Güzel Bir Hikaye: “Cemal İle Süreyya”
Küçük gecekonduların yan yana sıralandığı dar sokak sessizdi. Haziran tüm güneşini kentin ıssız semtine vurduruyordu. Kaldırımın kenarında kağıt toplayan iki çocuk bakkaldan yeni aldıkları gazozlarını yudumluyor ve aralarında konuşuyorlardı. İlk lafa giren ve diğerine göre daha sıska olan konuştu;
” Keşke elimde sihirli bir değneğim olsa da bu topladığımız kağıtların hepsini altına çevirsem”
Öteki omuz silkti. Sesi sıkıntılı ve bitkindi. Gazozundan bir yudum aldıktan sonra cevap verdi;
” Onlar masallarda olur. Şu halimize bak. Kaç yaşından beri sokaklardayız. Anamı babamı bilmiyorum bile. Ben sihirli değnek değil, sadece ekmeğin arasına peynir değilde pastırma istiyorum”
Günlerdir karınları açtı. Umudun uğramadığı semtlerinde kocaman kalplerine sığdırdıkları acılarla ekmeklerini yediler.
Akşamüstü yeryüzüne hakim olmaya başladığında ağır adımlarla arabalarını çekip, bir yıldır kaldıkları, sokağın diğer evlerinden elli metre kadar ilerdeki evlerine doğru yürümeye başladılar. Kimse onları görmüyordu. İşten yeni çıkmış devlet memuru Hasan amca, bu yıl güzel sanatları kazanan Nilay, camlarda dedikodu yapan Hafize ve Hayriye, hatta çöpleri almaya gelen görevliler bile fark etmedi onları. Hatta bazı geceler Cemal, Süreyya’ya doğuştan bir görünmezlik pelerinine sahip olduklarını ve bunu sadece bakkal Oğuz’un gördüğünü çünkü onda da aynı pelerinden olduğunu söyler dururdu. Oysa bu çocuklar ne Harry Potter izlemişti ne de yazarını tanıyorlardı. Fark edilmemeye o kadar alışmışlardı ki, dünyada sadece Süreyya kalsa Cemal’ e yeterdi.
Peki nasıl tanışmışlardı?
Soğuk bir kış gecesinde, pavyon ve meyhanelerin yoğunlukta olduğu, kentin en işlek caddesinde yürüyen kız çocuğu, sağ elinde tuttuğu sepetinin içinde ki kırmızı gülleri satmaya çalışıyor ve oldukça da üşüyordu. Ortalıkta klarnetin eşsiz melodisi dolanıyor, sarhoşlar küfürler yağdırıyor, rakılar kadehlere doluyor, buzlar rakıya karışıyordu. Bu gece herkez para harcamak, belki de bir anlık mutlu olmak için mekanları tıka basa doldurup, bu gece tüm sıkıntı ve dertlerini unutmaya uğraşıyorlardı.
Elindeki çiçek sepetini yere koyup, kaldırıma oturdu Süreyya. Sağ ve sol elini yanaklarına dayayıp, tüm bu kalabalığa baktı. Hiç kimse gül almak istemiyordu. İki saattir caddeyi bir yukarı bir aşağı arşınlamıştı. Fakat tek bir gül dahi satmayı başaramamıştı. Bu gidişle eve eli boş dönecekti. Eve eli boş dönmesi, Rıfat abinin dayağından nasibini almak demekti. Kısa bir an oturduktan sonra korkusu yorgunluktan ağır basınca tekrar doğruldu. Gürültünün ortasında bağırmaya, belki sarhoşun birine satabilirim umuduyla gezinmeyi sürdürdü.
” Kırmızı güllerim var, almak ister misiniz?”
Sesi kalabalığa vurup kayboluyordu.
Uzun boylu, siyah takım elbisesi içindeki adam küçük kızın yanına yaklaştı.
“Kaç para ? ” dedi.
Süreyya sesin geldiği yöne döndü ve gözlerinde küçük bir parıltı belirdi. Mahçup sesiyle cevapladı;
“Yirmi lira abi”
Takım elbiseli adam, içkinin de etkisiyle iyice sinirlendi.
“Yuh ulan, adam mı kazıklıyorsunuz? Tabi yılbaşı ya, her şey iki katı fiyatına dimi?”
Bağırıyor ve iki eliyle Süreyya’ yı omuzlarından tutup silkeliyordu. Küçük kız korkudan titremeye başladı. Kekeleyerek yapmaması için söyleniyor fakat adam onu duymuyordu. Sonra yanağında bir sıcaklık hissetti Süreyya. Daha sonra bir soğukluk. Bir an yerdeki kar ile göz göze geldi. Ne kadar da güzeldi. Bir ses çalındı sonraları kulağına. Daha sonra defalarca duyacağı ses çınlıyordu caddenin uğultusunda.
“Bırak ulan, bırak kızı”