Mezar Notları XIV
Kendimi iyi görmedim.
Kendimi yeterli görmedim. Takvamın zayıflığını hissettim. Yaptıklarımın, yapamadıklarımın sıkıntısı yüzüme vurmuştu. Yüzüm bana karanlık göründü.
Sanki ölümü unutmuştum.
Sanki ben öleceğimi unutmuştum.
Neyim ben?
Kimim?
Bir fani, bir kul, bir aciz insan..
Rabbimden nasıl gafil olabilirim?
Ürperdim, sarsıldım..
Rızıkların taksim edildiğini bilmeme rağmen neredeyse fayda vermeyen emel ve arzuların ölümcül girdabına düşmek üzereymişim.
Ve ben çok azının farkında olduğum lekeli, kusurlu, kirli yanlarımın arındırılmasından kendimi uzaklarda tutmuşum.
Kur’an’ı anlamayan, İslam’ı yanlış ve eksik bilen, tevhidden uzak, cahiliyyenin yerleşip kökleştiği bu toplumda. Kur’an’la içimi temizleyip, nurlandırarak, tavırlarımı Rabbimin hükmüne göre denetleyip şekillendirerek, peygamberin tebliğ ve davet konusundaki hassasiyetlerini kavrayıp, insanın, insanlığın kurtarılması konusunda, ızdırap duymam gerekirken bu konuda gevşeklik göstermiştim.
Canımız, canlarımız sıkılır, hüzne kapılırız. Yalnızlıkta boğuluruz. Karamsarlaşırız.
Iztırap içimizi dışımızı kuşatır.
Üzülürüz.
Suskunlaşırız.
Konuşmak istemeyiz hiç kimseyle.
Hiçbir şey yapmak gelmez içimizden.
Bütün bunlar nedendir, niçindir?
Kimin için üzülüyoruz?
Bizi sıkan ne?
Niçin elimiz ayağımız bağlanır?
Eğer dertlerimiz, sıkıntılarımız Allah adına ise, halimize oturup şükredelim ve yapmamız gerektiğini kavrayıp, yapmamız gerekenleri Rabbimiz adına, hiçbir telaş, panik, korku, çekimserlik, pısırıklık, uyuşukluk, cimrilik, çıkarcılık gözetmeden, izzetle, onurla, şerefle bir Müslümanda olması gereken kişiliğe bürünerek yerine getirelim.
Tavırlarımız sözlerimizin gölgesi, en açık yansıması olmalı.
Laf, söz adamı değil, hakkı söyleyen ve yaşayan insan olmalıyız.
Etrafımızda çok görürüz konuşanları, konuştukları gibi yaşayamazlar. Yapacaklarının edebiyatı ile bir ömür tüketirler. Üzerine düşmeyen eylem ve ibadetlerin yorum, mütala ve tartışması ile, her anı bir yakut, bir inci olan kıymetli zamanlarını beyhude yere bitirirler. Sadece kendilerinin değil, çevresinde iyi niyet ile beklentide bulunan bir çok samimi insanların da zamanını ve çalışmalarını da mahfederler.
Bazıları yaptıklarını süslü görüp, heva ve heveslerini ilah edindikleri için böyle davranırlar.
Bunların bazıları cehalet ve gafletten bu konuma düşerler.
Bazılanrı tağuttan korktukları ve rahatlarının bozulmasını istemedikleri için böyle davranırlar.
Bazıları satın alınırlar bir eşya gibi, bir ayakkabı gibi bedellidirler, çıkarcıdırlar, menfaatlerinin doğrultusunda biçilen fiyata göre şekil ve renk alırlar.
Bir kısmı şahsiyetsizdir, kişilikleri siliktir.
Her eyleminde, her düşünce ve yaklaşımlarında “Acaba bu davranış, bu düşünce, bu yaklaşım Rabbimin katında nasıldır? Rabbimin hoşnutluğuna, hükmüne uygun mudur?” deyip, düşünce ve davranışlarında salih olarak, net olarak ızdırapla Allah’ın hükmünü arayan ve o hükümden karşılaştığına, can ile baş ile dört elle sarılıp, elinden geldiğince ihlasla ifa etmeye çalışan, salih insanlara ne kadar da çok ihtiyacın, özlemin duyulduğu, nazik, bulanık sorumluluklarla yüklü hazin bir ortamın içinde mezara geldim…
Doluydum…
Durulmak, dirilmek, yenilenmek, tekrar tekrar tazelenmek için oradaydım.
Mezarlar şehrin dışında, bazı yerlerde şehrin ortasında bir alandadır. Mezarlar bir sinyaldir. Mezarlar bir öte dünyanın varlığından, hesabından gafil olanlara bir ikaz, bir sirendir, bir tehlike çanıdır. İsrafil’in surunun bir yankısı duyulur mezarlarda.
Ruhları ve gönülleri dünyanın ve dünya sevgisinin toz ve kiriyle nasırlaşan insanlar, mezarın siren sesini işitmez ve Ölümün diriltici dersindeki hikmeti, nasihati anlayıp kavrayamazlar.
Yanı başında siyah boyalı cenaze arabasının geçişinde, hiçbir endişe ve hiçbir ruhi titreşimi duymayan, duyamayan insan, gaflet çukurunda katılaşan kalbiyle, donan ruhuyla hüsran denizinde boğulmuş bir ceset gibidir.
Böylesi yaşayan ölülerin arasında bulunmaktansa, zaman zaman mezarlarda olmak daha iyi oluyor.
Dünyadaki her tipin, her karakterin mezardaki son durumunu görebilirsiniz, hissedebilirsiniz. Orada gözünüz iki dünyayı da görebilir.
Ufkunuz açılır, bakışlarınız fiziki boyutları aşar. Görülmeyeni hissederek görebilirsiniz.
Ruhun gözü açılır. Kitab’ın hükümlerine bakar ve o hükümlerin örneklerini ve o hükümlerin gerçekleştiğini görürsünüz.
Hani Allah’ı ve Allah’ın hükümlerini inkar eden, Allah’a inananlara zulmeden, sadece Allah’a kul oldukları ve “Rabbimiz Allah” dedikleri için bir çok insana işkence eden ve bir çok insanı şehit eden müstekbir ve zalimler vardır. Ve bu müstekbirlerin bir kısmı hala yaşamaktadır.
Ama siz, o kibirlenen, büyüklenen , ilahlık taslayan, firavunların, müstekbirlerin kabirdeki halini, mezarda yanı başımızda görebilirsiniz.
Ölecekleri hiç akıllarına gelmeyen, peygamberlerin, inananların kendilerine haber verdiği Allah’ı ve ahireti inkar eden bu zalimler kabirdedir ve size Kitab’ınız onların sonunu haber vermektedir. Bu haberi orada görürsünüz, yaşarsınız.
Onların acı sonunu, yaşayanların da aynı acı sona doğru adım adım ilerlediğini görürsünüz.
Ve istersiniz ki içinde bulunduğunuz cahili toplumdaki müstekbir ve firavunları Allah’ın hükmüyle uyarırsınız ve istersiniz ki yaşayan insanlar bu feci akibetten ders alsınlar.
Bir insan düşünün, hem “Allah’a inandım” diyor ve hem de inandığı Allah’ın hükümlerine gücü oranında boyun eğmiyor, Allah’tan başka hüküm koyucular tanımış, onlara itaat ediyor. Hem “Allah vardır” diyor ve hem de var olan Allah’ın kendisinden istediklerini değil, Allah’ın istedikleriyle çatışan, efendisinin, nefsinin, nevasının menfaatinin isteklerini yerine getiriyor.
Hangi kişilikte insan tasavur ediyorsanız, o insanların ölüm sonrası durumunu mezarlarda seyredebilirsiniz.
Hepsi toprakta
Hepsi dünyadan maddi hiç bir şey götürememiş.
Ve hepsi Allah’ın bildirdiği bir öte dünyanın muhasebesinde,
Sanki terliyorlar…
Sanki ceza çekiyorlar…
Sanki ateşteler…
Sanki… Sanki…
Ve bir kısım insanlar vardır. İnsanlığın yüz akıdır. Toplumun karanlığında, gecesinde ay gibidirler, yıldız gibidirler. Allah için yaşarlar, Allah için severler, Allah için verirler, gayeleri Allah rızasıdır. Allah yolunda bir çok meşakkat ve eziyetlere uğramışlardır. Kanları dökülmüştür.
Onları görürsün kabirde ve onların ölmediğini, hem bu dünyada, hem de Allah katında yaşadıklarını, mutluluklarını hissedersin. Bu mezarlardan, dünya yaşantısına ilişkin pişmanlıklar ve keşkeler değil, hamd ve şükürler yükselir. Onların mezarına, onların toprağına bakan gözleriniz aydınlanır. Onların yerinde ve onlar gibi olmak istersiniz. “Bunlar gibi olmak için, bunlar gibi yaşamak gerek” dersiniz kendi kendinize.
Öleceklerini ve bu imtihan dünyasının hesabını Allah’a vereceklerini unutanlara mezardan bir diriliş, bir uyanış, bir muştu sesi götürmek istersin.
Her bir kabirden her bir insanın evine aktarılacak baharın bir bir çiçeklerini devşirirsin mezarlarda.
Ölüme karşı bakışları miyoplaşmış insanlara, ölümü uzak görmemeleri için miyop gözlükler bulursun kabirlerde.
Toplumu ve insanları düşünürken kendine bakarsın, bu bakışın objektiftir, bu bakışın gerçek bir bakıştır ve utanırsın kendinden, hay edersin durumuna, temize çıkaramazsın kendini.
Ölülerin arasındasındır, onların halini görmüşsündür, onların seslerini işitmişsindir ama sen ölmemişsindir. Tevbe kapısının kendine henüz açık olduğunu, salih eylemleri yapmaya fırsat ve zamanın var olduğunu yakinen bilirsin.
Dirilirsin
Yenilenirsin
Ve mezardan, bu umud ile dönersin hayata, bu inanç ile dönersin şehire!.
Fakat bil ki, iyi bil ki, çok çok iyi bil ki, bu dönüşünün olmayacağı gün de gelecektir!..
O gün belki de çok, çok yakındır.
Muammer Özkan