ALFRED HITCHCOCK’UN KORKU HİKAYELERİNDEN “ÇATIDAKİ SES”

ALFRED HITCHCOCK’UN KORKU HİKAYELERİNDEN “ÇATIDAKİ SES”

Hikaye Oku; Bu hikaye bana bir iki sene evvel Amerikalı bir doktor tarafından anlatıldı. Ona Floransa’ya giden Amerikan ekspresinde rastladım. Şehri ondan iyi taradığımdan kendisine küçük bir yardımım dokunabileceğini söyledim. Çok sevindi.

Teşekkürü, beni akşam yemeğine davet oldu. Bir şişe şampanyayı birlikte bitirirken birbirimize daha da büyük bir sempati ile bağlandık.

Yüzünden sağlık taşan, güzel başını kumral saçların çevrelediği çok hoş bir adamdı. Bununla beraber ilk önce beni biraz sıktı. Bu, belki de çok sevimli ve bol olan tebessümünün yarattığı etkiydi. Onu birçok hastasının başucunda cesaret yükseltici bir ilâç gibi kullanmaya alışmıştır, içten gelme bir histen çok kendince gerekli bir davranıştır diye düşündüm. Zengin müşterileri asık yüzlü doktorlardan ziyade elbette ki iç açıcı olanları tercih ediyorlardı her halde…

Ama ikinci şişe şampanyayı bitirdiğimizde, bana harikulade cazip bir arkadaş olarak görünmeye başladı.

Doktor bana mesleği ile ilgili meraklı fıkralar anlattı. İnsan vücudu denen beşeri makineyi ölümün çeşitli oyunlarla akıl almaz yönlere sürükleyip bir oyuncak haline getirdiğini belirtti.

Sakin bir sesle konuşurken mikrobiyoloji profesörümü hatırlıyordum… Okul senelerimi yeniden yaşatıyordu bana. Kendimi mikroskobun üzerine eğilmiş, bütün dikkatini küçük şeylere vermiş bir öğrenci gibi hissediyordum.

Garip şeyler gördüm, dedi. Çok garip. Bazıları öylesine akıl almaz değişikliklerdeydi ki, benzerine ancak bir iki eski kitapta rastlayabildim. Belki de doktorların böyle şeylere rastlaması olağan üstü bir şey değildir diye düşünüyorsunuzdur değil mi?

Ama değil… Hele biri var ki, nasıl söyleyeyim, ayıpla karışık bir anlama sarılıp olduğundan, herkese anlatmaya bile sıkılırım. Ama onu bu gece size açıklayacağım. Gördüklerinize biraz olsun mantıki bir izah şekli verip, içinize kuvvet dolduracak olan ilmî açıklamaları hiç bir kitapta bulamazsınız, işte o zaman derin bir şekilde sarsılırsınız.

Hikayesini dinlemeye başladım. Sonraları, onun bir yalancı olduğunda karar kıldım. Ama yüzde yüz, bunu söylerken bile, pek emin değilim…

Çocukluğumuzun beraber geçtiği Hunter isminde bir arkadaşım vardı. Senelerce Filadelfia’nın kenar mahallerinin birinde bir arada yaşadık. Hayvanları sevme ve bazı böcekleri koleksiyon yapma merakı ikimize de aynı zamanda gelmişti. Hunter’lerin bahçelerinde kullanılmayan bir ambar vardı. Fare kapanlarımızı, tavşan kafeslerimizi oraya yerleştirirdik. Bazı  zamanlar sepetlerimiz çeşit çeşit hayvanlarla dolardı.

Biriktirmeye başladığımız hayvanlar gün geçtikçe artmaktaydı. Kafeslerimiz ve sepetlerimiz ağzına kadar dolmuştu. Tabiî, bunlarda garip olan bir taraf yoktu. Bütün çocuklar, hayvanları kendilerine alıştırma ve sevme devresini geçirirler. Garip olan şudur ki, Hunter bu devreden hiç çıkmadı. Onun  hayvanlara karşı olan aşırı sevgisi ömrü, boyunca devam etti.

Ben kısa pantolunu çıkararak uzun pantolon giymeye, sigara içmeye ve kızlarla arkadaşlık etmeye başlamıştım ama, Hunter hayvanlardan başka şeylerle ilgilenmiyordu hâlâ.

Bizi birbirimize bağlayan müşterek zevklerimiz ortadan kalkınca, arkadaşlığımızda bozuldu. İkimizde ayrı yönlerde, yolumuza devam ettik. Hunter o sıralarda yılan koleksiyonu yapmaya başlamıştı. Yılanları cam kavanozlara koyuyordu. Yine büyük bir hasır sepet içinde çeşit çeşit örümcekleri besliyordu ki, bu örümcekler durmadan birbirlerini yiyorlardı.
Sonrada, biri ona yavru bir tilki hediye ederek neşesini son hadde çıkarmıştı.

Hayatımız böylece sürer giderken, ben kızlar peşinden koşmaktan bıktım, yeniden onun dostluğunda sakin ve dinlendirici bir yön bularak ona döndüm.

Hunter hayvanlarına sadık kalmıştı. Onu delikanlılık çağında bir kıza bile başını çevirip baktığını hatırlamıyorum.

Ama sizin korkarak kaçtığınız vahşi kedilere öylesine tatlı bir şekilde yaklaşıyordu ki…

Hunter’in başka garip huyları olduğunu zannetmeyiniz. Sadece hayvanları çok seviyordu. Bir kedi, ya da bir köpek gördüğü zaman gözleri öylesine derin bir mutlulukla pırıl pırıl parlardı ki…

Kolejde, odasının havası pis bir hayvan hücresi gibi kokardı. Oradan dışarı uğultular, ıslıklar, tıkırtılar aks ederdi.

Bununla beraber ara sıra bir bara gidip içmeyi hoşnutlukla kabul ederdi. Maki cinsi bir maymun satın alıncaya kadar garip huyları fazla göze batmadı.

Makiler uzun tüylü, kuyruklu, vücutları diğer maymunlara nazaran kaim tüylerle kaplı bir başka çeşit hayvanlardır. Hunter onu beraberinde her yere götürüyordu. Hayvan omuzuna oturuyor, uzun kuyruğunu boynuna doluyor ve yarı insana benzeyen çirkin <!–nextpage–>elleriyle yüzünü okşuyordu. Tilki burnuna benzeyen burnunu uzatıp pırıl pırıl parlayan gözleri ile insana öyle bir bakışı vardı ki, size sorular sorar ve anlatılanları düşünmeye çalışırdı sanki…

Bütün bu seneler süresinde Hunter bir tek kızla dahi dolaşmış değildi.

Sonra, seneler yine bizi birbirimizden ayırdı. Ben başka şehre gittim. Bir gün Hunter’den aldığım bir mektupta Filadelfia’ya gelip nişanlısı ile tanışmamı istediğini okuyunca ne kadar çok hayret ettiğimi tabiî tahmin edersiniz. (O sıralarda Bellevue’de tıp tahsilimin son senesini tamamlıyordum.)

Mektubunda kızı tarif etmeye çalışıyordu ama, karma karışık yazıları ve biri birini tutmayan sözleri arasında, kızın sadece Georgie’den geldiğini ve ona delice aşık olduğunu anlayabildim.

Zaten bütün kadın düşmanları böyledir. Ona bir kadın düşmanı demekle belki haksızlık ediyorum ama bütün delikanlılık süresinde hiç bir kadına bakmayana başka ne denebilir ki?

Evet, kadın düşmanları, bir gün bir kadının pençeleri altına kazara düşüverecek olurlarsa ona deli gibi aşık olurlar.

Filadelfia’ya mektubu alır almaz gidememiştim. Derslerim vardı, işlerim vardı. Bunları bir düzene koyup yola çıkmanın imkânını bulduğum zaman biraz endişeliydim. Hunter nişanlanalı epey olmuştu ve bu zaman süresinde kulağıma bazı dedikodular ulaşmıştı.

Bu gibi şeyler bazen zihne takılır. Size bazı şeyler anlatıldığı zaman güler geçersiniz. Sözlerin bir kulağınızdan girip diğer kulağınızdan çıktığını sanırsınız. Hatta size onları anlatanı bile unutursunuz. Ama onlar bir iz bırakmıştır.

Bunlar kötü laflardı. Aslındaysa kendisine söz söyletmeyecek kadar temiz görünüşlü, asil tavırlı bir kızdı. Güneyin en eski ailelerinden birine mensup soyu vardı. Ailesinin orijini efsanelerle, savaşlarda gösterdikleri kahramanlıklardan ötürü iyi şeylerle süslenmişti.

Georgie’de muazzam arazilerinin olduğu, fakat oraları ekip biçemediklerini
söylüyorlardı, «Siyah»lardan kimseyi çalıştırmazlarmış. Ve bütün hizmetçileri Finnois’larmış.

Hiç konuşmayan bu sessiz ırka herkes büyücüler ırkı derdi. Sonra yine, genç kızın ağabeysi içinde ayrı bir dedikodu sürüp gitmekteydi.

Büyük bir matematikçi ve eşsiz bir satranç oyuncusu olan bu delikanlı birdenbire ortadan kaybolmuştu. Geniş evlerinin ayrı bir bölümünde sadece kütüphanede, yaşadığı, hiç dışarı çıkmadığı söylentileri vardı.

Ara sıra geceleri, dolaşmaya çıkarmış bu delikanlı, işte o zaman komşular işittikleri gürültülerle pencerelere koştuklarında atlar içinde zıplayan delikanlının Finnois hizmetçiler tarafından yakalanmaya çalışıldığını görürlermiş.

Finnois’ların ellerinde ipler ve lambalar olduğundan ortalık aydınlıklar içindeymiş. Atlar arasında çırılçıplak dolaşan delikanlının kolları öylesine uzunmuş ki, yerlere, ayaklarına değecek bir nisbetsizlikteymiş. Bu uzun kolların ucunduysa, el yerine, insan kafası büyüklüğünde gülleler asılıymış.
Bunlar şüphesiz ki dedikoducu insanlar tarafından uydurulan mübalağalı ve garip sözlerdi ama Filadelfia yolunda ilerlerken her şeye rağmen içimde tuhaf bir endişe vardı.

Nasıl bir kızla tanıştırılacağımı düşündükçe, kendine göre bir anormalliği ve acayipliği olacağı muhakkaktır diyordum. Sinirime dokunan pek çok şeylerin onda olması ihtimali vardı.

Ama kızla karşı karşıya geldiğimiz zaman, suratıma bir tokat yemiş gibi sarsıldım. O tahayyül ettiğim gibi ne anormal, ne de acayipti…

Aksine, kusursuzdu. Yalnız, nasıl söyleyeyim bilmem, tehlikeli bir madde ile
yan yana olduğum hissine kapılmaktan kendimi alamadım.

Bu öyle bir tehlikeydi ki, güzelliği ile bir erkeğe meydan okuyanın tehlikesi,
onu bir esir haline sokabilecek kadar kendi kendinin hâkimi eşsiz bir yaratığa tutulmanın tehlikesiydi.

Ona ürpererek dehşetle baktım. Ve içimden ilk mırıldandığım sözler neydi biliyor musunuz: « Tanrım beni Hunter’e karşı alçakça bir davranışta bulunmaktan koru!»

***

Uzun boylu, ince esmer, pürüzsüz tenli, cazibeli bir kızdı. Boyunun uzun olmasına rağmen ufak tefek kadınların milyonluğuna sahipti. İri simsiyah gözleri derin düşünceli bir anlama sahipti ama, bu düşünceleri okumanın imkanı yok gibiydi. Güzel yüzünü çevreleyen gür dalgalı siyah saçları bir şelale gibi omuzlarına dökülüyordu.

Belki de onun her yerinin güzelliğini ilk karşılaşmamızda görememiştim. Bu imkansız bir şeydi. İlk karşılaştığımızda düşmüş olduğum his şuydu ki, bütün benliğimin iliklerine kadar şiddetli bir spazmla sarsılıp beni şaşkına çevirmesiydi. Bu kızda insanı etkisi altına alan kuvvet dış güzelliği değildi sadece:

Kişiliğinde garip bir kudret saklıydı. Ona belki de bir ruh güzelliği diyebilirsiniz ama bu kelimeyi henüz tam anlamıyla kullanamıyordum. Çünkü emin değildim. Bir değişikliğe sahipti kız ama neye, anlamıyordum.

Evet, işte zavallı Hunter’in nişanlısı garip ruhlu bir kızdı. Değişik bir kızdı. Ve bu değişiklik beni cezbetmekle beraber buz gibi bir korkuyla da dolduruyordu. Zira onun ruhu ile vücudu arasında bir ahenk yoktu…

Birbirine tamamı ile zıt iki kutup gibiydiler. Bu da tehlikelerin en büyüğüdür sanırım. Çünkü insanları şaşırtarak yanlış hareketler yapmaya sürüklerler.

Belki de söylemek istediklerimi pekiyi anlatamıyorum. Size başka bir misal
daha vereyim.

Mesela, bazı cins hayvanlar vardır, has kan köpekler gibi. Çok kıymetli ve güzeldirler… Pırıl pırıl tüyleri, parlak bakışları ve canlı hareketleri ile etraflarında hoş bir hava ve hayranlık yaratırlar. Hayvan yarattığı etkiyi bilir.

Bu anlayış ve cazibe çoğu insanlarda yoktur. Oysaki biri hayvan, diğeri insandır.

Bununla beraber, hayvan ruhu insan ruhuna benzemez, Hayvan ne kadar asil olursa olsun, yine de eksiktir.

İşte, ihtiraslı kalın dudaklara sahip bu nişanlı karşısında ben cins bir hayvanla  karşı karşıyaymışım hissine kapıldım.

Uzattığım eli hararetle sıktı. Bana dikkatle bakarak:

– Nasılsınız? diye hatırımı sordu.

Ahenkli güzel bir sesi vardı. Bana söylediği ve hatırlayabildiğim yegâne sözlerdi bunlar. Sonraları bir çok kereler karşılaştık ve konuştuk ama, ben nedense hep bu ilk sözleri hatırlıyorum.

Yumuşak elini avucumda tutarken kıpırdayamıyor ve: «Tanrım beni koru!»
diye düşünüyordum.

Zira o an, büyük bir hayret ve dehşet içinde ona karşı çılgınca bir ihtirasla
çekilmekte olduğumu hissediyordum. Hayvani bir arzu bütün vücudumu bir ateş dalgası gibi yakıp kavuruyordu.

İlk bakışta ve bir el tutuşuyla böylesine bir şehvet uçurumuna hayatımda yuvarlanmamıştım. Hem şehvet, hem de aşk…

Daha o an, onunla yalnız kalabileceğimiz zamanı tahayyül etmeye, gözlerinin içine dalarak şiirler yazmaya başlayacağım dakikaları hesaplamaya başlamıştım. Göz kapakları garip bir gülümsemeyle yarı yarıya kapandı. Alt dudağı  insafsız bir sevimlilikle titredi.

Ruhu ile vücudu arasında bir bağ olmadığını sezinlediğim bu yaratık, bir efsane kahramanı gibi bir anda beni büyüleyivermişti.

Genç kıza derhal aşık olmuştum. Daha elini avucumdan bırakmadan, yerlerimize oturmağa bile vakit bulamadan ona aşık olmuştum.

Kendi kendime: «Tanrım bana yardım et!» derken samimi miydim?

Sanmıyorum. Kalbimin derinliklerinden durmadan, bir otomat gibi bu sözleri tekrar ederken, kollarım onu sarmak, dudaklarım onu öpmek ateşi içinde yanıyordu. Bir kadının böylesine, ilk bakışta bir erkekte kuvvetli bir ihtiras yaratabileceğini aklıma bile getirmezdim.

Elini avucumdan ağır ağır çekti.

Hareketinde, arzuya cevap veren bir anlam vardı. Ama gözler yarı kapalı ve düşünceliydi. Başka bir şey söylemedi, başka bir harekette bulunmadı. Kendi kendime saf ve nazik Hunter’in bu esrarlı yaratığı nasıl elde edebildiğini sorup duruyordum. Koyu bir alev gibi esrarlı, bir harp meleği gibi korkunç olan bu güneyli kızla nasıl olmuştu da nişanlanmışlardı!…

Sonra buldum… Sebep Şaki idi…

Nasıl bulduğumu, nasıl anladığımı sormayın. Ama haklı olduğuma yüzde yüz eminim. Şimdi maymun Hunter’i tamamı ile terk etmiş ve genç kıza bağlanmıştı.

Hunter’de kıskanıyordu zannederim. Hunter kollarını açıyor, parmaklarını
şaklatarak: «Şaki! Şaki!» diye bağırıyordu ama, hayvan burnunu kibirli bir
alayla çevirerek kollarını genç kızın boynuna doluyordu. Kızda ona gülümsüyordu. Hunter bundan nefret ediyordu. Bende nefret ediyordum. Genç kızın omuzuna tüneyen maymun kuyruğu ve kollar ile ona öylesine büyük bir sevgiyle sarılıyor ve kızda bundan öylesine büyük bir zevk alıyordu ki, sanki ikisi de aynı cinsten iki maymundular hissine kapılıyordu insan.

Neden bilmem, bu garip sevişme karşısında derin bir hiddetle köpürüyordum.

Ama başlangıcına döneyim, ilk tanışma gecemizi anlatayım yine.

O gece Hunter benim şerefime güzel bir yemek hazırlatmıştı. Arzusu beni nişanlısı ile tanıştırmak olduğundan sofrada ikimizi yan yana oturttu.

İlk ihtiras arzusunun istilâsını yok etmeyi ve saklamayı başardım. Kendimi kontrolüm altına alarak normal bir insan gibi hareket ettim. Kızın yanında otururken onu daha iyi inceliyordum ve hayretim gittikçe artıyordu.

Kız hoş olmakla, iyi giyinmekle beraber, hiçte günün modasına göre giyinmiyordu. O sene kısa gece elbiseleri moda idi. Oysa, uzun, topuklarına kadar inen bir elbise giymişti. Ve elbisenin basit dikişi onun evde yapıldığını gösteriyordu. Kız bu demode ve basit elbise içinde bile güzeldi. Ten rengi kumaş, altın rengi lame bir kemerle belden sıkılmıştı. Ve bu ona son derece yakışıyordu.

Sofradaki kadınların giyinişi ile tam bir tezat teşkil etmekteydi. Onlar dar ve kısa roplar giymişlerdi. Hunter’in nişanlısı bol, uzun… Pliler içindeki elbiseyi bacakları açılmasın diye oturur kalkarken büyük bir dikkatle yanlarından çekiyordu. Bir Îran kedisinin çekingenliği ve ihtiyatı vardı onda. Yemek hazır olunca onu izleyerek yemek odasına geçtim. Yürürken narin boynuna bakıyordum. ……..

İçimde hem arzu, hem de hüzün vardı. Hiç bir zaman hakikat haline gelemeyecek olan duygular hissetmeye ne lüzum vardı? Ama buna mani olamıyordum ki!…

Birden bire şaşkına döndüm. Güzel bir esere bakarken, akla gelmeyen bir çirkinliğe rastlayanların şaşkınlığı ile sarsıldım.

Elbisesinin açık yakası ile saçlarının toplandığı kısımda, büyük bir dikkatle pudralanmış olmasına rağmen traş edilmiş kıllar fark etmiştim. Burası bir erkek cildi gibi hafif mavimtırak olmuştu. Bu çok hafif rengi ancak benimki gibi kıskanç ve titiz bir aşık bakışı fark edebilirdi. Onda bu küçük çirkinliği keşfetmekte şaşırmıştım ama, biraz da memnundum.

Acı bir düşmanlıkla bu uzun boylu kızı izlerken bana işkenceler veren güzelliğinin saklanacak çirkinlikleri olduğunu bilmenin rahatlığını duyuyordum.

Ama sofra başında sandalyesini çektiğim zaman mahcup bir çekingenlikle elbisesini çektiğini, bacaklarını saklamaya çalıştığını görünce her şeyi unutarak kalbim şefkatle doldu.

O akşamki yemeğe ait çok az şey hatırlıyorum. Fazla içmiş ve sarhoş olmuştum her halde. Konuşmaların hiç biri aklımda kalmadı. Sadece sofra başında oturan bir kaç yüz gözümün Önünde.

Belli belirsiz bir şekilde, kadınların hepsinin canlarının sıkıldığını fark ediyordum. Kendi kendime: «Tabiî, çünkü o hepsinden hoş ve canlı… kıskanıyorlar.» diyordum. Hiç bir yerde eşine rastlamadığım nefis bir parfüm kokusu genzimi okşuyordu. Gözlerim hep ellerine kayıyordu. Biraz fazla uzun tırnaklı olan elleri çok güzeldi. Onları avuçlarım arasına alıp okşamamak için kendimi ne büyük bir kuvvetle tuttuğumu bir bilseniz!… Ama tuhaf değil mi, bu eller çok güzel olmakla beraber, bir kadın eli de değildi. Diğer kadınlar gibi güzelliklerini tamamlamak için durmadan hareket etmiyorlardı. Biraz gevşek ve tembel bir şekilde dizler üzerinde duruyorlardı.

Yapmacıksız ve dinlenen bir hayvanın ellerini hatırlatıyorlardı. Ve daha garibi, pırlantalı yüzüğü tersine dönmüştü, o bunun farkında değildi, iri elması avucuna dönük olarak muhafaza ediyor ve buna aldırmıyordu. Aynı zamanda kuvvetliydi elleri. Sofrada, sert kabuklu bir bademi iki parmağı arasında öylesine rahat bir şekilde kırdı ki…

Ben o bademi ancak ceviz kıracağı ile kırabilirdim. Ona hayretle baktığımı
görünce garip bir şaşkınlıkla bakışlarını başka yöne çevirdi.

Masada onun yanına oturmuş, büyük bir korkuya kapılmış gibi başka şeyle ilgilenemiyordum. Sofranın öbür başında Hunter’in annesi oturuyordu. İriyarı, çok şık bir kadındı. Ve cemiyet başkanı kadınlardaki otoriter anlama sahipti. Beyaz gür saçları çok hoş bir şekilde başına toplanmıştı. Kendinden emin bir tavrı olan bu kadınında diğer davetli kadınlar gibi gergin bir halde oturduğunu ve rahat olmadığını hissediyordum.

Bütün bunlar bulanık birer hayal gibi kafamda seyirler yapıyordu. Belki de
aslında doğru değildi, hepsi kendi tahayyülümdü sadece…

Hunter’in yanına oturan bir genç kız tam benim karşıma rastlıyordu. Bu çok asil ve güzel yüzlü, pırıl pırıl altın gibi sarı saçları olan bir kızdı. Halleri ve tavırları le Filadelfia yüksek sosyetesine ait olduğu, iyi bir aileye mensup bulunduğunu ortaya koyuyordu. Durumundan ve kendinden sat bir şekilde emin, cesaretli latif bir yaratıktı.

Yarı dumanlı kafam, karma karışık nişlerimle, hiç değilse normal bir yaratık olduğundan, kurtarıcı bir melekmiş gibi ona dalgın bir şekilde bakmaya başladım. Bütün dikkatimi bu güzel çocuk üstüne toplamak istiyordum. İçimde neden olduğunu bilmediğim bir hüzünle karışık minnettarlık duyuyordum ona.

Az sonra, yanımda oturan esmerle onun arasında vahşi bir rekabet doğmakta olduğunu hissettim. Hiç bir dostluk, belirtisi taşımayan bakışları masanın üzerinden yıldırım gibi birbirleri ile çarpıştı.

Bu süre zarfında karşımdaki kızın ihtiyatlı azametine hayran oldum. Yanımda oturan kadın ise ne azamet, ne gurur, ne de sıcaklık, hiç bir hissini açıklamıyordu. Sadece sakin ve dikkatliydi.

Birden sarışın kız canı yanmış, ya da çok üzülmüş gibi kıpkırmızı oldu. Sanki dikkatsizlikle ayıp bilgeye bakmışçasına gözlerini önüne eğdi. Bir kaç saniye ne yapacağını bilmez bir şekilde içinden mücadele ettiği ve gözlerine dolan yaşları güçlükle zapt ettiğini hissettim.

Yeniden kendini topladığı zaman bütün dikkatini Hunter’e verdi ve zoraki bir canlılıkla önemsiz şeylerden bahsetmeye başladı.

Sonra, masa komşumun Hunter’in yanındaki sarışın kızı korkunç bir şekilde kıskanmaya başladığını anladım.

Bunda haksızdı. Zira arkadaşımın yüzü, yanındaki genç kıza dönük olmakla
beraber sadece manasız bir nezaket gülümsemesiyle kaplıydı. Ama nişanlısınınkiler öylesine büyük bir kin ve hiddetle doluydu ki, patlamak üzere olan bir balon gibi şişip taştığını hissediyordum.

Yan gözle onu inceleyip neler olacağını beklemekteydim ki, birden bire bacağıma şiddetli bir hayvan tekmesi yedim. Masa altında hayvan bulunmamakla beraber bu sert vuruşa hayvan tekmesi demekte haklıydım. Üstü kumaşla sarılı olmasına rağmen içi tüylü, adaleli bir şey o kadar yakınımda dizime çarpmıştı ki, bunu anlamamama imkân yoktu. Kapalı bulunduğu yerden kaçmak isteyen ürken, ya da kızan belki de bir maymundu bu.

Şuursuzca sıçrarken aklıma şaki geldi. Bu belki de şaki idi…

Bir kaç saniye sonra yeniden ve daha kuvvetle bir tekme yediğim zaman yerimden sıçramakla beraber, hemen masanın örtüsünü kaldırarak yere baktım.

Yerde bir şey yoktu. Davetlilerin bacaklarından ve iskemle ayaklarından başka bir şey yoktu. Bacağımın çok yakınında, hemen hemen benimkine yapışık denecek kadar yakınımda ise Hunter’in nişanlısının uzun etekler içinde saklanan bacakları vardı.

Bütün yemek süresinde masanın karşı ucunda oturan madam Hunter’in gözleri benden ayrılmamıştı. Sıçradığımı görünce:

– Neyiniz var doktor? diye sordu.

Ona aptalca bir cevap verdim, Şakinin bacaklarıma atıldığını sandığımı söyledim.

Madam Hunter derhal hizmetçilerden birini göndererek Şaki’nin verandadaki sepetinden kaçmış olup olmadığını anlamaya yöneltti.

Az sonra dönen madam maymunun sepetinde uyuduğu cevabını verdi. Herkes güldü. Hunter’in nişanlısı da gülenler arasındaydı. Ama davetliler yeniden konuşmaya daldıklarında, başını sert bir hareketle bana doğru döndürdü. Bir hayvan dönüşü aksettiren bu tavır ve iri siyah gözlerdeki hiddet kıvılcımları buz gibi soğuktu. İskemlesini hafif bir hareketle benden biraz uzaklaştırarak eski sakin halini aldı sonra.

Bunlar saniyenin binde biri kadar kısa an içinde cereyan ettiğinden, yine, kendi kendime acaba ben mi çok vesveseliyim, benim geniş muhayyilemin elinde bir oyuncak olarak olur olmaz şeyler görme vehmine kapılıyorum diye sormaya başladım.

Uzun masanın bir ucunda, karşımda oturan madam Hunter eşsiz bir ev sahibesi görevini neşeyle yerine getiriyordu ama, bakışları saklamaya çalıştığı bir endişeyle kaplıydı.

Yanımdaki kıza karşı, beş saat önceki duyduğum ihtiras ateşini unutamıyordum.

Böylesine şiddetli bir sarsıntıya uğramamıştım hiç. Aslında onu hiç tanımıyordum. Ona karşı ne saygım, ne de sempatim vardı. Eğer üzerimde yarattığı sihirli şehvet dalgasından bir kurtulabilsem, onu nefret edilecek ve iğrenilecek bir yaratık bulacaktım.

Hayvani bir ihtirastı bu… Ona karşı hemen hemen çılgınlığa yakın bir arzu
hissediyordum. Öylesine bütün benliğimi kaplamıştı ki, bir arkadaşın nişanlısına karşı duyduğum ihtirastan artık utanç bile duyamaz hale gelmiştim.

Tek, fikir içinde kafası kaplanmış zavallı bir monomaniaktan başka neydim ki?

Bu ilk geceden sonra, onu bir gölge gibi her yerde izledim.

Onu yeniden görme çareleri arıyor, üzerimde yarattığı dayanılmaz ihtiras ateşini yeniden duymak istiyordum.

Deli mi oluyordum yoksa? Ama artık bir şeye aldırdığım yoktu ki…

Onunla bir iki kere yalnız olarak konuşmayı başardım bile. Hunter bir şeyin farkında değildi. Onun nişanlısına karşı duyduğu ihtiras benimkinin aynıydı.

…..

Kısa bir süre sonra evlendiler. Şahitleri ben oldum. O gün duyduğum ızdırabın hatırası hala midemi bulandırır.

Sonra aklımda kalanlar, o sıralarda garip bir hastalığa tutulduğum etkisini yarattı. Ümitsiz bir kıskançlık, aşağılatıcı bir duygu içindeydim.

Bazen kendi kendimi dövmek, bazende arkadaşımı öldürmek hevesine kapılıyordum…

Nikâhtan sonra, kapıda bekleyen otomobile bindiler. Kız çevik adımlarla ilerliyordu. Hareket eden arabanın arkasından kalkan gümüş gibi ince toz bulutu arasında, şimşek gibi çakan kısa bir süre içinde, kızın elbisesinin yakasından taşan siyah tüyleri fark ederek yeniden tuhaf bir şekilde sarsıldım.

Sonra kayboldular.

Merasim esnasında bir rezalet çıkarmaktan beni bir tek düşünce alıkoymuştu.

«Balayı seyahatinden nasıl olsa dönecekler, diyordum. O zaman evlerine sık sık davet edileceğim.»

Bu alçakça bir düşünce ve bekleyişti ama, sıcak bir taş altında uyuklayan yılan gibi bu ümide sarılarak kendimi avutmuştum.

Balayı seyahatinden tayin edilen zamandan çok önce döndüler. Hunter derhal bana telefon etti. Ertesi gün kulübüne, öğle yemeğini beraber yemeğe çağırdı.

Randevuya gidip, onu masa başında oturur görünce sırtına bir bıçak saplayıp ondan hemen kurtuluversem ne iyi olacak diye düşünmekten kendimi alamadım.

Ama karşı karşıya oturup bir iki kelime konuştuktan sonra karısı ile aralarının iyi olmadığını anladım.

Hunter’in yüzünü kaplayan dehşet ifadesini anlatabilmemin imkanı yok. Bu ifade, hasta hane koridorlarında, ölüm halinde olanların ameliyatını ızdırapla bekleyen zavallıların yüzleri ile kıyas edilebilir.

Ona hiç açmayacağımı sanıyordum ama yanılmışım, çok acıdım. Hunter on yaş birden ihtiyarlamış ve çökmüştü. Saf ve iyi yüzü vaktinden evvel koparılıp bir köşeye atılan meyvalar gibi buruşmuştu.

Derhal karısının hasta olup olmadığını sordum. Aceleyle onun iyi, hatta çok iyi olduğu cevabını verdi. Ama hareketleri ve yüzü bu cevabı aksiliyor du. Evlerine birlikte giderken onu hasta bulacağım endişesi ile doluydum. Kapıyı karısı açtı. Şaşırdım. Öylesine canlı, sıhhatli ve güzeldi ki, parıltılar saçıyordu adeta!…

Enerjisi, dolgun vücudu ve güzelliği dünyanın bütün aşıklarının ihtirasını dindirecek bir güce sahip denebilirdi… Derhal gebe olduğunu anladım. Bir çocuğu olacaktı. Bu tabii olay bazı kadınları hasta eder ve sarsardı ama bazılarımda böylesine kuvvetli ve lâtif bir hale getirirdi.

Kadının ruhu kötüydü. Bunu hissediyordum. Buna rağmen, güzelliğine lakayt kalmanın imkânı yoktu.

Ona hayran ve onu arzu ederek, karşısına oturdum. Yan gözle Hunter’e baktım. Gayri ihtiyari gülümsedim. Bu budala, eli altında bulunan bu ateş parçasının hakiki değerini anlamıyor ve onu hasta zannediyordu. Onunla konuşurken sesi ve hareketleri tatlılık doluyordu. Otururken iskemlesinin arkasına yastıklar koyuyor, ayaklarının altına daha rahat olması için küçük
tabureler sürüyordu.

…..

Hunter’in bakışları kederli, şefkatliydi. Karısının doğum sancıları başlamış gibi şimdiden oda ızdırap çekiyordu.

Fakat bu dikkatli şefkat genç kadını sinirlendirmekteydi. Onu hor görerek açık bir şekilde alay ederek hakaret ediyordu ki, bir erkek olmak dolayısı ile bu benim bile gururumu zedeliyordu.

Hunter alçak sesle sevgi dolu sözler mırıldanırken o gururla başını çeviriyordu. Pırıl pırıl parlayan siyah saçları eşsiz bir güzellikle başını süslüyordu.

Omuzu üzerinde taşıdığı maymun ise Hunter’in her yaklaşığında kızgın homurtular çıkarıyor, sivri dişlerini meydana çıkararak onu ısıracak gibi davranışlarda bulunuyordu.

Ya ben?… Ben maymundan daha mı farklıydım sanki? Zavallı Hunter’e karşı ben daha mı iyi hisler besliyordum?

Ama, bununla beraber, geçmişe ait hatıralarımı karıştırdığımda, o zaman hissettiklerim için kendimi ayıplamıyorum artık. Şüphe yok ki ben o günlerde korkunç bir hastalığa tutulmuştum. Bir deli olmuştum. Bir delinin ateşine sahiptim. Deliler en acınacak zavallılar değil midirler? Ne yaptıklarını bilebilirlermiki?… Zaten o zamana ait hatıralarım gittikçe bulanık bir sis perdesi altında gizleniyor. Bir hastanın belli belirsiz hatırlayışları gibi gölgeler arasında kayboluyor…

Eski dostumun evine haftada iki kere gitmeye başladım. Bu ziyaretler eski bir dostu yoklamak perdesi altında saklanan gizli bir tuzaktı. Aslında karısını cezbetmeye çalışıyordum.

Bellevue’de son doktoramı da verdikten sonra derhal Filadelfia’ya yerleştim.
Arkadaşımın karısına yakın olmak ve onu sık sık görmekten başka düşüncem yoktu. Akşam yemeklerinden sonra üçümüz salonda oturuyor ve tatlı sohbetlere dalıyorduk.

Şimdi hatırlayabildiklerime nazaran, konuşmalarımız daha ziyade kadınla benim aramda geçen sözlerdi. Hunter çoğunlukla susardı. Bazen yüksek sesle üçümüzün de konuştuğu şeyler olur da ama bunlar önemsiz konular üzerineydi,

Hunter’in karısı ile aramızda garip bir telepati vardı. Onunla sessiz otururken de çekişirken de anlaşıyorduk. Halbuki Hunter en iyi bildiğine emin olduğum konularda dahi sessizliğini muhafaza ediyordu.

Kadın yerinde duramıyor, kıpır kıpır kıpırdıyor, benimle anlaşmasına rağmen yine de ihtirasıma cesaret verecek bir harekette bulunmuyordu. Davranışlarına kısa bir süre sonra alıştım. Bazen susar, derin bir sessizlik içine kapanırdı. O zaman doğacak olan çocuğunu düşündüğü düşüncesine kapılırdım.

Parlaklığı ve güzelliği gün geçtikçe artıyordu. Divana uzanıyor, maymunu omzundan indirmiyordu. Hayvan zaman zaman kendilerini şefkatli ve kederli gözlerle inceleyen Hunter’e dişlerini çıkararak hırlıyordu.

Bir gün Hunter evime gelerek karısı için endişe ettiğini açıkladı. Endişe içinde uzun bir zaman evvel çöreklenip duruyormuş. Mademki benim gibi iyi bir doktor arkadaşa sahipmiş ve ben evlerine sık sık girip çıkıyormuşum, karısına belli etmeden onu inceleyip nesi olduğunu anlayabilirmişim!

Zavallı Hunter!…

Ama teklifini derhal kabul ettim. Arkadaşım teşekkür etti. Bu son zamanlarda onda garip bir şeyler fark etmiyor muydum? ,

Ona sakin bir sesle karısının eşsiz bir sağlığa sahip olduğu cevabını verdim. Ama Hunter kederle başını salladı. Yorgun ve bezgin bir hali vardı.

Söylemek istediği vücut sağlığı değildi. Aksayan başka şeyler vardı. Lâkin bunu benim görmemi, fark etmemi istiyordu. Kendi görüşlerini açığa vuramayacak kadar derin bir korku içindeydi.

Onu böylesine endişelendiren, beşeri üzüntülerin en yüksek kademesine çıkaran bu «Dert» neydi? Yoksa karısının ensesinde fark ettiğim ve daima uzun elbiseler içinde sakladığı vücudunun fazla kıllı oluşuna mı üzülüyordu’?

Ama bunlar onun güzelliğine halel vermiyordu ki… Yahut ta vücudunda, gebelikten ötürü endişe edilecek başka bir kusur mu vardı? Bu da şimdiden anlaşılamazdı ki…

Bir keresinde, düşüncelerindeki gariplikten söz açtı. Sık sık asabi krizlere kapılıp birbirini tutmayan garip sözler söylediğini belirtti.

Öyle zamanlarda bir gerileme, bir basitleşme, nasıl anlatsaydı bilmiyordu…
bir “hayvanlaşma hissediyormuş onda. Sonra da vücut teşekkül atında değişik bir şişkinlik varmış ki en büyük endişesi de buymuş.

Neyse, belki de aklanıyordu. İyisi mi, bir doktor olmam dolayısı ile, bunları
benim kendi gözlerimle görüp incelemem gerekti.

Ben bu birbirini tutmayan söz ve endişelere fazla kulak asmadım. Kadın hayvani ihtiraslara fazlası ile sahip bir dişiydi. Daha doğrusu ona karşı duyduğum derin ihtiras içinde bir şeye dikkat etmemiştim ve sadece onun için böyle düşünüyordum.

Hunter’lere daha sık gitmeye başladım. Kocası ile yalnız kaldığımız süreler onunla ciddi olarak çekişirdim.

«Senin yerinde olsam hiçte endişe etmem, diyordum. Önemli bir şey yok. Buna eminim. Bununla beraber onu incelemeye devam ediyorum, üzülme.

Evet onu sinirlendiren bir şey fark ettim, bu yalan değil. Henüz ne olduğunu bilmiyorum ama kısa bir süre sonra onu da öğreneceğim. Sen şimdilik hiç üzülme.» diyordum.

Hunter bana minnetle bakarak elimi okşardı.

Bu güzel ve iri yarı dişiyle yalnız kaldığımızda artık deliliği ve edepsizliği son haddine vardırmıştım. Ona açıktan açığa aşkımı ilân ediyordum.

Elimi uzatıp kendisini okşamama izin veriyordu ama biraz daha ileri gidecek olsam sert bir şekilde itiyordu. Sözlerimi ise ilgisiz bir şekilde dinliyordu.

Hatırlayabileceğim bir kelime bile söylemiyordu.

Gittikçe büyüyen karnını gülünç elbiseler içinde saklarken o, günden güne güzelleşiyordu. Bir kadın eline benzemeyen güzel elleri ile omzundan indirmediği maymunu durmadan okşuyordu.

Günler geçtikçe çevresini saran elektrikli hava daha kesif bir hal alıyor, beni boğuyordu adeta.

Hunter karısındaki değişikliği derin bir kederle seyrediyor, bekliyordu.

Bana gelince, ona daha çok hayranlıkla bakıyor, nefes almaktan korkarak bende bekliyordum.

Bazen öyle geliyordu ki, Şaki’de bekliyor ve bir şeyler biliyordu…

Bu bekleyiş ümit kırıcı bir şeydi. Çünkü bende dahil, hiç birimiz ne beklediğimizin farkında değildik. Her gün artan sinir gerginliğinin sebebi neydi?

Bu öylesine aptalca bir bekleyişti ki, içilen sigaranın külünü tablaya silkmeyerek acaba ne zaman yere düşecek diye bütün dikkatini ona vererek beklemeye benziyordu.

Ve, maymunda bekliyordu!

Ama zannedersem, o, ne beklediğini biliyordu.

Son öğleden sonra, hastalığın belirtisini meydana koyan bir işaret göremediğim gibi… içime doğan her hangi bir kuşkuda yoktu.

Semanın hafif bulutlarla kaplı olduğu mart sonu serin günlerden biriydi. Öğleden sonra beşi biraz geçe Hunter’lere uğradım. Yemekten önce birkaç kadeh viski içmek ve biraz gevezelik etmek ihtiyacındaydım.

Hava kararmaya başlamış, yol boyunca sıralanan çıplak dallı ağaçlar gölgelerle dolmuştu. Alaca karanlıkta kapı önüne vardım. Peronun merdivenlerini çıkarken karşımda hoş bir heybetle yükselen binaya hayretle baktım. Pencerelerde ışık yoktu ve en küçük bir gürültü dışarı aksetmemekteydi. Ev on seneden beri terkedilmiş gibi sessiz ve gölgelerle kaplıydı. Allah bilir hangi düşünceyle korkmuş ve etrafı dinlemeye başlamıştım. Sonra, hafif bir ses duyar gibi oldum… Evin tepesinden gelen uzak bir gürültü. Gıcırtılı, muntazam, devamlı, bir salıncak sallantısı gibi, zayıf, ne olduğunu kesin olarak söyleyemeyeceğim bir gürültü.

Dinliyordum. Dinliyor ve bir elim kapı çıngırağı üzerinde zili çalmaktan çekinerek bekliyor ve dinliyordum.

Birden, sert bir şekilde bir felaket havası sardı etrafımı. Kendi kendime:

– Hunter ne diye öylesine endişeliydi? diye sordum. Her şeye rağmen, endişesinin muhakkak ki bir sebebi vardı. Evdeki bu sessizlik nedir acaba? Bir yandan da mantığım son bir ümitle çırpmıyor:

– Hizmetçiler her zamanki gibi bu saatte işlerini bitirerek gitmişlerdir, onlarda karı koca karanlıkta baş başa oturuyorlardır, diye söyleniyordum. Ara sıra evin tepesinden, “çatıdan gelen devamlı gıcırtıyı duyar gibi oluyor, sonrada kulaklarım ağırlaşarak bir şey işitmiyordum. Ama zihnim gittikçe berraklaşacak bütün melekelerimi kulaklarıma vermem gerektiğini anladım.

Bekledim ve yeniden akseden gıcırtıları kesin olarak duyduğuma emin, düşünmeye başladım.

Sokak kapısındaki camdan içeriye baktım. Camın arkasına asılan tül perde loş antreyi net olarak görmeme mani oluyordu. Ama evin derin sessizliği bir kalp çarpıntısı gibi anlatılması imkânsız bir düzen içinde ta yanı başıma kadar ulaşıyordu.

Derhal zili çalmaya karar verdim. Eğer zili hemen çalmazsam, karanlıklara doğru kaçıvereceğimi, çıplak yapraksız ağaçlar arkasına saklanacağımı hissediyordum.

Parmağımı olanca kuvvetimle zile bastım ve bekledim.

İçimde tarifi imkânsız bir sıkıntı vardı. Zil sesi sessizlik içinde, boş evde, bir çığlık gibi uzadı. Korku elle tutulur bir hale gelmiş, maddeleşmişti adeta. Yeniden sessizlik her yeri kapladı…

Korku içimde, bana yaklaşan kapı arkasında, büyüyor, büyüyordu…

Şimdi uzaklardan gelen gıcırtı daha da hızlanmıştı. Ama bu belki de artan kalp çarpıntılarımdı. Hangisi olduğuna pek emin değilim.

Sonra, merdivenlerden inen yumuşak ayak sesleri fark ettim. Kapı penceresi perdesi arkasında oradan oraya gidip gelen, sıçrayan, korkmuş bir kuş gölgesini andıran gölgeyle, bazı hareketler gördüm.

Sonra daha net, burnu kapı camı ile perde arasında çirkin çirkin sırıtan Şaki’yi gördüm. Şaki bana iri ve kötü bakışlı gözleri ile bakıyordu. Sonra birden bire geri çekildi ve yeniden sadece onun kıpırdayan vücudunu görür oldum.

Koskocaman ve yalnız evde, kendi başına tasasızca sıçrayıp duran bu hür mahlukun hareketlerinde tahammül edilmez bir uğursuzluk işareti vardı. Bir sinir krizi geçirmek üzere olduğumu hissediyordum….

Kapı tokmağını çevirmeye çalıştım. Kapı kilitli değildi. Mandal açıldı ve içeri girdim. Boğuk bir sesle!

– Şaki, Şaki, rahat dur! diye bağırdım.

Şaki merdiven parmaklığı kenarındaki kolona sıçradı, baş aşağı, uzun kuyruğu vücudunun yanı sıra sarkar, asıldı durdu.

Kıpırdamıyordu. Parlak gözleri ile bir bana, birde karanlık içinde yükselen merdivenlere bakıyordu. Bana işaret verir gibiydi. Çık yukarı der gibiydi….

Geniş antrede ilerledim. Şaki asılmış olduğu kolondan yere atladı. Önümden, merdivenlerden dörder dörder çıkmaya başladı. Kuyruğu yemek yemeğe koşan bir kedi gibi dikleşmişti. Her basamağı aştıkça yukarıdan gelen düzenli gıcırtının daha belirli bir şekilde kuvvetlendiğini ve sessiz eve hakim olduğunu görüyordum.

İkinci kat sahanlığına varınca Şaki koridorda önümden ilerleyerek Hunter’in oda kapısı önünde durdu…

Kapı açıktı… Dostumun cesedi tortop olmuş, çarşafları bumburuşuk, yatak üzerinde yatıyordu. Cansız gözleri açık, yüzü tavana doğru çevrikti. Bu beyaz yüz alaca karanlıkta garip bir şekilde parlıyordu. Aralık dudaklarının kenarından pıhtılaşmış koyu kara bir kan akıyordu. Burnuma ekşi tuhaf bir koku geldi.

Etrafa baktım, yerde yarı yarıya boşalmış bir zehir şişesi buldum.

Hunter’e yaklaşarak elini tuttum. Buz gibiydi eli.

– Oh Hunter! Zavallı dostum, neden bunu yaptın? diye inledim.

Yatak ucunda yerde duran Şaki zıp zıp sıçramaya başladı. «Sus Şaki» diye mırıldandım.

Şaki sıçrıyor, konuşur gibi bir şeyler söylenmeye çalışıyordu. Ona yeniden «Sus» diye bağırdım. Yukarı kattaki gürültü aynı düzen ve inatla kulaklarımı tırmalıyordu. Nabzımda ona eşit bir hızla vuruyordu.

Odanın bir köşesine konan Hunter’in golf takımı çantası gözüme ilişti. Hemen hemen hiç düşünmeden, neden yaptığımın farkında olmadan golf sopalarından birini kavradım. Sonrada odadan dışarı çıktım.

Üçüncü kat merdivenlerini çıkarken Şaki peşimden geliyordu.

Artık gürültünün nereden aksettiğine emindim. Tavan arası kapısı önüne varınca ayaklarıma bir şey takıldı. Baktım, bu uzun bir elbiseydi. Hunter’in karısının üstünde sık sık gördüğüm bol elbiselerden biri… yanında da bir çift çorap ve terlikler vardı.

Gürültü daha belirliydi artık. Boğuklaşmış bir takırtı, ağır bir yüke güçlükle tahammül eden bir tahta direk gıcırtısıydı bu…

Elimdeki sopayı daha kuvvetle sıkarak ilerledim. Tavan arası hemen hemen kapkaranlıktı. Gözlerimi kırpıştırarak ve karanlığa alıştırarak etrafıma bakıyordum. Şaki gevezelik etmeye başladı ve başka bir sesin ona cevap verdiğini işittim. Başımı kaldırınca tavan kirişlerine baş aşağı asılan ve sallanan bir gölge fark ettim. Ve, anladım…

Size Hunter’in karısının ayakları ile nasıl kirişe sarıldığını ve ritmik bir şekilde sallanarak kirişi nasıl çatırdattığını anlatmayacağım. Çünkü belki de sözlerime inanmayacaksınız.

Yalnız size şunu söyleyebilirim ki baş aşağı sallanıyordu, bacakları ve vücudu uzun tüylerle kaplıydı, maymun gibi Şaki ile gevezelik ediyordu. Kıpırdamadan uzun bir süre orada durdum ve baktım. Zira tavan arası iyice karanlıktı.

Şaşkınlığımdan şimşek gibi bir dehşetin içime dolması ile kurtuldum. Kadın
bir çocuk doğurmak üzereydi…

Yumruğum tutmakta olduğum sopa üzerinde daha büyük bir kuvvetle sıkıldı.

Tavan arasından inerek Hunter’in banyo dairesine girdim. Dolapta duran traş takımını aldım. Bir elimde yanar bir mum, diğerinde traş takımı yeniden merdivenlerden çıktım

Çok sonra, işimi bitirmiş mahzene iniyordum. Dikkatle ilerliyordum. Zira etraf çok karanlıktı. Üstelik, ellerim öylesine doluydu ki, duvarlara bile tutunmadan inmek zorundaydım.

Burada hava öylesine ılıktı ki, kazan altındaki ateşin hala sönmediğini anladım. Onu az bir emekle canlandırdım.

Ameliyatım çok dikkatli davranmama rağmen fazla uzun sürmedi. Hunter’in sırrını saklamaya ahdetmiştim. Bu aht bana kuvvet ve beceriklilik veriyordu.

Bir ucubeyi yaşatmaya ne lüzum vardı?…

Bu, hem topluma zarar, hem de zavallı Hunter’in hatırasına bir hakaret değil miydi?

Öldürdüğüm tüylü kadının karnından aldığım çocuk, daha doğrusu yavru, küçük bir şaki maymunu idi!

Onu da ilâçla öldürdükten sonra ateşte yaktım. Alevler kuvvetlendi.

Nihayet “bodrum kapağını yeniden kaldırdım ve yukarı kata çıktım. Hunter’ın traş takımını aldığım yere bıraktım. Tavan arasında yerlere akan kan lekelerini ve kıl kırpıntılarını sildim, topladım.

Sonra, polise telefon ettim.

Polis araştırmalara başladı. Kafasına golf sopası vurularak öldürülen Hunter’in karısının cesedi tavan arasında bulundu.

Hunter’in karısını tavan arasına sürükleyerek orada öldürdüğüne, sonrada odasına inerek zehir içip intihar ettiği kararına vardılar.

Polis bu cinayet ve intihara sebep neyin olacağını arıyor, bir şey bulamıyordu. Bir dostları Hunter’lerin son derece mutlu bir çift olduklarını açıklayarak işi büsbütün karıştırdı.

İlk önce akla derhal bir çılgınlık gelerek Hunter’in beyninin otopsisini yaptılar. Yine kesin bir şey elde edemediler.,

Bir cinayeti izleyen intiharlar polis için sahibi meçhul ölüler kadar sıkıcı bir olay teşkil etmezler.

Ölen ölmüş, katilde kendi cezasını kendisi vermiş bulunduğundan yapılan tahkikat fazla derin değildir.

Hunter’in oda kapısı önünde boğulmuş bulunan şakinin cesedine ise kimse aldırmadı.

Sonra, araştırma sonucu indikleri mahzende kazan altındaki ateşi bir cehennem ateşi harıyla yanar bulunca daha da büyük bir hayrete kapıldılar.

Bir kaç polis bu esrarengiz evde kısa bir araştırmada bulundu.

Kazan altındaki ateş söndüğünde, küller arasında neye ait olduğu belli olmayan kömür haline gelmiş küçük bir hayvan iskeleti bulundu.

Ve nihayet, iyice incelenen madam Hunter’in cesedinde ise, bel kemiğine yakın bir yerde ustalıkla kesilmiş bir çizgi gördüler. Ama bunun neden ve kim tarafından yapıldığı hiç bir zaman öğrenilemedi.

Arkadaşım birden bire ayağa kalktı.

– Zannedersem fazla içtim, diye mırıldandı.

Şapkasını başına geçirdi ve sallanarak odadan çıktı….

Çok sonraları, onun kusursuz bir yalancı olduğu düşüncesine kapıldım.

Siz ne dersiniz?

Acaba anlattıkları yalan mı, yoksa doğru muydu?… Bana biraz yalan gibi gözüküyor!

 

ALFRED HITCHCOCK

 

Exit mobile version