a devretti.”

Hasan daha önce yakalamış olduğu bu detayı bir silah olarak kullanmaya karar vermiş gibi görünüyordu ve söz konusu silahın namlusu şimdi beni gösteriyordu, ama Hasan bununla kalmayıp daha da ileri gitmeye çalışıyordu.

“Zavallı adam…” diye ekledi Hasan, Nurşen’in yanına otururken ve “Tüm hisselerini kaybettikten kısa süre sonra hayatını da kaybetti, hem de korkunç bir şekilde.” diyerek konuşmasını sürdürdü.

Hasan’ın ölümden bahsettiği bu cümle, Nurşen’in irkilip elindeki kahveyi üzerindeki krem rengi bluzun göğsüne dökmesine neden oldu. Nurşen göğsündeki kahve lekesini eliyle silmeye çalışırken, Hasan şeytani bir imayla gözlerimin içine bakarak sırıtıyordu.

“Ölünün arkasından konuşmak gibi olmasın ama…” dedim kontrolü elime almaya çalışarak, “ama ortağım Celal de hiç tekin adam değildi. Kim bilir hangi pis işlere bulaştı da sonunda odasında kendi kafasına bir kurşun sıkmak zorunda kaldı. Üstelik eşini aldatıyordu ve her kesimden birçok kadınla ilişkisi vardı. Çevremizde de bunun gibi pek çok aşağılık insan var, öyle değil mi Hasan?” diye sözlerime devam ettim, Hasan’ın gözlerine tehditvari bir bakış atarak.

Bunun üzerine Hasan bariz bir şekilde yutkundu ve başını çevirmeden, yanında oturan Nurşen’e doğru gözlerini kaydırdı. Kendisine yönelik az önceki imalı sözlerim karşısında Nurşen’in davranışlarında herhangi bir değişiklik olup olmadığını gözlemlemeye çalışıyordu, ama bu çaba boşunaydı, çünkü Nurşen o an için tüm dikkatini bluzunu mahveden kahve lekesine vermiş gibi görünüyordu. Burun buruna geldiği tehdidi fark eden Hasan çenesini kapattı ve ürkmüş bir hayvan gibi, oturmuş olduğu yere sindi. Bu kadar korkmakta haklıydı, çünkü onun Nurşen’i aldattığını biliyordum ve Nurşen’in bu konuyla ilgili en ufak bir duyumu, Hasan’ı sonsuza kadar terk etmesiyle sonuçlanırdı. Buna karşılık Hasan da Celal’in hisselerini bana neredeyse bedava denebilecek bir ücret karşılığında devrettiği ve sonrasında da odasında intihar ettiği konusunda benim işin içinde olduğum bir şeylerden şüpheleniyordu; fakat Celal’in pis işleri için sürekli oda tuttuğu oteldeki bir oda görevlisini yüklü miktarda para karşılığı tuttuğumu ve ona Celal’in odasındaki gizli kamera görüntülerini kaydettirdiğimi, sonra da bu görüntülerle Celal’e şantaj yaparak hisselerini aldığımı ve böylelikle kendisini iflasın eşiğine sürükleyerek intihar etmesine neden olduğumu bilmiyordu. Aslında Hasan’ın şüpheleri hakikatin etrafında dönüp dolaşıyor ama suçlu olduğumu ispatlayacak somut bir dayanak bulamıyordu.

“Off!” diye iç çekti Nurşen, “Berbat bir gündü. Sadece bu gün beş kişi korkunç kabuslardan muzdarip olduğu şikayetiyle kliniğe geldi ve esas ilginç olan ne biliyor musunuz, anlattıkları kabuslar birbirlerine o kadar çok benziyordu ki… Hepsi de rüyalarında, hayvanlaşmış çıplak insanlar gördüğünden bahsediyordu. Bu gerçekten de çok ilginç.”

Nurşen bunları anlatırken, Hasan imalı imalı gözlerimin içine baktı. Sanki Nurşen gelmeden önce konuşmuş olduklarımızla ilgili ağzımdan herhangi bir şey kaçırmamamı tembih etmeye çalışıyormuş gibi bir hali vardı.

“Kesinlikle kötü bir gündü.” diyerek sözlerine devam etti Nurşen, “Herkes insanlığını kaybetmiş gibi, ufak tefek meseleler yüzünden birbiriyle tartışıyordu. Hatta inanabiliyor musunuz; Aysel hanım, masasına gereğinden fazla yaklaştığı gerekçesiyle Emine Hemşire’nin üzerine saldırdı. Çıldırmış gibiydi. Önce kükreyişe benzeyen sesiyle ona odasından dışarı çıkmasını haykırdı, sonra da önündeki masanın yüzeyini tırmalayarak dişlerini gösterdi ve hırlamaya başladı. Hepimiz gördüklerimiz karşısında olduğumuz yerde donup kalırken birden oturmakta olduğu koltuktan sıçrayıp Emine Hemşire’nin üzerine atladı ve onu yere düşürdükten sonra zavallı kadının yüzünü öyle bir tırmaladı ki Aysel’i onun üzerinden almayı başardıktan sonra Emine’nin yüzünün, boydan boya uzanan derin tırnak yarıklarıyla parçalanmış olduğunu gördük. Bu gerçekten de çok sarsıcı bir görüntüydü.”

“Bu olay bugün tam olarak ne zaman gerçekleşti peki?” diye sordum, o da “Yaklaşık bir buçuk ya da iki saat önce…” diye cevap verdi ve sonra da oturduğu yerde Hasan’a doğru dönerek elleriyle onun omzunu kavrayıp

“Teleskobu hazırladın değil mi hayatım? Gezegen dizilimini izlemek sinirlerimi yatıştırır belki de.” dedi.

Dizleri huzursuzca titreyen Hasan “Birazdan depodan çıkarırım canım.” deyince, Nurşen ona “Saatler sonra, altı bin yılda bir gerçekleşen göksel bir olay yaşanacak ve sen henüz teleskobu depodan çıkarmadın öyle mi, inanılır gibi değil!” diye çıkıştı, sonra da “Masal Park’ına gitmeliyiz. Orası şehrin ışıklarından yeterince uzakta ve gözlem yapmak için en doğru yer.” diye ekledi. Ardından bana doğru dönerek “Sen de bizimle gelirsin değil mi Yusuf? Bunu sen de görmelisin. Sekiz gezegen aynı hizaya gelecek. Merkür, Venüs, Mars ve Jüpiter çıplak gözle bile görülebilecek. Dünya Venüs ve Mars’ın arasında sıralanmaya dahil olacak. Venüs en parlak gezegen olarak görünecek ve onun solunda Jüpiter, sağında Merkür, alt tarafta ise Mars yer alacak. Daha uzakta olan Uranüs ve Neptün ise ancak teleskopla görülebilecek.” dedi.

Hasan, dirseğini dizine dayamış olduğu kolunu kaldırıp, avucunun içiyle yüzünü ovuşturdu ve sonra kıkırdayarak güldü. Ardından yine aynı elinin parmaklarını tarak gibi yaparak boynunu pençe darbeleriyle dövüyormuş gibi kaşımaya başladı ve bunu yaparken de başını diğer tarafta doğru eğerek, ağzını, gülmekte olan aptal ifadeli bir adamın ya da kaşınan uyuz bir köpeğin ağzı gibi çarpıttı. Daha sonra oturduğu yerde sıçrayarak aniden Nurşen’e doğru döndü ve “Biz en iyisi, gözlemi burada yapalım hayatım. Bugün benim için de yorucu bir gündü.” dedi.

“Saçmalama Hasan!” diye ona karşı çıktı Nurşen, ”Bunun ne kadar ender rastlanan bir olay olduğunun farkında değil misin? Gezegen dizilimini burada, şehrin ışıklarının ortasında durup gözlemlememi benden nasıl beklersin? Masal Parkı’na gitmeliyiz ve orada bu göksel harikanın büyüsünü bütünüyle hissetmeliyiz ve böylelikle çakralarımızı gezegenlerin enerjilerine açarak ruhlarımızı arındırmalıyız.”

“En son ne zaman duş aldığını hatırlıyor musun, Nurşen?” diye sorduğumda, Nurşen önce şaşkınlıktan bir süre donup kaldı; sonra sanki bu duyduğu şeyin yersiz bir şaka olduğunu umarcasına sahte bir gülümseme yerleştirdi yüzüne; ama bu gülümseme tutunacak bir yer bulamadığı güzünden yavaşça kayıp giderken, gözleri dehşetle büyüdü ve

“Hatırlayamıyorum, Allah kahretsin! Neden hatırlayamıyorum” dedi ve sonra aniden aklına bir şey gelmişçesine dudaklarını hafifçe aralayarak, gözlerini göz çukurlarının içinde delice döndürdü ve “Uzun zaman olmuş olmalı, ama neden böyle bir şey yapmış olduğumu anlayamıyorum. Bana neler oluyor?” diye ekledi.

“Bu durumda olan sadece sen değilsin Nurşen.” diye karşılık verdim, “Bir şeyler oluyor ve her nasılsa insanlığımızı gittikçe kaybediyoruz. Bu şey her neyse kolektif psikolojiyi etkisi altına alıyor.”

“Onlara aşağılık maymunlar olun dedik.” diyerek, oturduğu yerden ayağa fırladı Hasan ve sonra biz onu şaşkın gözlerle izlerken “Kuran’da böyle yazıyor, hiç duymadınız mı? Günahkar insanların bu şekilde cezalandırıldığından bahsediyor. Şimdi olan şey de işte böyle bir şey, bilinçaltındaki suçluluk duygusu kendini hayvansal davranışlar olarak dışa vuruyor; ama bunu şimdi ne tetiklemiş olabilir ki?” diye ekledi.

“Gezegenler…” diye karşılık verdim, “Hizalanan gezegenlerin oluşturduğu gerilim insan psikolojisi üzerinde böyle bir etkiye neden oluyor olmalı, ama tıpkı senin de az önce söylediğin gibi sadece suçluluk duygusu hisseden insanlar üzerinde etkili, yani günahkar insanlar… Bu bir döngü ve bu şey geçmişte ilkel insanların birtakım vahşi hayvanlarla aralarında kutsal bir bağ kurmuş olmalarını çok iyi açıklıyor. Zaman içerisinde totem hayvanları, işlenmiş olan günahlardan ötürü korkulan ve aynı zamanda da saygı duyulan bir kutsal haline geldi. Gecenin ilerleyen saatlerinde tam dizilim gerçekleşecek ve her şey çok daha kötü olacak. Bugün, o hep bahsedilen ve geldiğinde günahkarlarla masumların birbirinden ayrılacağı gün.

Cümlemi bitirirken tüylerim diken diken oldu ve hemen ardından Hasan

“Kıyamet günü…” diye ekleyince ruhum dehşet verici bir ürpertiyle titredi.

“Siz neler saçmalıyorsunuz? Aman Allahım! İkiniz de aklınızı kaçırmışsınız. Kusura bakmayın ama burada daha fazla kalamayacağım.” diyerek ayağa kalktı Nurşen ve kapıya doğru yönelirken, Hasan onu kolundan tutup durdurdu ve “Nurşen, bu gece insanlar vahşi hayvanlar gibi birbirlerini parçalayacak, dışarı çıkman aptallık olur.” dedi.

Bunun üzerine Nurşen avuçlarını yüzüne kapatarak ağlamaya başladı. Hasan onu sakinleştirmeye çalışırken ayağa kalktım ve pencereye doğru yürüyerek dışarı baktım. Hava tamamen kararmıştı. Şehrin göz alıcı ışıkları uğursuz bir ahenkle titreşiyordu ve uzaklarda bir yerlerde sirenler çalıyordu. Dışarıda belli belirsiz bir uğultu vardı ve bir süre sonra bunun bağrışma sesleri olduğu fark ettim. Aşağıdaki caddede bir hareketlilik fark edip baktığımda ortalıkta koşuşturan insanlar gördüm. Herkes can havliyle bir yerlere kaçışıyordu. Az sonra dışarıda silah sesleri yankılanmaya başlayınca pencereden geri çekilip bir süre olduğum yerde öylece kalakaldım.

“Gezegenlerin dizilimi ne zamana kadar gözlemlenebilecek Nurşen?” diye sordum, fakat hala ağlamakta olan Nurşen’in yerine Hasan cevap vererek “İki hafta…” dedi.

Hızla yanlarına koşarak Nurşen’in omuzlarını kavradım ve onu sarsarak

“Bak Nurşen, ne olursa olsun bu evden dışarı çıkmamalıyız, anlıyor musun? Hep birlikte bunu atlatacağız.” dedim; fakat bu sözlerime, onun hıçkırıklarından başka bir yanıt alamadım.

O sırada Hasan sinirlerimi altüst eden bir kahkaha attı ve “Hala kurtulabilmeyi mi umuyorsun Yusuf? İki hafta dedim sana, sabaha kadar bile sağ kalabilirsek şanslıyız; çünkü hepimiz günahkarız.” dedi.

Çıldırmış gibi bir hali vardı ve onu kendine getirebilmek için yüzüne kuvvetli bir tokat attım, o da bana sert bir yumrukla karşılık verdi. Aldığım darbeyle birlikte geriye doğru sendeledim ama yeniden dengemi sağlayarak doğruldum. O sırada Hasan üzerime doğru var gücüyle koştu ve elleriyle boğazımı kavrayarak tırnaklarını boynuma geçirdi. Ellerinden kurtulmayı başaramayınca bileğini ısırdım, ta ki tadı damağımda yayılan sıcak kan beni kendime getirene ve Nurşen masanın üzerinden kaptığı kristal bir vazoyu başımın üzerinde parçalayıp beni yere serene kadar…

***
Kanepenin üzerinde yatarken gözlerimi açtığımda duvar saatinin akrebinin gece yarısına yaklaşmış olduğunu gördüm. Elimi, feci şekilde ağrıyan başıma götürdüğümde, ben bayılmadan önce Nurşen’in başıma vazoyla vurduğu yerdeki kocaman şişliği ve kuruyan kanın saçlarımda oluşturduğu sertliği fark ettim. Hasan ve Nurşen ortalarda görünmüyordu ama holden birtakım takırtılar geliyordu. Sesleri takip edip hole girdiğimde, holde duran portmantonun, dış kapının önüne çekilmiş olduğunu ve onun da yemek masası ve bir şifonyerle desteklenmiş olduğunu gördüm. Hasan ve Nurşen tüm bu mobilya karmaşasının önünde, arkaları bana dönük olarak hareketsiz duruyorlardı. Sanki gerçekleştirecekleri en ufak bir hareketin çıkaracağı sesin kendilerini ele vereceğinden ya da böyle bir sesin, dışarıdan kendilerine yaklaşması muhtemel bir tehdidin sesini gölgeleyebileceğinden korkuyor gibiydiler. Hasan birden irkildi ve sessiz ve temkinli adımlarla yavaşça kapıya doğru yaklaşıp kapının ötesindeki seslere kulak kabarttı.

“Neler oluyor?” diye sormak için ağzımı açtığımda Nurşen hızla bana doğru dönüp işaret parmağını duraklarının önüne götürdü ve ses çıkarmamamı ima etti. Aynı anda Hasan da korkudan kireç gibi bembeyaz kesmiş yüzünü bana döndü. Dehşetle büyümüş gözleri bana bakıyordu ama tüm dikkatini dışarıyı dinlemeye vermiş gibi görünüyordu. Nurşen dudaklarını ısırıyor; gergin bir şekilde ellerini ovuşturuyor; parmaklarını tutup büküyor; yumruklarını tırnakları avuç içlerine geçecek kadar sıkıyor ve ayak parmaklarının üzerinde, tıpkı titriyormuş gibi hızlı hızlı alçalıp doğrularak, ellerini tıpkı üzerlerine bulaşmış bir şeyden kurtulmak istermişçesine boş yere silkeliyordu. Nurşen’in gerçekte bir şeylerden kurtulmak istediği doğru gibiydi fakat kapının önündeki tehlikenin yaklaşan tehdidinden öylece silkelenip kolayca kurtulabilmek mümkün değilmiş gibi görünüyordu. Bunu, Nurşen ve Hasan’a yaklaştığımda kapının diğer tarafından gelen patırtıları, tuhaf bağrışma ve hırlama seslerini duyunca anladım. Sesler gittikçe yaklaştı ve bir süre sonra tamamen kesildi. O sırada, girmiş olduğum ihaleler yüzünden son zamanlarda mafyalarla başım dertte olduğu için bir süredir yanımda taşıdığım tabancamı çıkardım ve onu az önce seslerin duyulduğu ve şimdi tekinsiz bir sessizliğe gömülmüş olan kapıya doğrulttum. Hasan yavaşça yemek masasının üzerine çıktı ve emekleyerek ilerleyip dizlerinin üzerinde doğrularak ellerini ve kulağını kapıyı destekleyen portmantonun düz yüzeyine dayayıp beklemeye başladı. Bir süre sonra gözleri fal taşı gibi açıldığında sanki kapının diğer tarafından soluma sesleri duyar gibi oldum, sonra bu ses de kesildi. Bir süre buz gibi bir sessizlik sanki tüm evreni ve zamanı durdurdu. Ne kimse en ufak bir hareket etti ne de herhangi bir çıt çıktı. Hasan olduğu yerde önce bana, sonra da dönüp Nurşen’e baktı ve son derece kısık, öyle ki eğer o konuşurken dudaklarının hareketlerine dikkat etmeseydim muhtemelen anlayamayacağım kadar kısık bir sesle “Galiba gittiler.” diye fısıldadı; Nurşen de ona en az onunki kadar alçak bir ses tonuyla “Emin misin?” diye karşılık verdi.

Hasan bir süre ne yapacağını bilemez gibi durup düşündü, sonra bana doğru dönüp tam bir şeyler fısıldamak için dudaklarını aralamıştı ki bir şeyin ya da bir şeylerin kapının diğer tarafına şiddetle çarpma sesi duyuldu. Çelik kapının dış tarafına inen darbe o kadar güçlüydü ki sanki yakınlarımızda bir bomba patlamış gibi, kulakları çınlatan büyük bir gümbürtü koptu ve sarsılan kapının yaklaşık yarım metre yerinden oynattığı portmanto, Hasan’a şiddetle çarpıp onu az önce üzerinde durduğu yemek masasının üzerinden fırlatarak, çığlık çığlığa bağıran Nurşen’in ayaklarının dibine attı. Aynı şiddette olmasa da kapı art arda birkaç defa daha zorlandı ve bu sarsıntılara dayanamayan portmanto, devrilip üzerine düştüğü yemek masasını çatırtıyla ortadan ikiye ayırdıktan sonra açıkta kalan kapının çelik yüzeyindeki, darbelerden kaynaklanan bombeler gözüme çarptı ve kapı o an dışarıdan başka bir darbe aldığında bu bombelere bir yenisi daha eklendi. Kapıya kilitlenip kalan gözlerimi bir süre ondan ayıramadan birkaç adım geriledim. Üzerimdeki şoku attıktan sonra kapıya üç el ateş ettim ve sonra da salona doğru çılgın gibi koşan Nurşen ve Hasan’ı takip ettim. Nurşen odanın içinde deli gibi bir sağa bir sola dolanırken, Hasan duvar dibinden yürüyerek yanına gittiği pencerenin camına yüzünü yaklaştırdı ve etrafı kolaçan edebilmek ya da herhangi bir kaçış planı yapabilmek için çeşitli açılarla bakarak çevreye göz gezdirdi; sonra geriye döndü ve az önce yere düştüğünde yaralanan alnından süzülen kanın bir miktarını elinin tersiyle sildi, silmeyi başaramadığı ve çoktan dudağının kenarına ulaşmış olan bir miktarını ise dilini uzatarak yaladı.

O sırada dairenin dışından gelen sesler kesilmişti ve bunu fırsat bilerek, daha önce sormayı başaramadığım soruyu sordum ve “Neler oluyor, dışarıdaki o şey de ne?” dedim.

“Gezegenler hizalandı.” diye cevap verdi Hasan ensesini kaşırken,

“Öncelikle sana attığım o yumruk ve devamında gösterdiğim saldırganlık için özür dilerim, fakat elimde olan bir şey değildi; kendimi tamamen kaybetmiştim…”

“Benim de kusuruma bakma” diye araya girdi Nurşen, bana yaklaşıp elini omuzuma koyarak, “Üzgünüm Yusuf, çıldırmış gibiydin ve seni bir şekilde etkisiz hale getirmem gerekiyordu.”

“Ne..?” diye karşılık verdim, duyduklarıma inanamayarak, “Esas çıldırmış olan sizsiniz, beni neredeyse öldürecektiniz.”

“Şimdi bunları tartışmanın sırası değil.” dedi Hasan, “Gezegenler hizalandı ve baygın yattığın birkaç saat boyunca çok şey oldu… Öncelikle dairenin dışından bağrışma sesleri duydum ve kapı dürbününden baktığımda emekleyerek, yumruk yapmış oldukları ellerini ön ayakları gibi kullanıp vücutlarını yerde sürüyerek ve hoplayıp zıplayarak koridorda ilerleyen onlarca insan gördüm. Bazıları tamamen çıplaktı, bazılarının ise üzerlerinde lime lime olmuş kıyafetler vardı. Giysilerinden rahatsız oluyorlarmış gibi bir halleri vardı ve onları dişleriyle ya da tırnaklarıyla parçalamaya çalışıyorlardı, tabi bunu birbirleriyle didişmekten arta kalan zamanlarda yapıyorlardı; ama genel olarak kattaki diğer dairelerin kapalı kapılarından içeri girmek için mücadele ediyorlardı. Bunu yapmak için tırnaklarını, açmaya çalıştıkları kapıların metal yüzeylerinde iç gıcıklayıcı bir şekilde gıcırdatıyorlardı. Aman Allahım! Ne dehşet verici bir manzaraydı; ama neyse ki gittiler.”

Hasan bu esnada sustu ve bir süre sessizliği dinledikten sonra “İşte, tamamen gitmişler.” diyerek olduğu yerde sıçradı. Sonra kendi etrafında dönerek birkaç tur attı ve başını ellerinin arasına alıp parmaklarını saçlarının içinde gezdirerek sürekli olarak “Ne yapacağız?” deyip durdu. Nurşen de tıpkı ben gibi onu bir süre şaşkınlıkla izledi ve sonra Hasan’a yaklaşıp onun gergin ellerini avuçlarının içine alarak “Tekrar gelecekler. Dışarı çıkmalı ve daha güvenli bir yerlere gitmeliyiz.” dedi.

Hasan “Nereye? Dışarıda güvenli bir yer var mı ki?” diye bağırarak cevap verdi ve sonrasında, sesini bu denli yükseltmesinin aslında ne büyük bir aptallık olduğunu fark etmiş gibi, aptallara özgü bir ifade yerleşti yüzüne. Sonra kısa süreliğine derin bir sessizlik oldu ve bu süre boyunca hepimiz bu sessizliğe korkuyla kulak kabarttık.

“Geri zekalı! Ne yaptığını sanıyorsun?” dedi Nurşen, dişlerini sıkarak, Hasan ise onu omuzlarından itip kendinden uzaklaştırarak karşılık verdi.

O an yapmam gereken en mantıklı şeyi yaparak kumandayı elime aldım ve televizyonu açtım. Kanallarda haber bültenleri dünya çapında gözlemlenen cinnet ve saldırganlık olaylarından bahsediyordu. Canlı yayın yapan bir haber kanalında bir kadın muhabir, dar ve karanlık bir ara sokakta nefes nefese şöyle diyordu:

“Şu anda Cihangir sokaklarındayız, buradaki insanlar çıldırmış gibi vahşi davranışlar sergiliyorlar.”

Kadın duyduğu birtakım seslerle irkilip geniş bir caddeye doğru koşmaya başladı ve onu izleyen kameramanın koşan adımlarından sarsılan kamera kadını takip etti. Kadın dönemeçteki bir duvarın dibine sinip “Aman Allah’ım! Neler oluyor böyle?” dedi ve az sonra kameranın açısına, ana caddede elleri ve ayakları üzerinde yürüyüp koşan, çıplak ve kıyafetleri parçalanmış insanlar girince, muhabirin neden bahsettiğini anlamış olduk. Muhabir bu akıl almaz olay için çılgınlık ifadesini kullanmıştı ama görüntülerdeki caddede akıp giden, hayvanlar gibi koşup birbirlerini kovalayan, sıçrayan, tırmalayan ve ısırıp parçalayan kalabalık seline bakılacak olursa bu durum çılgınlığın da ötesindeydi. Az sonra kalabalığın içinden bir kol ayrılıp hızla kameraya doğru yöneldiğinde muhabir çığlık atarak geri dönüp ara sokak boyunca koşmaya başladı. O an kameranın açısı yere döndü ve can havliyle koşan kameramanın adımlarıyla ritmik olarak sarsılmaya başladı. Kısa süre sonra, hırlama seslerinden oluşan uğultu iyice yaklaştı ve çığlık sesleri duyulduğunda takırtıyla yere düşüp yuvarlanan kameranın açısına, ara sokak boyunca koşmaya devam eden hayvanlaşmış insanlar girdi; ama bunların en korkuncu, yerde duran kameraya yansıyan son görüntü, muhabir kadının yere düştüğü ve hemen ardından üzerine atlayan çıplak ve ağzı yüzü kanlı bir adam tarafından ısırılarak boğazının parçalandığı görüntüydü.

Ekrandaki vahşete daha fazla tahammül edemeyerek televizyonu kapattım ve “İşte, Nurşen, “dedim, “gördüğün gibi kaçabileceğimiz bir yer yok.”

“Bu olanlara inanamıyorum.” diye karşılık verdi Nurşen, “Hayvanlar gibi hareket ediyorlar, peki ama neden birbirlerine saldırıyorlar?”

“Kalabalık içindeki güçlü bireyler liderlik için birbirleriyle mücadele ediyor.” diye yanıt verdim. “Mücadeleyi kazanan alfa oluyor ve yenilen birey bu mücadeleden sağ çıkmışsa ya alfanın sürüsüne dahil oluyor ya da alfa’nın bölgesini terk ediyor ve eğer mücadeleci bir karaktere sahipse şansını, kendi sürüsüne lider olmak için başka alfalara denemeye çalışıyor. Sürü içindeki her güçlü birey alfa için olası bir tehdit oluşturuyor ve böylelikle de çatışmalar kaçınılmaz oluyor. Diğer meseleye gelince, hayvansal davranışlar sergileyen insanlar, yani bilinçaltlarında suçluluk duygusu taşıyanlar, normal insanlara karşı avlanma içgüdüleriyle hareket ederek saldırıyorlar. Saldırılar planlı bir şekilde toplu olarak hareket edilerek yapılıyor ve avlanmadan sonra avı bölüşürken de anlaşmazlıklar yaşanıyor. Bunların dışında, sürüdeki dişileri elde etmek için de birtakım mücadeleler yaşanıyor.”

Anlattıklarımı ağzı açık bir şekilde dinleyen Nurşen bütün bunları neye dayanarak söylediğimi sorduğunda ise “Çünkü bunların hepsini rüyalarımda gördüm, tıpkı sen ve tüm günahkar insanlar gibi…” diye cevap verdim.

“Ben mi ? Günahkar mı?” dedi Nurşen.

“Evet.” dedim, “Aslına bakarsan tüm bunlar insanın en ilkel hayvansal içgüdüleri. Saldırganlık ve cinsellik duyguları her insanda doğuştan mevcuttur, fakat ahlak ilkeleri ve dinsel kurallar bunların kontrol altında tutulmasını sağlar; ama suçluluk duygusu yaşayanlar içlerinde kendilerine karşı içten içe bir düşmanlık beslerler. İşte bu nefret kişinin içinde zamanla büyüyerek kişiyi ele geçirir. Nefret her zaman hayvansal içgüdüleri harekete geçirir ve nefretin en güçlü olanı, kişinin kendine duyduğu nefrettir. Şu anda olanların nedeni, hizalanan gezegenlerin neden olduğu yoğun kütle çekim enerjisi ya da buna benzer bir şey olmalı. Bu her neyse insan psikolojisini yavaş yavaş ama doğrudan doğruya etkileyen bir şey. Eğer insanın varoluşundan bu yana yaşamış olduğu sosyal gelişim süreçlerini kronolojik bir çizelge olarak düşünürsek, hizalanan gezegenlerden kaynaklanan enerji, bilinçaltlarında suçluluk duygusu hisseden kişileri bu çizelgenin en başına kadar geriletiyor. Bu bir döngü ve şimdiye kadar gezegenlerin her dizilişinde aynı şeyler yaşandı. Suçlular ya da diğer bir deyişle günahkarlar, aşağılık hayvanlara dönüşüp birbirlerini yediler ve böylece hak ettikleri cezayı çektiler. Yaşananlar kuşaktan kuşağa aktarıldı ve bugün, yani gezegenlerin dizildiği gün; beklenen gün, günahkarların cezalarını çekecekleri gün olarak insanlığın kolektif bilincine yerleşti. Gezegenler dizilim konumunu bozana kadar burada kalmalıyız. Gördünüz işte içeri giremediler.”

“Aptal!” diye haykırdı Hasan, “Tehlike sadece dışarıda değil, burada, bizimle de birlikte, hatta içimizde. Bizim de onlara dönüşeceğimizi öngöremiyor musun?”

Hasan’ın bu sözleriyle, o ana kadar gözden kaçırmış olduğum, aslında çok basit ama bir o kadar da korkunç gerçek beynimde şimşek gibi çaktı.

Nurşen omuzlarını ve saçlarını geriye atıp, burnunu gururlu bir şekilde havaya kaldırarak, “Pekala, ben masum biriyim, dolayısıyla da onlardan birine dönüşecek değilim.” dedi ve kısa bir süre durup düşündükten sonra “Hem suçlu biri olsam bile güçlü bir bilince sahibim, şu anda da kendimi gayet insan gibi hissediyorum. Yani ne olursa olsun, bir hayvana dönüşmeyeceğim.” diye ekledi.

“O kadar emin olma!” dedi Hasan, “Dönüşüm yavaş yavaş, sinsice gerçekleşecek ve bunu fark edemeyeceksin. Bana kalırsa hepimiz çoktan hayvanlaşmaya başladık bile “

Nurşen sinir bozucu ve dokusunda gerginlik hissedilen, zoraki bir kahkaha attıktan sonra “Neden, duş almayı unutmuş olduğum için mi? Evet, bu gerçekten çok utanç verici bir durum; ama son zamanlarda çok fazla çalıştım ve her iş çıkışı eve gider gitmez uyudum. Gerçekten son bir haftadır kendimi çok bitkin hissediyordum. Hatta klinikte kendimi sık sık uyuklarken buluyordum.” dedi.

“Hepimiz öyleydik,” diye karşılık verdi Hasan, “öyleydik, çünkü avcı hayvanlara özgü bir içgüdüyle gece geç saatlerde uyanıp, tıpkı bir uyurgezer gibi dolaşıyorduk.”

Hasan bunları söyledikten sonra, son zamanlarda sabah uyandığımda kendimi neden bazen yatağımda, bazen ise salondaki kanepede ya da holdeki halının üzerinde bulduğumu daha iyi anlamış oldum.

“Peki,” dedi Nurşen, “diyelim ki üçümüz de havyana dönüştük, peki bu durumda neler olabilir?”

“Birincisi…” diye cevap verdi Hasan, “Birincisi, ilk olarak hayvana dönüşen kişi, dönüşümünü tamamlamamış olan ve hala bir yanı insan olan ya da tamamen insan olan kişinin üzerine avlanma içgüdüsüyle atlayıp saldıracaktır ve bunu yaparken de yine aynı içgüdüyle kurbanın boğazını hedef alacaktır. Dönüşmüş olan kişi ani bir hareketle dişlerini avının boğazına geçirip onun önce soluk borusunu parçalayacaktır ve sonra da onun etkisiz hale gelmesini bekleyecektir. Dönüşmüş kişi, kurbanı tamamen hareketsiz kalıncaya kadar ısırdığı yere çenesiyle baskı yapmaya devam edecektir ve sonra da onu muhtemelen kalçalarından yemeye başlayacaktır; ama en korkuncu ise kurban boğazı parçalandığında henüz ölmemiş olmasıdır; çünkü bu durumda kurban, beyninin oksijensiz kalmasından dolayı bir çeşit felç geçirmiştir ve dönüşmüş kişi tarafından canlı canlı yenirken, bunun verdiği dayanılmaz acıları, berrak bir bilincin duyarlılığıyla hissedecektir.

İkinci ve daha düşük bir ihtimalle üçümüz de aynı anda dönüşümü tamamlarsak, muhtemelen ben ve Yusuf, seninle birlikte olabilmek için ölümcül bir kavgaya tutuşacağız.”

“Bunların hiçbirinin gerçekleşmesine mahal vermeyeceğiz.” diyerek ona karşı çıktım ve koltuğa oturup, elimdeki silahı önümdeki sehpanın üzerine bırakırken “Oturup sabırla bekleyeceğiz ve içimizden birisi, herhangi birimizin dönüşüme dair tuhaf bir davranışına şahit olursa tabancayı alıp onu vuracak.” diye ekledim.

Ben bunları söyledikten sonra, Hasan ve Nurşen önce dehşet içinde donup kalarak beni izlediler, sonra da sehpanın diğer tarafındaki çiftli koltuğa yan yana oturdular.

“Her ne kadar tüyler ürpertici bir fikirmiş gibi görünse de sanırım şu an için akla en yatkın olanı bu.” dedi Hasan, Nurşen’in gözlerine ikna edici bir bakış atarak; Nurşen ise “Siz gerçekten çıldırmışsınız, ben asla böyle bir şey yapmayacağım.” diyerek ona karşılık verdi.

“Her neyse, o an geldiğinde bu sözlerini hatırlamayacaksın bile.” dedim, “O an korunma içgüdülerimiz bize bu silahı kullandıracaktır. Tabancada on iki fişek var, emniyeti açık ve mekanizması kurulu. Ateş etmek için hedefe doğrultup tetiği çekmek yeterli.”

Bir süre herkesin bakışları silaha takıldı, belli ki her ikisi de kendisini tehlikede hissettiğinde silaha ilk uzanan kişi olmayı istiyordu. Nurşen’in silahı kullanmayacağını her fırsatta kesin bir dille ifade etmesi ise aslında bilinçaltında bunu ne kadar çok istediğine işaret ediyordu.

***
Tepemizde yanan avizeye doğru başını hafifçe kaldıran Hasan, bir elini kısılan gözlerine siper ettikten sonra oturduğu yerden aceleyle kalktı ve avizenin ışığını söndürüp karanlığın ortasında tıpkı bir karabasan gibi bir süre öylece kaldı. Sırtı bize dönüktü ve pencerelerden içeriye süzülen şehir ışıklarının loşluğunda görebildiğim kadarıyla titriyor ya da sarsılıyor gibiydi. Az sonra ıkınıyormuş gibi belli belirsiz tuhaf sesler çıkarmaya başladığında, Nurşen ondaki garipliği fark edip başını ona doğru çevirdi ve fısıltıyla karışık titrek bir sesle “ Ne oluyor, ona ne oluyor Yusuf?” dedi.

Nurşen’in sesinin dokusundaki korku bir an içimi ürpertiyle doldurdu ve sorduğu bu soruya o an için verebilecek bir cevabım yoktu. Hasan’ın karanlık silüeti elleri ve dizleri üzerine çöküp emeklemeye başlayınca, Nurşen ağzından kurtulmak üzere olan isterik bir çığlığı eliyle boğdu ve dönüp sehpanın üzerindeki silaha uzandı. Nurşen’in titreyen ellerinin sımsıkı kavradığı silahın namlusu şimdi yerde emekleyerek odanın içinde gezinen ve kendi çevresinde turlar atan Hasan’ı gösteriyordu. Nurşen ateş etmek için uygun zamanı kollarken, Hasan salonun sağ köşesinde duran çalışma masasına doğru emekledi ve ellerini masanın üzerine kaldırıp masanın üzerindeki abajuru yakınca kavuniçi renkli zayıf ışık, yüzündeki tekinsiz ifadeyi aydınlattı. Hasan tekrar ellerini yere koydu ve odanın içinde birkaç defa daha tur attıktan sonra bize doğru yöneldi.

“Yaklaşıyor! Ne yapayım, ateş edeyim mi? diye fısıldadı Nurşen, “Sanırım başına nişan almalıyım, öyle değil mi?”

“Silah şu anda senin elinde ve ne yapacağının kararını tek başına vermelisin, çünkü az sonra ben de o hayvanlardan birine dönüşebilirim.” diye yanıt verdim.

“Tamam, onu vuracağım.” dedi Nurşen ve az öncekine göre daha yüksek bir sesle “Üzgünüm Hasan.” diye ekledi.

Bunu duyan Hasan “Ne için hayatım?” dedi hala yerlere bakınırken. Bu esnada Nurşen elindeki silahı gizlice tekrar sehpanın üzerine koydu. Hasan ayağa kalktı ve gelip yine Nurşen’in yanına oturdu.

“Neden ışıkları söndürdün?” diye sorduğumda, Hasan “Böylesi daha iyi. O hayvanlar buraya tekrar gelirlerse burada olduğumuzu anlamazlar, fena mı?” dedi.

“Gayet mantıklı gibi görünüyor.” diye karşılık verdim, “Fakat ışıkları söndürmenin asıl nedeni ışığın gözlerini rahatsız etmesi olabilir mi?”

“Hiç de bile…” diye çıkıştı Hasan kaşlarını çatarak, “Ne yapamaya çalıştığını biliyorum Yusuf. Amacın Nurşen’i benim değişim geçirmeye başladığıma inandırmak ve bu sayede beni ona vurdurtmak. Az önce Nurşen’in bana silah doğrulttuğunu görmediğimi mi sanıyorsun?”

“Özür dilerim hayatım.” diyerek araya girdi Nurşen, “Çok korkmuştum, bir an senin onlardan birine dönüşmeye başladığını düşündüm.”

Hasan Nurşen’in sözlerini pek umursuyormuş gibi görünmüyordu, dikkatini tamamen benim üzerime yoğunlaştırmış gibiydi. “Demek beni diskalifiye etmeye çalışıyordun.” diyerek benimle uğraşmaya devam etti ve “Beni öldürtüp Nurşen’le birlikte olacaktın öyle değil mi? Benim, sandığın kadar aptal birisi olduğumu mu sandın?” diyerek sözlerine devam etti.

“Dönüşmeye başladın Hasan, bunu görmüyor musun?” diyerek karşılık verdim, “Diyelim ki ışıkları gözlerini rahatsız ettiği için değil de dışarıdaki hayvanlara karşı bir tedbir olarak kapattın; peki o zaman bize az önce odanın içinde neden emekleyerek dolaştığını söyler misin? O halinle onlardan hiçbir farkın yoktu.”

Hasan iğrenç bir kahkaha attı ve “Kilitlediğim dış kapının anahtarını yere düşürmüştüm ve onu arıyordum; beni bunun için öldürmek istediğinize inanamıyorum. Hayır! Benden buna inanmamı beklemeyin. İnandığım şeyi size söyleyeyim mi? Siz ikiniz birbirinize aşıksınız ve beni böyle saçma sapan bir bahaneyle öldürüp ortadan kaldırmayı planlıyorsunuz. Ne de olsa insanların birbirini katlettiği böyle bir gecede küçük bir cinayeti kimse irdelemez öyle değil mi?” dedi.

“Sen neler saçmalıyorsun?” diye çıkıştı Nurşen hiddetle ayağa kalkarak.

“Bunu görebiliyorum.” diye karşılık verdi Hasan, “Gözleriniz sizi ele veriyor, birbirinize tutkuyla bakıyorsunuz. O bakışlar sıradan arkadaşların birbirlerine yönelttiği bakışlar değil; sinsi, fırsat kollayan, şehvet dolu bakışlar…”

“Bir şey sorabilir miyim Hasan?” dedim oturduğum yerden kalkarak, “Şu bahsettiğin anahtarı bulabildin mi peki?”

“Evet, neyse ki buldum.” diye cevap verdi.

“Haydi o zaman, bize onu göstersene.” dedim.

Hasan elini pantolonunun cebine götürünce yüz ifadesi birden değişti ve telaşla diğer ceplerini yokladı. “Ama nasıl olur? İkinci defa düşürmüş olmalıyım.” dedi tekrar dizleri ve elleri üzerine çökerken.

“Sen çıldırmışsın!” dedi Nurşen, cebinden çıkardığı bir anahtar destesini havada sallayıp şıkırdatarak, “Kapıyı ben kilitlemiştim ve anahtar hep bendeydi.”

Hasan olduğu yerde başını nerdeyse yüz seksen derece çevirerek Nurşen’e baktı ve gözleri dehşetle büyüyerek “Nerede buldun onu?” dedi.

Nurşen ani bir hareketle sehpanın üzerindeki silaha uzanıp onu Hasan’a doğrulttu ve “Bu anahtar hiç bir zaman sende olmadı.” dedi.

Hasan olduğu yerden yavaşça doğrulurken, Nurşen’in elindeki silahın namlusu da onu takip etti.

“Üzgünüm Hasan, dönüşüyorsun!” dedim, “Bir hayvana dönüşüyorsun ve bu dönüşümün davranışsal sonuçları tarafımızca absürt karşılanacağı için bilinçaltın bu davranışlara makul kabul edilebilecek mazeretler uyduruyor. Bilinçaltı için bu mazeretlerin gerçek olup olmaması önemli değil, onun için önemli olan tek şey, yapmak istediği şeyleri yaparken bilinç ya da sosyal çevreden gelebilecek herhangi bir engellemeye maruz kalmamak. Kısacası bilinçaltın seni kandırıyor. Yani odanın içinde bir hayvan gibi dolaşman kendin de dahil herkes için anormal bir davranış olarak karşılanacağı için bilinçaltın buna anahtarı arama bahanesi uydurarak bu davranışı normal bir davranış olarak göstermeye çalışıyor; tıpkı az önce yaşadığın o gereksiz, küçük kıskançlık krizini makul bir sebebe dayandırmaya çalışması gibi… Sen de çok iyi biliyorsun ki böylesine gereksiz bir kıskançlık da hayvansal dönüşümün sonuçlarından birisi. Hepimizin dönüşümü gerçekleştiğinde ikimizin birbirimizle ölümcül bir kavgaya tutuşacağımızı ve mücadeleyi kazananın Nurşen’le birlikte olacağını sen söylememiş miydin? İşte Hasan, öngördüğün her şey yavaş yavaş gerçekleşiyor.”

Hasan’ın, içlerinde vahşi birer parıltının belirip kaybolduğu gözleri hırsla kısıldı ve gerilmiş parmakları yumruk halini alıp tekrar avına odaklanmış bir yırtıcı kuşun pençeleri gibi açıldı. Gerilen dudakları, birbirlerine sımsıkı kenetlenmiş dişlerini sergiledi ve o an ağzından tehditkar bir hırıltı kurtuluverdi.

Onu korkuyla izleyen ve ne yapacağını bilemeyen Nurşen “Lütfen kendine gel Hasan, yalvarırım beni bunu yapmaya zorlama.” diyordu.

Tıpkı sinirlerim gibi, kaslarım da korunma içgüdüsüyle gerildikçe gerildi ve bedenim az sonra gerçekleşecek saldırıya karşı koymak üzere pozisyon adı; fakat pencereden gelen bir tıkırtı Hasan’ı bu saldırıyı gerçekleştirmekten alıkoydu. Olağandışı bir refleksle başını sesin geldiği yöne çevirip dizleri elleri üzerine çöktü. Nurşen ise elindeki silahı pencereye doğrulttu ve camda tırmalayan bir el belirdiğinde tetiği çekip birkaç el ateş etti. Gürültüyle parçalanan camın gerisinden gelen hayvani çığlıklar odanın içinde yankılanıp kayboldu. Kırık pencereden içeriye esen ürpertici bir rüzgar odanın içini dolaşıp sırtımdaki soğuk terleri yaladı. Nurşen’e elindeki silahı bana vermesini söylediğimde kısa süreli bir kararsızlık yaşadı, fakat aşağıdan bir yerlerden sıçrayarak pencerenin önüne konan çıplak bir adam kırık camın diğer tarafında belirdiğinde gecenin siyah sessizliğini yırtan bir çığlık atarak silahı elinden düşürüp kendini yere attı ve el bileklerini başının üzerine siper etti. Pencerenin önündeki çıplak adam çömelmiş vaziyette dururken, başını aşağı, yukarı, sağa ve sola hareket ettirerek, girmeye yeltendiği odanın içini ya da bizi farklı açılardan görmeye çalışıyordu. Bir ara gözlerini yarı baygın gibi kısarak başını yukarı kaldırdı ve havayı kokladı. Kendimi toparladıktan sonra, gözlerim Nurşen’in düşürdüğü silahı ardı ve onu gördüğümde eğilip bir çırpıda onu yerden alıp pencerenin önündeki şeytani yaratığa doğrulttum ve başını camın kırık kısmından içeriye uzattığı esnada tetiği çektim.

Mermi çekirdeği vahşi adamın alnına, o, dişlerini saldırgan bir şekilde sergileyip tıslarken isabet etti ve onun cansız vücudunu, yirmi bir kat aşağıdaki beton zemine çakılmak üzere, yerçekiminin kucaklayıcı kollarına bıraktı. Silah sesi Hasan’ın üzerinde, ürkmesine neden olmuş gibi bir etki yaratmıştı, çünkü o ilk gümleme sesiyle kendini bir duvar dibine sinmiş halde bulmuştu; Nurşen ise eliyle kulaklarını kapayıp avazı çıktığı kadar bağırmıştı. Daha onun ilk attığı çığlık kesilmeden, pencerenin önünde sağdan, soldan, yukarıdan ve aşağıdan tırmanarak gelen yeni korkunç figürler belirtmişti ve hepsi de içeri ilk giren olabilmek için gözü dönmüş bir şekilde birbiriyle mücadele ediyor, itişip kakışıyor, ısırıyor, tırmanıyor, gücünün yettiğini boynundan çenesiyle kavrıyor ve boşluğa savuruyordu. Elimdeki silahın tetiğine art arda asılarak şarjörde kalan tüm fişekleri pencerenin önündeki bu kan dondurucu karmaşanın üzerine boşaltınca silah cayırtısı odanın duvarlarını dövdü ve karşımızdaki ucube yumağı çözülerek dağıldı. İsabet alanlar korkunç çığlıklar atarak, küçük bir çocuğun avucundan saçılan bilyeler gibi dökülüp cehennemin dibini boyladılar; fakat kalanlar ne geri döndüler ne de içeri girme konusunda bir an için tereddüt ettiler. Mermimin bittiğini fark ettiğimde onların üzerine fırlattığım silah, içeriye adımını henüz atmış birisinin başına isabet etti, kafatasından bir takırtı duyuldu ve olduğu yere öylece seriliverdi. Bunu o an yapmanın faydasız olduğunu bildiğim halde, o an yapılabilecek başka bir şey olmadığı için arkamda duran kanepenin arkasına eğilip saklandım ve az ötemdeki koltuğun arkasına tıpkı benim gibi sinmiş olan Hasan’la göz göze geldim. Beni görünce Hasan’ın ilk yaptığı şey, işaret parmağını dudaklarına götürerek, benden sessiz olmamı istemek oldu; sonra hızlı hızlı emekleyerek yanıma geldi ve fısıldayarak “Onlar gibi davran.” dedi; ardından eliyle az ötemizdeki Nurşen’i, yerde ellerinin ve dizlerinin üzerinde durup etrafı koklayan ve parkeleri tırmalayarak yeri kazımaya çalışan Nurşen’i işaret ederek “İşte görüyor musun? En mantıklı şeyi yapıyor. Kendisine zarar vermemeleri için onlardan biriymiş gibi davranıyor.” diye ekledi.

***
Az sonra onlarca hayvanlaşmış insan odanın içinde dolaşmaya başlamıştı. Her köşe bucağı tarıyor, masaların altlarını araştırıyor, kanepelerin ve koltukların üzerlerinde gezinip birinden bir diğerine sıçrıyorlardı. Birkaçı bizi fark edip etrafımızı çevreledi ve durup beklemeye başladı. Her biri dişlerini göstererek hırlıyor ve atak yapacakları uygun anı kolluyordu. Hareketleri agresif ve aceleciydi ve o halleriyle bizim, diş geçirebilecekleri kadar zayıf olup olmadığımızı anlamaya çalışıyorlarmış gibi bir halleri vardı. Az sonra bize yavaş yavaş yaklaşmaya başladıklarında Hasan “Sakın geriye doğru tek bir adım dahi atayım deme, ne yaparsan yap ama sakın onlardan korktuğunu belli etme, çünkü saldırmak için şu anda bizden böyle bir işaret bekliyorlar.” diyerek kulağıma fısıldadı.

Artık yeni gelenler de onlara katılmaya başlamıştı. Sayıları gittikçe artıyor ve etrafımızdaki çember de aynı oranda daralıyordu.

Daha fazla dayanamayıp ayağa kalkacağımı söylediğimde, Hasan “Hayır! Onlar gibi davran, ellerinin ve dizlerinin üzerinde durmaya devam et.” diye bana şiddetle karşı çıktı, sonra da “Olduğun yerde kamburunu çıkararak vücudunu olduğundan daha iri ve güçlü göstermeye çalış ve bunu yaparken de onlara dişlerini göstermeyi ihmal etme. Unutma ki burası bizim bölgemiz ve dişli rakipler olduğumuzu onlara hissettirebilirsek onları buradan uzaklaştırabiliriz.” dedi.

Hasan’ın söylediklerini harfiyen yerine getirdikten sonra çevremizdeki ucube sürüsü duraksadı. İçlerinden bazıları birkaç adım geriledi, bazıları ise oldukları yerde tepinip hırlayarak ve yer döşemelerini tırmalayarak güç gösterisi yapmaya başladı.

Hasan’a “ Bizim de onlar gibi hırlayıp yerleri tırmalamamız gerekmez mi?” diye sorduğumda “Bizim şu anda yapacağımız ani bir hareket saldırının kıvılcımını ateşleyecektir.” dedi.

Az sonra çevremizdeki sürünün bir tarafında bir hareketlilik oldu ve kalabalık bize doğru bir hat halinde yarılmaya başladı.

“İşte! Alfa geliyor. Şimdi ne yapacağız?” dedim.

Hasan sakin olmamı ve kendimi savaşa hazırlamamı söyledi. Titreyen kollarımı ve dizlerimi yere sabitlemeye çalışıp kaslarımı gerdim ve kendimi az sonra sürünün içinden çıkıp üzerimize atlayacak şeye karşı hazırladım ve Hasan’ a “Ben boynuna saldıracağım, sen de arkasından dolanıp onu sırtından yakala.” dedim.

“Hayır!” diye karşılık verdi Hasan, “Eğer alfaya iki kişi saldırırsak sürünün her üyesi de mücadeleye katılacaktır ve böyle kalabalık bir sürüye karşı hiç şansımız yok. Bu teke tek bir mücadele olmalı, o zaman sürü bu dövüşü müdahale etmeden uzaktan izleyecektir. Onunla ben dönüşeceğim. Eğer başarısız olursam o zaman sen şansını denersin. Unutma ki bu mücadeleyi kazanan kişi sürünün lideri olacak.”

Hasan bunları söyledikten sonra önüme geçti ve geriye doğru gerilerek, az sonra önüne çıkacak şeyin üzerine sıçramak için hazırlandı; fakat sürünün içinden çıkıp gelen kişinin Nurşen olduğunu görünce öylece kalakaldı. Hızla emekleyerek arkama geçen Nurşen, yaladığı avuç içlerini önce yüzüne, sonrada da saçlarına sürdü ve “Çok korkuyorum Yusuf.” dedi.

“Korkma Nurşen, onları buradan kovacağız.” diyerek onu sakinleştirmeye çalıştım, ama bunları söylerken bile içimde hızla büyüyen korkuya hakim olamıyordum.

Hasan ise olduğu yerde duruyor ve gözlerini Nurşen’in az önce çıkıp geldiği noktadan ayırmıyordu. Tüm dikkatiyle o noktaya odaklanmıştı ve o haliyle yabani otların arasındaki avını gözetleyen bir kaplanı andırıyordu. Az sonra sürünün ön kısmı ikiye ayrıldı ve açılan yoldan iri yarı, çırılçıplak bir adam ellerinin ve ayaklarının üzerinde yürüyerek çıkıp geldi. Yağlı saçlarının tepesi dökülerek açılmıştı ve üzerinden taze kan süzülen uzun sakallarıyla tıpkı yeleli bir aslana benziyordu. Gür sesiyle kükrer gibi konuştu ve “Bu sürünün lideri kim?” diye sordu.

Bu durum karşısında tıpkı benim gibi şaşkına dönmüş olan Hasan’a “Konuşuyorlarmış, demek ki hala insani bir yönleri var. O zaman belki onlarla konuşarak anlaşabiliriz.” dedim, Hasan da “Bilemiyorum, şimdiye kadar konuştuklarına şahit olmamıştım.” diye karşılık verdi.” ve sonra da “İşte bak! Diğerleri de konuşuyor.” diyerek, sürünün içinden yükselen “Haydi, bitir şunların işini. Daha ne duruyorsun? Onları parçalara ayır. Sana güveniyoruz yüce liderimiz, kutsal yol göstericimiz.” seslerine dikkatimi çekti.

O an anladım ki karşımızda dikilen korkunç adam sürünün alfasıydı ve sürü bir totem inancıyla, kendisinden korkulan ve aynı zamanda ona aynı oranda saygı duyulan bu adama sapkın bir biçimde tapınıyordu; ama beni hala en çok hayrete düşüren şey konuşuyor olmalarıydı.

Hasan “Bu sürünün lideri benim.” diyerek Alfa’nın sorusuna geç de olsa cevap verdi ve “Geri çekilmezsen seninle dövüşeceğim.” diye sözlerine devam etti.

Alfa “Bu bölgeyi istiyorum,” diye karşılık verdi ve çenesiyle Nurşen’i işaret ederek “o dişiyi de…” diye ekledi.

Hasan şaha kalkar gibi dizlerinin üzerinde doğruldu ve üzerindeki gömleği iki eliyle yırtıp parçaladıktan sonra ellerini tekrar yere koyarak saldırı pozisyonu aldı ve “O zaman gel de al!” diye haykırdı.

Bunun üzerine Alfa elleri ve ayakları üzerinde hızla koştu ve hantal gibi görünen vücuduna göre oldukça atik bir hareketle sıçradıktan sonra, gövdesinin olanca ağırlığıyla yere düşerken tek elinin pençe darbesini Hasan’ın tepesine indirmek için atak yaptı; fakat Hasan da en az onun kadar atik davranarak sağa doğru yerde yuvarlanarak, üzerine inmekte olan pençe darbesinden son anda sıyrıldı ve hızla doğrularak şimşek gibi bir hızla Alfa’nın üzerine sıçradı. Hasan Alfa’nın boğazını ısırmak için hamle yapmıştı ama Alfa da onun boğazını hedef alınca çene çeneye çarpıştılar ve bu esnada Hasan Alfa’yı alt dudağından ısırıp dişlerini tüm gücüyle kenetlendi. Alfa, dudağını Hasan’ın dişlerinin arasından kurtarmak için başını sağa sola sallayınca, Hasan olduğu yerden havalanarak sağa sola savruldu; fakat Alfa’nın dudağını bırakmadı. Alfa güçlü olmasına güçlüydü, fakat dudağı Hasan’ın dişleri kadar sert değildi; en nihayetinde de böylesine bir gerilime daha fazla dayanamayıp koparak Hasan’ın dişlerinin arasında kaldı ve böylelikle Hasan savrulup odanın duvarına çarparak yere düştü. Sersemlemiş bir şekilde, güçlükle de olsa, düştüğü yerden doğrulmayı başarmıştı; fakat yırtılıp kopmuş alt dudağıyla şimdi çok daha korkunç görünen Alfa çoktan onun başına dikilmişti. Hasan Alfa’nın kopmuş dudağını tükürüp yere attıktan sonra boynunu Alfa’nın çenesine kaptırdı ve bir süre sonra bilincini kaybederek yere yığıldı. İnatla dakikalarca Hasan’ın boğazını ısıran ve tüm ağırlığıyla onun üstüne çöken Alfa, kurbanının öldüğünden emin olana kadar çenesi açmadı. Hasan’ın son bilinçsiz çırpınışları da son bulduktan sonra Alfa tekrar onu çenesiyle boynundan tuttu ve savurarak o gürültücü ve mide bulandırıcı sürünün içine fırlattı. Hayvansılar Hasan’ın üzerine hep birlikte akın ettiler ve ondan karınlarını doyurabilecekleri bir parça et koparabilmek için birbirleriyle yarıştılar. Bir pirana sürüsü gibi, her gelen ondan bir ısırık kopardı ve bir parça daha koparabilmek için diğerleriyle boğuştuğu. Çekiştirilip sürüklenen, didiklenen ve parça parça edilen Hasan’ın cesedi yamyam sürünün içinde bazen bir top gibi sekiyor, bazen de tıpkı dalgaların arasında yitip giden bir paçavra gibi sağa sola hareket ediyordu. Her geçen saniye bir kısmı daha yok oluyor ve dakikalar sonra ondan geriye bir şey kalmayacağı şüpheye yer bırakmıyordu. Alfa kendi etrafında ağır ağır dönüp bir tur atarak etrafı gözlemledi ve kendisine yönelik başka herhangi bir tehdit olmadığını anlayınca rahatladı; başını kaygısızca yere eğdi ve yeri koklaya koklaya yürüyerek, dakikalar önce Hasan’la birlikte onlardan saklandığımız yer olan kanepenin dibine vardı ve oraya idrarını bırakarak, oranın artık kendi bölgesi olduğunu kendi sürüsü ya da başka bir sürü için bir anlamda resmiyete bağlandı. Bu esnada sürünün içinden uluma sesleri ve sırtlanların şeytani kahkahalarını andıran sevinç çığlıkları yükseldi. Alfa başını kaldırdı ve masanın altına pusmuş, korkudan tir tir titremekte olan Nurşen’e bakarak, o an zaten dışarıda olan diliyle, ağzının kenarlarından akan salyalarını yaladı ve ona doğru ilerlemeye başladı; fakat daha birkaç adım atmıştı ki önüne dikilip “Sana meydan okuyorum.” dedim.

Alfa bunu ilk etapta şaşkınlıkla karşılamış gibiydi; ama kısa süre sonra hareketleri agresifleşti. Önce dişlerini göstererek hırladı ve sonra ellerinin altındaki döşemeyi yoğuruyormuş gibi yaparak, tırnaklarını parkelerin yüzeyine geçirdi ve ben de ona dişlerimi göstererek ve vücudumu olduğundan daha büyük göstermeye çalışarak karşılık verdim. Bana doğru bir adım atmasını bekledikten sonra ben de ona doğru bir adım attım ve ne yapacağını görmek için durup bekledim. Bana, başını aşağıya eğdiği bir açıdan bakmaya başlayınca, saldırmaya hazırlandığını anladım. Hasan’la dövüştüğü esnada onun saldırı tarzı hakkında biraz fikir edinebildiğim için az sonra ne tür bir hamle yapacağını kestirebiliyordum. Az sonra koşacaktı, üzerime doğru sıçrayacaktı ve tırnaklarını üzerime geçirmeye çalışacaktı. Hasan’la dövüşürken bunun aynısını yapmıştı, çünkü onu kendisinden çok zayıf bir rakip olarak görüyordu ve hemen işini bitirmeden önce onunla biraz oynamak istemişti, fakat Hasan onun alt dudağını sıyırıp koparınca onu hafife almakla ne büyük bir hata yapmış olduğunu bir anda anlamış ve ilk başta yapması gereken şeyi çarçabuk yaparak dişlerini Hasan’ın boğazına geçirmişti. Şimdi beni Hasan’dan çok daha zayıf bir rakip olarak görüyor olmalıydı ve bu durumda beni öldürmeden önce benimle biraz oynayarak, az önce Hasan’dan aldığı yaranın zedelediği itibarını sürünün gözünde tekrar kazanmaya çalışacaktı. Tıpkı bir kedinin fareyle oynadığı gibi, pençe darbeleriyle sersemlememden bir süre eğlenecek ve en sonunda da boğazımı hedef alarak çenesiyle öldürücü hamleyi yapacaktı. İşte bu, doğada güçlünün zayıfı yok ettiği büyük düzenin küçük bir parçasıydı ve bu sistem belki ufak tefek değişikliklere gidilerek tersine döndürülebilirdi. Alfa’nın benden güçlü olduğu bir gerçekti, fakat bu güç onun aleyhinde de kullanılabilirdi.

Kısa sürede kurguladığım planı uygulamak için öncelikle ondan kaçmam gerekiyordu. Ben pencereye doğru koşmaya başlayınca Alfa da hızla peşinden koştu. Pencereye birkaç metre yaklaştığımda durup bekledim ve o, pençelerini üzerime indirmek için sıçramaya hazırlandığı esnada son sürat ona doğru koştum. Alfa kaçan ya da olduğu yerde duran bir hedefi avlamak için harekete geçip atak yapmıştı; fakat şimdi karşısında, saldırmak için kendisine doğru hızla koşan bir rakip bulmuştu ve bu ani değişiklik onun kısa süreliğine afallamasına neden olmuştu. Alfa’nın ön pençeleri havaya kalktığı ve gövdesinin ön kısmı havalanmaya başladığı anda eğilerek tırnaklarımı boynuna geçirdim ve boğazını ısırdım. Bir kayış kadar sert ve kalın derisini dişlerimin arasında var gücümle çiğnerken ağzıma oluk oluk akan pis kanı çenemden aşağı süzüldü. Alfa gök gürültüsünü andıran bir böğürtüyle ellerinin üzerine düştüğünde ben de onun altında sırt üstü yere düştüm ve kaçmak için dönüp doğrulmaya çalıştığımda ellerim ve ayaklarım sıcak kanın kayganlaştırdığı zemin üzerinde boşa çabaladı. Olduğum yere yüz üstü düştükten sonra sırtımın, Alfa’nın çelik gibi pençeleriyle lime lime edildiğini ve keskin dişlerinin kaburgalarımı çatlattığını hissettim. Zeminde biriken kan göletinin içinde boğulacakken başımı yukarı kaldırdım ve tam karşımdaki kırık pencereden yüzüme esen havadan derin bir nefes aldım. Sonra ben ileri doğru sürünmeye çalışırken Alfa çenesiyle sol ayak bileğimden kavrayarak beni geriye doğru savurup metrelerce fırlattı ve üzerine düştüğüm sehpa kırılarak parçalara ayrıldı. Alfa bana doğru emin ve sabırlı adımlarla yürürken “Benden kolay kurtulamayacaksın, ölümün uzun ve acı verici olacak. Öyle ki seni hemen öldürmem için bana yalvaracaksın.” dedi ve başımda bir cellat gibi dikildi.

***
Alfa oldukça sakin görünüyordu ve bu da benim için bir dezavantajdı. Hata yapabilmesi için kendisini anlık heyecanlara ve öfke nöbetlerine kaptırması gerekiyordu. İşte bu yüzden doğruldum ve emekleyerek Alfa’nın çevresinden dolandıktan sonra, daha önce onun idrarını bıraktığı yer olan kanepenin dibine gittim ve onun yapmış olduğu şeyin aynısını yaptım. Tüm sürünün gözleri önünde sergilediğim bu davranıştan daha aşağılayıcı bir davranış olamazdı Alfa için. Beni izleyen gözlerinde bir anlığına nefret kıvılcımları yanıp sönen Alfa hırlayarak bana doğru koşmaya başlayınca ben de kırık pencereye doğru koştum ve pencerenin önündeki kan göletine ulaştığımda koşmayı aniden kestim. Kan birikintisi üzerinde döne döne kayarak pencerenin önünde son anda durdum; fakat son sürat koşarak beni takip eden ve vücut ağırlığı neredeyse benim iki katım olan Alfa’nın bu kan birikintisi üzerinde benim kadar kolay durması beklenemezdi. Alfa da kan göletinin üzerinde istemsiz olarak kaydı ve tam bana çarpacakken kendimi yana atarak ondan kurtuldum. Alfa duramayacağını anlayınca tırnaklarını zemine geçirdi; fakat o kadar ivme kazanmıştı ki bu bile ona fayda etmedi ve az sonra koca gövdesi, zemine kadar inen kırık pencere camının halen ayakta duran kısmına çarparak, dağılan cam parçalarıyla birlikte yirmi birinci kattan aşağı düştü. Bir süre sonra, sürü bana doğru yaklaşmaya ve etrafımda oluşan çemberi daraltmaya başladı. Onlar yaklaştıkça geriledim, geriledim, ta ki geriye tek bir adım dahi atacak zemin kalmayana kadar… Artık pencerenin ucundaydım ve binanın dışında esen rüzgar, görünmeyen habis bir el gibi omuzlarımı sarsıp dengemi bozmaya çalışıyordu. Yolun sonuna geldiğimi düşündüğüm anda sürü hep bir ağızdan ulur gibi “Yüce efendimiz, kutsal yol göstericimiz…” diyerek yere eğilip kalkmaya başladı ve az sonra Nurşen aralarından sıyrılıp yanıma gelerek başını omzuma dayadı ve gidip gelip vücuduma süründü. Sesimi, çevremizde toplanmış olan kalabalığa duyurabilmek için adeta kükremek zorunda kaldım ve “Ben sizin lideriniz değilim, gidin ve kendinize başka bir lider bulun.” dedim.

Sürü yine hep bir ağızdan bu defa “Sen artık sürümüzün koruyucu ruhusun. Liderimizsin, totem bunu gerektirir.” diyerek karşılık verdi.

“Totem mi?” diye çıkıştım, sinirlerime hakim olmaya çalışırken, “Sizin sapkın inançlarınızın umurumda olduğunu da nereden çıkarıyorsunuz. Aslında şu anda sizinle konuşabiliyor olmama bile şaşırıyorum; çünkü sizler birer hayvansınız.”

Bu sözlerimin üzerine, ihtiyar ama ilerlemiş yaşına rağmen oldukça adeleli bir vücuda sahip bir adam yere vurduğu yumruklarıyla bedenini ileri çeke çeke sürünün içinden çıkıp karşıma dikildi ve “Doğru söylüyorsunuz efendim. Evet bizler hayvanız; ama siz de öylesiniz.” dedi. Adam daha sonra kırık pencereden görünen karanlık gökyüzüne doğru çenesiyle işaret etti ve “Bakın efendimiz, atalarımızın kutsal ışıkları bize nasıl da göz kırpıyor. Bu kutsal totem gecesinde sizin bizim liderimiz olmanız ne de büyük bir şeref.” diyerek sözlerine devam etti.

“Hayır ihtiyar! Ben ne sizin liderinizim, ne de sizin gibi bir hayvanım. Şu ana kadar sergilediğim insanlık dışı davranışlar sadece sizi aldatmak içindi. Şu anda dört ayak üzerinde duruyorsam bu sırf sizden biri olduğumu sanmanız içindi; ama şimdi liderinizi alt ettim ve inançlarınıza göre bu durumda bana zarar veremeyeceğiniz için artık rol yapmama gerek kalmadı.” dedim ve dizlerimin üzerinde doğrularak ayağa kalktım; fakat bu, Alfa’nın kırmış olduğu kaburgalarımda gerilim yarattığı için oldukça zor ve acı verici oldu. Yürümek için ilk adımımı attığım esnada, uyuşmuş bacaklarımla dengemi sağlayamayarak ellerimin ve dizlerimin üzerine düştüm.

Adam “Efendimiz, eğer insansanız neden insan gibi yürüyemiyorsunuz peki? “ dedi.

“Çünkü,” dedim, “çünkü sizden korktuğum için bir süredir dört ayak üzerinde yürümek zorunda kaldım ve bu da kan akışını yavaşlatarak dizlerimi uyuşturdu. İşte bakın, bakın da iki ayak üzerinde nasıl yürüdüğümü görün.”

Tekrar dizlerimin üzerinde acıyla doğruldum, fakat yürümek için ileri doğru bir adım attığımda bu defa da yere yüz üstü düştüm.

O anda yanımda duran Nurşen çenesiyle boynuma destek olarak beni tekrar ellerimin ve dizlerimin üzerine kaldırdı ve “Bilinçaltı Yusuf, bilinçaltı… Bilinçaltı absürt olarak karşılanabilecek birtakım davranışlarını sana makul gösterebilmek için mazeretler uydurur. Yoksa unuttun mu?” dedi.

GENESİS

Exit mobile version