Korku Hikayeleri; Maymunun Pençesi

Korku Hikayeleri

Korku Hikayeleri; Maymunun Pençesi

  1. Kısım

Dışarıda gece ıslak ve soğuktu, ama Laburnum Villasının küçük oturma odasında kalın perdeler çekilmişti ve ateş parıldayarak yanıyordu. Baba ve oğul satrancın başındaydılar,- oyunun cesur girişimler gerektirdiğine inanan yaşlı adam şahını o denli ince ve gereksiz tehlikelere atıyordu ki, bu durum ateşin yanına oturmuş, uysalca örgü örmekte olan ak saçlı yaşlı hanımdan bile yorumlar gelmesine yol açıyordu.

Yapmış bulunduğu ölümcül yanlışı çok geç fark eden Bay White, bunu oğlunun dikkatinden saklayabilmeyi içtenlikle umut ederek, “Rüzgârı dinleyin,” dedi.

Satranç tahtasını ciddiyetle gözden geçirdikten sonra elini uzatan genç adam, “Dinliyorum,” diye yanıtladı. “Şah.”

“Onun bu gece gelebileceğini düşünemiyorum bile,” dedi babası ve eli satranç tahtasının üzerinde asılı kaldı.

“,. .ve mat,” diye tamamladı oğlu.

Bay White ani ve beklenmedik bir öfkeyle, “Böylesine uzakta oturmanın en kötü yanı da bu işte,” diye bas bas bağırmaya başladı. “Yaşanabilecek bütün rezil, çamurlu ve sapa yerlerin içinde en berbatı burası olsa gerek! Patikalar bataklıklara dönüşmüş, yollarsa sel yatağına. İnsanlar bu konuda ne diyorlar, bilemiyorum. Yol üzerinde kiralık ev sayısı sadece iki olduğuna göre fark etmeyeceğini düşünüyor olmalılar.”

Yaşlı hanım eşini avuturcasına, “Aldırma, hayatım,” dedi, “belki gelecek oyunu sen kazanırsın.”

Bay White ana oğul arasındaki anlamlı bakışmayı tam zamanında yakalayacak kadar hızlı bir göz attı. Sözcükleri dudaklarında öldü ve ağarmış, seyrek sakallarının arasında suçlu bir gülümsemeyi gizledi. Bahçe kapısı gürültüyle kapanıp, ağır adım sesleri eve yaklaşmaya başladığında, “İşte o,” dedi Herbert White.

Yaşlı adam tezcanlı bir konukseverlikle ayağa fırladı ve az sonra evin giriş kapısını açarak yeni geleni karşılayışı duyuldu. Konukları da bu hoşgeldine karşılık vermişti ve kocası, peşi sıra uzun boylu, güçlü kuvvetli, boncuk gözlü ve yanaklarından kan damlayan bir adamla odaya girdiğinde Bayan White hafifçe öksürerek, “Cık, cık,” diye mırıldandı.

Yaşlı adam eski arkadaşını tanıştırarak, “Başçavuş Morris,” dedi.

Başçavuş ana oğulla tokalaştı, sonra ateşin yanında kendisine gösterilen koltuğa oturarak ev sahibinin viski şişesiyle bardakları çıkarmasını ve ateşin üzerine küçük bakır bir çaydanlık yerleştirmesini memnuniyetle izledi.

Üçüncü bardakla birlikte emekli askerin gözleri daha bir canlı ışıldamaya başlamıştı ve çevresine dizilen küçük aile uzak diyarlardan gelen bu ziyaretçiyi içten bir ilgi ile dinlerken, koltuğunda omuzlarını dikleştirip vahşi sahnelerle dolu kahramanlıklardan, savaş ve salgınlardan, tuhaf insan topluluklarından söz etti.

Bay White başını eşine ve oğluna doğru sallayarak, “Yirmi bir yıl,” dedi. “Ardiyelerde dolaşan küçük bir yeniyetmeydi gittiğinde. Bir de şimdi bakın ona!”

“Pek yıpranmış görünmüyor,” dedi Bayan White nazikçe.

“Ben de isterdim Hindistan’a gitmeyi,” dedi yaşlı adam. “Hani bilirsiniz, sırf görmek için…”

“Olduğun yerde kalman en iyisidir,” dedi başçavuş başını iki yana sallayarak. Boşalan bardağını masanın üzerine bıraktı ve hafifçe iç çekerek başını bir kez daha salladı.

“O eski tapınakları, fakirleri ve hokkabazları görmek isterdim,” dedi yaşlı adam. “Morris, geçen gün bana bahsettiğin bir şey vardı hani, maymun pençesi mi ne?”

“Boşver,” dedi asker aceleyle. “Dinlemeye değer bir şey değildi zaten.”

“Maymun pençesi mi?” diye merakla sordu Bayan White.

Hazırlıksız yakalanan başçavuş, “Yani,” dedi, “belki tılsım olarak adlandırabileceğiniz ufak bir şey işte.”

Üç dinleyicisi de hevesle ona doğru eğilmişlerdi. Konuk boş içki bardağını dalgın dalgın dudaklarına götürdü ve sonra yerine bıraktı. Ev sahibi bardağı onun için doldurdu.

“Bakıldığında,” dedi başçavuş ceplerini karıştırarak, “mumya gibi kurumuş, sıradan, küçük bir pençe sadece.”

Cebinden çıkardığı bir nesneyi onlara doğru uzattı. Bayan White yüzünü ekşiterek geri çekildi,- ama oğlu pençeyi aldı ve merakla inceledi.

Bay White cismi oğlundan alıp, evirip çevirdikten sonra masanın üzerine bırakırken, “Peki onu bu kadar özel yapan nedir?” diye sordu.

“Yaşlı bir fakir tarafından üzerine bir büyü konulmuş,” dedi başçavuş, “çok kutsal biri tarafından. O, insanların yaşamlarını yazgının yönettiğini ve buna müdahale etmeye yeltenenlerin sonlarının keder olacağını göstermek istemişti. Öyle güçlü bir büyü yapmıştı ki, üç ayrı kişi bu pençeden üçer dilek dileyebilecekti.”

Tavrı çok etkileyiciydi ve dinleyenler hafifçe gülüşmelerin pek de yakışık almadığı duygusuna kapıldılar.

“Madem öyle, siz niçin üç dilek dilemiyorsunuz, bayım?” diye sordu kurnazca Herbert White.

Asker ona, orta yaştakilerin küstah gençliğe bakması gerektiği gibi baktı. Sonra lekeli yüzü solarak alçak sesle, “Diledim,” dedi.

“Üç dileğiniz de yerine getirildi mi?” diye sordu Bay White.

“Getirildi,” dedi başçavuş ve güçlü dişlerine kadehiyle hafif hafif vurdu.

“Peki, dileyen başkaları da oldu mu?” diye üsteledi yaşlı hanım.

“İlk sahibi üç dileğini de dilemişti. Evet…” diye geldi yanıt, “tek ikisinin neler olduğunu bilmiyorum, ama üçüncüsü ölümdü. Ben de pençeye böylelikle sahip oldum.”

Emekli asker öyle ciddi bir tonda konuşmuştu ki, küçük grubun üzerine bir sessizlik çöktü.

“Eğer dileklerinin üçünü de dilemişsen, Morris,” dedi yaşlı adam sonunda, “bu senin işine yaramaz artık. Niçin hâlâ saklıyorsun?”

Asker başını salladı. “Hava olsun diye sanırım,” dedi ağır ağır. “Onu satmak fikri aklımdan geçmedi değil, ama galiba bunu yapamayacağım. Şimdiden yeterince zarar verdi zaten. Kaldı ki, hiç kimse de satın almıyor. Bazıları bunun bir masal olduğunu düşünüyor, aklı kısmen yatanlarsa önce deneyip sonra ödemeyi öneriyorlar.”

Yaşlı adam ona hevesle bakarak, “Üç dileğin daha olsun ister miydin?” diye sordu.

“Bilemiyorum,” dedi diğeri. “Bilemiyorum.”

Emekli asker pençeyi aniden kaptı ve işaret ile başparmağı arasında sallandırarak ateşe fırlattı. Hafif bir çığlık atan White eğildi ve tılsımı ateşten aldı.

“İyisi mi, bırak yansın,” dedi asker asık yüzle.

“Eğer onu istemiyorsan, Morris,” dedi diğeri, “bana ver.”

“Vermeyeceğim,” dedi arkadaşı inatla. “Ben onu ateşe attım. Eğer saklarsan, olacaklar nedeniyle beni suçlama. Mantıklı bir adam gibi onu yine ateşe at.”

Yaşlı adam başını salladı ve yeni malını yakından inceledi. “Nasıl yapılıyor?” diye sordu.

“Onu sağ elinle kaldır ve ne dileyeceksen yüksek sesle dile,” dedi başçavuş, “ama sonuçları açısından seni uyarmalıyım.”

Bayan White kalkıp, akşam yemeği hazırlıklarına başlarken, “Binbir Gece Masalları”nı andırıyor,” dedi. “Benim dört çift kolum olmasını dilemez miydin?”

Eşi tılsımı cebinden tam çıkarmışken başçavuş yüzünde bir dehşet ifadesiyle onu kolundan yakalayınca, üçü birden kahkahalara boğuldular.

“Eğer dileyeceksen” dedi sertçe, “başka bir şey dile!”

Bay White tılsımı yine cebine soktu ve sandalyeleri yerleştirerek arkadaşına masaya geçmesini işaret etti. Tılsım akşam yemeği boyunca kısmen unutulmuştu ve sonra hep birlikte oturup askerin Hindistan serüvenlerinin ikinci kısmını da büyülenmişçesine dinlediler.

Son treni kaçırmasına ramak kalan konuklarının ardından kapıyı kapatırlarken, “Eğer maymun pençesiyle ilgili anlattığı diğer öykülerinden daha doğru çıkmazsa,” dedi Herbert, “pek bir işe yaramayacaktır.”

Bayan White eşini dikkatle gözleyerek, “Bunun için ona bir ödeme yaptın mı?” diye sordu.

Hafifçe kızaran yaşlı adam, “Çok az,” dedi. “O istemedi, ama ben ısrar ettim. Ayrıca pençeyi atmam için bana yine baskı yaptı.”

Dehşete düşmüş gibi yapan Herbert, “Külahıma anlatsın,” dedi. “Vay be; zengin, meşhur ve mutlu olacağız! Başlangıç olarak bir imparator olmayı -istesene, baba,- hem böylece annemin zulmünden de kurtulmuş olursun.”

İftiraya uğrayan Bayan White bir saç fırçasıyla peşine düştüğünde, oğlu masanın çevresinde çoktan koşmaya başlamıştı bile.

Bay White pençeyi cebinden çıkardı ve kuşkuyla gözden geçirdi. “Ne söyleyeceğimi bilmiyorum ve bu doğru,” dedi usulca. “İstediğim her şeye sahipmişim gibi geliyor bana.”

Herbert elini babasının omzuna koyarak, “Eğer evin borcunu ödeyebilseydin, daha da mutlu olmaz miydin?” diye sordu. “Eh, sen de iki yüz sterlin dile bari, bu miktar işini görecektir.”

Oğlu, kısmen açık verdiği çok ciddi bir yüz ifadesiyle annesine göz kırparak piyanonun başına geçip etkileyici birkaç nota çalarken, babası kendi safdilliğinden utanarak tılsımı kaldırdı.

“İki yüz sterlin diliyorum,” dedi tane tane.

Piyanonun çıkardığı gürültü bu sözleri layığınca selamlarken, yaşlı adamın titreyen çığlığıyla kesildi.

Yere attığı nesneye tiksintiyle bakan Bay White, “Hareket etti!” diye bağırdı. “Ben dileğimi söylerken, bir yılan gibi kıvrandı avucumda.”

Oğlu pençeyi alıp masanın üzerine bıraktı ve, “İyi de,” dedi, “ben ortada para mara göremiyorum ve iddia ederim ki hiçbir zaman da göremeyeceğim.”

Eşi yaşlı adamı endişeyle süzerek, “Sana öyle gelmiş olmalı, babası,” dedi.

Adam başını salladı. “Dert etmeyin, zararı yok, ama yine de beni oldukça sarstı.”

İki erkek pipolarını bitirirken yine hep birlikte ateşin çevresine toplandılar. Dışarıda rüzgâr her zamankinden de şiddetli esmeye başlamıştı. Yaşlı adam üst katta çarpan bir kapının gürültüsüne kulak kabarttı. Üçünün de omuzlarına, yaşlı çiftin kalkmasına dek süren alışılmadık ve iç karartıcı bir suskunluk çökmüştü.

Herbert onlara iyi geceler diledi ve babasına dönerek, “Nakit parayı yatağının tam ortasında, büyükçe bir torbaya doldurulmuş olarak bulacağını sanıyorum,” dedi, “ve bir de tünediği elbise dolabının üzerinden vurgununu cebine indirmeni seyretmekte olan korkunç bir yaratık.”

Yaşlı adam zayıflamakta olan ateşe bakarak ve alevlerin arasında korkunç suratlar görerek tek başına oturdu karanlıkta. Gördüğü son çehre o denli ürkütücü ve o denli maymunsuydu ki, ona şaşkınlık içinde bakakaldı. Görüntünün canlılığı karşısında huzursuzca gülerek masanın üzerinde alevlere serpebileceği bir bardak su arandı. Eli maymun pençesine okundu,- titreyen parmaklarını ceketine sildi ve yatmak üzere çıktı.

2. Kısım

Ertesi sabah kahvaltı masasının üzerine dökülen kış güneşinin aydınlığında kendi korkularına gülüyorlardı. Odaya önceki akşam olmayan can sıkıcı bir yavanlık çökmüştü ve kirli, buruşuk, küçük pençe hünerlerine pek de itibar edilmediğini gösterir biçimde büfenin üzerine atılıvermişti.

“Eski askerler hep aynı oluyor sanının,” dedi Bayan White. “Bizimki de ne işti ama: Böylesine palavralara kulak asmak! Bugünlerde kimin dileği yerine geliyor ki? Ayrıca, diyelim ki geldi, iki yüz sterlinin ne zararı olurdu ki, babası?”

Herbert cıvıyarak, “Gökten tam tepesine düşebilirdi,” dedi.

“Morris her şeyin öylesine doğal cereyan ettiğini söyledi ki,” dedi yaşlı adam, “eğer istersen tesadüfe de yorabiliyormuşsun.”

“İyi öyleyse,” dedi Herbert masadan kalkarken, “ben dönmeden paraya elinizi sürmeyin. Korkarım para yüzünden aç gözlü, pinti bir ihtiyara dönüşeceksin ve biz de seni reddetmek zorunda kalacağız.”

Annesi güldü ve oğlunu kapıya dek geçirerek yoldan aşağı gidişini seyretti. Kahvaltı masasına geri geldiğinde kocasının safdilliğine için için gülüyordu. Ama bütün bunlar ne postacının kapıyı çalması üzerine kapıya koşmasına, ne de gelen postanın bir terzi faturası olduğunu gördüğünde emekli ve ayyaş başçavuşlar hakkında kısa birkaç yorum mırıldanmasına engel olabildi.

Birlikte akşam yemeği için oturduklarında, “Herbert eve dönünce o eğlenceli yorumlarından birkaç tane daha yapar umarım,” dedi.

“Olabilir,” diye yanıtladı Bay White, kendine bir bardak bira doldururken,- “ama, her şey bir yana, avcumda kımıldamıştı o… Buna yemin edebilirim!”

Yaşlı kadın yatıştırıcı bir sesle, “Sen öyle sandın,” dedi.

“Öyle oldu diyorum,” diye ısrar etti diğeri. “Sanmakla bir ilgisi yok bunun,- ben tam… Ne oldu?”

Kadın yanıt vermedi. Bahçeye gidip gitmemek konusunda karar vermeye çalışıyormuşçasına gizemli hareketler yapan bir adamın gözlerini tereddüt içinde kısarak evi gözetlemesini izliyordu. Zihninin bir köşesinde yatan iki yüz sterlinin çağrışımıyla, yabancının iyi giyimli olduğunu ve gıcır gıcır ipekli bir şapka taktığını fark etmişti. Adam bahçe kapısında üç kez duraklamış ve sonra yine yürümeye başlamıştı. Dördüncü kez durakladığında elini kapıya koymuş ve ani bir kararlılıkla açarak patikadan yukarı hızla ilerlemişti. Aynı anda Bayan White da ellerini arkasına götürmüş ve iş önlüğünün bağını hızla çözerek bu yararlı giysiyi koltuk minderinin altına tıkıştırmıştı.

Oldukça huzursuz görünen yabancıyı odaya aldılar. Bay White eşine kaçamak bir bakış attı ve yaşlı hanım odanın dağınıklığıyla kocasının bahçe işleri yaparken giydiği tulumun görünüşünden dolayı özür dilerken meşgul bir edayla kulak kabarttı. Kadın daha sonra, cinsinin izin verebileceği kadar sabırla susarak adamın geliş nedenini açıklamasını bekledi, ama yabancı tuhaf biçimde sessizdi.

“Bana…” diyebildi sonunda, “uğramam söylenmişti,” ve öne eğilerek pantolonunun üzerindeki küçük bir pamuk parçasını temizledi. “Ben ‘Maw ve Maggins’ten geliyorum.”

Yaşlı hanım irkildi. “Bir sorun mu var?” dedi nefesi kesilerek. “Herbert’e bir şey mi oldu? Nedir? Nedir?”

Kocası araya girdi. “Haydi ama,” dedi aceleyle. “Şuraya otur ve kendi kendine sonuçlar çıkarmaktan vazgeç. Eminim, bayım, bize kötü haberler getirmemiş-sinizdir.” Diğer adamın gözlerine dalgın bir hüzünle bakıyordu.

“Çok üzgünüm,” diye söze girdi konukları.

Ana, çılgın gibi, “Yaralandı mı yoksa,” diye öğrenmek istedi.

Adam onaylar tarzda eğdi başını. “

Çok kötü yaralanmıştı,” dedi fısıltı gibi bir sesle, “ama artık acı duymuyor.”

“Oh, Tanrı’ya şükür!” dedi yaşlı kadın ellerini kavuşturarak. “Bunun için Tanrıya şükredelim! Bunun için…”

Verilen tesellinin altında yatan uğursuz anlam zihninde berraklaşınca aniden sustu ve karşısındakinin kaçamak bakışlarında korkularının doğrulandığını gördü.

“Makineye kapıldı,” dedi konuk sonunda.

“Makineye kapıldı,” diye yineledi Bay White sersemlemiş halde, “evet…”

Pencereden dışarı boş gözlerle bakarak oturdu ve karısının elini kendi elleri arasına alarak, kırk yıl önce ilk seviştikleri günlerdeki gibi sıktı.

Hafifçe konuklarına döndü ve, “Bize kalan sadece oydu,” dedi. “Bu çok zor..

Adam öksürdü ve kalkarak pencereye doğru usul usul yürüdü. “Firmamız bu büyük kaybınızdan dolayı duyduğunuz acıyı içtenliklikle paylaşmakta olduğumuzu iletmemi istedi,” dedi dönüp bakmadan. “Benim sadece bir görevli olduğumu ve emirleri uyguladığımı anlamanızı istiyorum.”

Sözlerine karşılık alamadı,- yaşlı kadının yüzü kireç gibi, bakışları donuk ve nefesi de duyulamayacak kadar hafifti,- kocasının yüzünde ise dostu başçavuşun ilk çatışmasına girerken suratında taşıdığına benzer bir ifade vardı. “

‘Maw ve Maggins’in herhangi bir sorumluluğu reddettiğini belirtmek zorundayım,” diye devam etti yabancı. “Hiçbir yükümlülüğü kabul etmiyorlar, ama oğlunuzun hizmetlerini göz önüne alarak size bir miktar tazminat vermek istiyorlar.”

Bay White eşinin ellerini bıraktı ve ayağa kalkarak konuğunun gözlerine dehşet içinde baktı. Kurumuş dudaklarından, “Ne kadar?” sözleri dökülebildi. “İki yüz sterlin.”

Yaşlı adam, karısından yükselen çığlığı algılamadan hafifçe gülümsedi, ellerini kör olmuşçasına ileri uzattı ve bilinçsiz bir külçe halinde olduğu yere yığıldı.

3. Kısım

Yaşlı çift ölülerini yaklaşık iki kilometre uzaklıktaki olağanüstü büyük yeni mezarlığa gömdüler ve sessizliğe bürünmüş gölgeli evlerine geri döndüler. Her şey öylesine çabuk olup bitmişti ki, sanki bir şeyler, yaşlı yüreklerinin kaldıramayacağı kadar ağır bu yükü hafifletecek bir şeyler daha olacakmışçasına, önceleri pek az kavrayabildikleri bir beklenti içine girdiler.

Ama günler gelip geçti ve beklenti yerini kabullenişe bıraktı… yaşlıların, bazen de boyun eğiş olarak yanlış şekilde adlandırılan umutsuz kabullenişine. Bazen, zorla da olsa, birbirlerine birkaç söz ediyorlardı, çünkü artık konuşacak hiçbir şeyleri kalmamıştı ve günleri keder içinde geçiyordu.

Bir hafta geçmişti ki yaşlı adam gecenin ortasında aniden uyanarak elini uzattı ve kendini yatakta yapayalnız buldu. Oda karanlığa gömülmüştü ve pencereden doğru bastırılmaya çalışılan hıçkırıklar gelmekteydi. Yatakta doğrularak dinledi.

“Geri gel,” dedi şefkatle. “Üşüyeceksin.”

“Oğlum daha çok üşüyor,” dedi yaşlı kadın ve ağlamasını sürdürdü.

Hıçkırık sesleri yaşlı babanın kulaklarında öldü. Yatak sıcaktı ve göz kapakları uykuyla ağırlaşmıştı. Karısından yükselen delice çığlık onu sıçratarak tamamen uyandırıncaya dek kesik kesik uyukladı.

Kadın bir vahşi gibi, “Pençe!” diye haykırmıştı. “Maymun pençesi!” Adam endişeyle irkildi. “Ne? Nerede? Nerede?” Kadın odanın içinde tökezleyerek ona doğru geldi. “Onu istiyorum,” dedi alçak sesle. “Atmadın onu, değil mi?”

“Oturma odasında, rafların üzerinde,” diye hayretle yanıtladı yaşlı adam. “Ama niçin?”

Kadın hem ağlıyor, hem gülüyordu ve eğilerek kocasını yanağından öptü.

“Şu anda aklıma geldi,” dedi isterik bir sesle. “Niçin bunu daha önce düşünmedim ki? Sen niçin düşünmedin?”

“Neyi düşünmedim?” diye sordu adam.

“Kalan iki dileği,” diye karşılık verdi kadın aceleyle. “Sadece bir dilek dilemiştik.”

Eşi hırçın bir sesle, “Yetmedi mi daha?” diye sordu.

“Hayır,” diye bağırdı kadın zafer sarhoşluğu içinde. “Bir dilek daha dileyeceğiz. Aşağı in ve getir onu çabuk! Oğlumuzun yeniden yaşamasını dile!”

Adam yatağında doğruldu ve titreyen elleriyle yorganı üzerinden attı. “Ulu Tanrım, sen delirmişsin!” dedi dehşet içinde.

“Getir onu,” diye soluk soluğa bağırdı kadın, “çabuk getir ve dile… Ah, oğlum, oğlum!”

Kocası kibrit çakarak bir mum yaktı. “Yatağına geri dön,” dedi tereddütle, “ne söylediğinin farkında değilsin.”

“İlk dileğimiz yerine getirilmişti,” dedi yaşlı kadın sıtmaya tutulmuşçasına, “niçin İkincisi de olmasın?”

“O bir tesadüftü,” diye kekeledi yaşlı adam.

“Git getir onu ve dile!” diye haykırdı heyecandan titreyen kadın.

Yaşlı adam döndü, eşine baktı ve boğuk bir sesle konuştu. “Oğlumuz öleli on gün oldu ve üstelik, sana söylemeyecektim ama, onu ancak giysilerinden tanıyabilmiştim. Eğer o zaman sana gösteremeyeceğim kadar kötü durumda idiyse, kimbilir şimdi nasıldır?”

“Onu geri getir,” diye bağırdı yaşlı kadın ve kocasını kapıya doğru sürükledi. “Emzirdiğim çocuğumdan korkacağımı mı sanıyorsun?”

Yaşlı adam karanlıkta alt kata indi, oturma odasını el yordamıyla buldu ve ardından da şöminenin üzerindeki rafları… Tılsım bıraktığı yerde duruyordu, henüz dile getirilmemiş dileğinin parçalanmış oğlunu o daha odadan kaçamadan önce karşısına dikeceği korkusu sardı yüreğini ve kapının yönünü şaşırdığını fark ederek nefesini tuttu. Alnında soğuk terler birikirken, masanın çevresini adımladı ve o uğursuz nesneyi avcunda tutarak kendini küçük holde buluncaya dek elleriyle duvarı karışladı.

Odaya girdiğinde, karısının yüzü bile değişmişti sanki. Beyazdı, beklenti içindeydi ve doğaüstü bir havaya bürünmüş olduğunu korkuyla fark etti. Korktu ondan!

“Dile!” diye haykırdı kadın ciğerlerinin tüm gücüyle. “Bu hem aptalca, hem de günah,” diye bocaladı adam.

“Dile!” diye yineledi eşi.

Elini kaldırdı. “Oğlumun yeniden yaşamasını diliyorum.”

Tılsımı yere düşürdü ve ona dehşetle baktı. Sonra, yaşlı kadın yanan gözlerle pencereye yürüyüp panjurları kaldırırken, titreyerek bir iskemleye çöktü.

Pencereden dışarıyı gözleyen eşinin silüetine arada bir bakarak, soğuktan üşüyünceye dek oturdu. Dibine dek yanarak porselen şamdanın kenarının altına inen mumun alevi son bir canlanmayla birlikte cızırdayarak tamamen sönünceye dek tavana ve duvarlara oynaşan gölgeler yansıtmıştı. Yaşlı adam tılsımın işe yaramamış olmasından duyduğu tarifi olanaksız bir rahatlık hissiyle yatağına döndü ve yaşlı kadın da birkaç dakika sonra sessizce ve duygusuzca yanına ilişti.

İkisi de konuşmadılar ve saatin tıkırtısını dinleyerek sessizce yattılar. Merdivenin bir tahtası gıcırdadı ve duvarların içinde bir fare koşturdu. Karanlık bunaltıcıydı ve yaşlı adam cesaretini toplamak için bir süre yattıktan sonra bir kibrit çakarak alt kata mum aramaya gitti.

Basamakların dibine vardığında kibriti söndü ve bir başkasını yakmak üzere durakladı,aynı anda zorlukla duyulabilecek kadar hafif ve usulcacık bir tıkırtı geldi ön kapıdan.

Kibritler elinden düşüp holde dağıldılar. Tıkırtı yineleninceye dek nefesini tutarak kıpırdamadan durdu. Sonra dönerek aceleyle odasına kaçtı ve kapıyı arkasından kapattı. Üçüncü bir vuruş sesi evin içinde dağıldı.

“Neydi o?” diye bağırdı yaşlı kadın irkilerek.

“Neydi o?” diye bağırdı yaşlı kadın irkilerek.

“Bir fare,” dedi yaşlı adam titrek bir sesle. “Sadece bir fare. Merdivende yanımdan geçti.”

Eşi yatakta doğrulmuş dinliyordu. Güçlü bir vuruş evin odalarında yankılandı. “Bu Herbert!” diye çığlık attı kadın.

“Bu Herbert!”

Kapıya doğru koşmak istedi, ama kocası önüne dikilmiş ve onu kolundan yakalayarak sımsıkı sarılmıştı.

Adam kaba bir fısıltıyla, “Ne yapacaksın?” diye sordu.

“Bu benim oğlum,- bu Herbert!” diye bağırdı kadın kurtulmaya çabalarken. “İki kilometre uzakta olduğunu unutmuştum. Ne diye tutuyorsun beni? Bırak! Kapıyı açmalıyım!”

“Tanrı aşkına,” diye haykırdı yaşlı adam titreyerek, “alma onu içeri!”

Kadın mücadele ederek, “Kendi oğlundan korkuyorsun,” diye bağırdı. “Bırak beni! Geliyorum, Herbert, geliyorum!”

Kapı bir daha vuruldu ve bir kere daha. Yaşlı kadın sertçe bükülerek kendini kurtardı ve odadan dışarı koştu. Kocası merdivenin başına dek peşi sıra geldi ve kadın basamakları aceleyle inerken yalvarırcasına seslendi. Büyük sürgünün şakırtısını ve kilidin yuvasından güçlükle ve yavaş yavaş çekildiğini duydu. Ardından da yaşlı kadının nefes nefese zorlanan sesini.

“Üst sürgü,” diye bağırdı kadın. “Aşağı gel. Ona yetişemiyorum.”

Ama kocası elleri ve dizleri üzerinde yere çökmüş, çılgınca pençeyi aramaktaydı. Dışarıdaki şey içeri girmeden bir bulabilseydi onu… Bir dizi vuruş evin içinde yankılandı ve eşinin kapının önüne sürüklediği sandalyenin holde çıkardığı ses duyuldu. Ağır ağır açılan sürgü gıcırdadı ve tam o anda eline gelen maymun pençesini kaldırarak üçüncü ve son dileğini diledi.

Yankıları hâlâ evin odalarını dolaşıyor olsa da, kapının vurulması kesilmişti. Sandalyenin geri çekilişini ve kapının açılışını işitti. Merdivenlerden yukarı soğuk bir rüzgâr hücum etti ve eşinden yükselen düş kırıklığına bulanmış uzun ve tiz ızdırap çığlığı ona karısının yanına ve ardından da evin girişine koşma cesareti verdi.

Yolun öte yanında ipildeyerek yanan lamba sessiz ve terk edilmiş sokağı aydınlatıyordu.

WILLIAM WYMARK JACOBS

 

Exit mobile version