Çoban Yıldızı
Önce toz ve gaz vardı. Sonra dağınık toz ve gazlar birleşe… Bu kadar geriden başlamaya gerek yok. Anlatmanın daha kolay bir yolu var. Hepiniz Pinokyo’nun hikayesini bilirsiniz. Gepetto ona bir kütükten şekil verir. Mavi Peri de Pinokyo’ya ruh verir ve hikaye başlar.
İşte bizim hikayemiz de böyle. Evren bir şeyleri, yıldızları ve gezegenleri oluşturdu. Bu oluşanların pek çoğu sıradan kuklalar gibi sadece şeklen birbirlerinden farklıydı. Bazılarının ise ruhu oldu. Bir gezegenin, Çoban Yıldınızı’nın ruhunu alma hikayesini anlatacağım size.
Hikaye onun ikiz kardeşinin içinde başlıyor. Çok uzun zaman önce, Güneş Tanrısı geceleri bir anka kuşu olur ve tapınaklarının yeterince aydınlatılıp aydınlatılmadığını kontrol ederdi. Dünyaya verdiği hayat karşılığında insanlardan beklediği buydu. Geceleri tapınaklarının en parlak yerler olması. Eğer bir ülke tapınağını yeteri kadar parlatmaz ise, Güneş Tanrısı’nın diğer yüzünü görürdü. Hayat veren tanrı, hayatı sona erdirmeyi de bilirdi. Ekinler tarlalarda kurur, kıtlık baş gösterir, çocuklar güneş çarpmasından ölürdü.
Bir ülke istila edilirse, bir şekilde bu felaketten kurtulabilirdi. Fakat bir ülkeyi Güneş istila eder ise, oradaki tüm hayat son bulana kadar toprak bile yıkımdan kurtulamazdı.
Birgün kahinler, krallarına bir çocuk müjdelediler. Öyle biri olacaktı ki, adı tüm insanlardan daha çok bilinecek ve kıyamete kadar unutulmayacaktı. Tüm erkeklerin sevineceği gibi kral da bu habere çok sevindi. Bir oğlu olacaktı ve yaşayan en büyük kral olacaktı bu çocuk. Yani, en azından bizim kral durumu böyle yorumladı ve haberi aldığı ilk günden itibaren doğum şenliklerinin hazırlanmasını emretti. Geleceğin büyük kralına, insanlığın göreceği en büyük krala yakışır bir karşılama olmalıydı.
Kehanetlerin kötü yanı çok az bilgi içermeleri ve herkesin kendisine göre yorumlayabilmesidir.
Büyük gün geldiğinde, tüm krallık şenlik meydanına toplanmıştı. Komşu kralların kendileri ya da oğulları da davetliydi. Doğuma tanıklık etmek isteyen daha niceleri şenlik alanındaydı. Hatta bazı vahşi hayvanlar bile meydanın etrafında toplanmışlardı. Sonun da gece olduğunda, beklenen şeref konuğu annesinin rahminden dışarıya doğru hareketlendiğinde, şenlik ateşi yakıldı. Daha önce dünya üzerinde hiç görülmemiş kadar büyük bir alevdi.
Bu muhteşem şenliği bozansa, geleceğin kralı olması beklenen bebek oldu. Doğum aslında sorunsuz gerçekleşti ama bir eksik vardı. Doğan çocuğun kral olmasını sağlayacak organı eksikti. Bakmayın siz tanrıça kültü masallarına, kız çocukları, hiç bir zaman istenen bebekler olmadılar.
Açıkça gülmeye cesareti olanlar açıkça, cesareti olmayanlar ise gizlice… Sonuçta herkes bu fiyaskoya güldü. Kralın bir kızı olmuştu ve tahmin edeceğiniz gibi rezil olmuş haldeydi. Yeni doğan kızını bu kadar insan arasında öldüremeyeceği için, hıncını kahinlerinden çıkardı. Onları diri diri şenlik ateşine attı. Yanan masum kahinlerin ahından mı, yoksa kralın nefretinin körüklemesinden mi bilinmez, şenlik ateşi daha da harlandı. Sanki o bile kral ile kafa buluyordu. Kafasını yerden kaldıramayan kral en kötüsünün henüz gerçekleşmediğinin farkında değildi.
Şenlik ateşi, tapınaklarda yanan ateşlerden çok daha parlaktı.
Aleni ve gizli kahkahalar şenlik ateşinin üzerine yıldırım gibi düşen anka kuşu ile kesildi. İnsanlar, alevleri içine çeken tanrıya bakakaldılar. Yakılmış en büyük ateş saniyeler içinde yok oldu. Anka kuşu geldiği gibi gitti.
Onun kadar hızlı olamasalar bile insanlar da ellerinden geldiği kadar hızlıca şenlik alanını terk ettiler. Komşu krallıktan gelenler, en hızlı atlar ile ülkelerine döndüler ve gelecek olan felaketten paçayı kurtarmak için tapınaklarındaki ateşleri parlattılar. Sıradan halk ise… Bilirsiniz, evlerinde kendi kendilerine dua ettiler.
Şenlik alanında sadece kral ve yeni doğan bebek kaldı. Ne yapacağını bilemeyen kral tüm bu musibetlerin kaynağı olarak gördüğü kızını sönmüş şenlik ateşinin küllerine yatırdı. Affedilmek için yakarmaya başladı. Bedel olarak kendi kanından geleni sunuyordu. Sanki kendisi için bir değeri varmış gibi.
Çaresizce yanmamış odunlar aradı. Ufak bir ateş yakacak kadar odun ve yağ buldu. Uğursuz bebeğini kurban etmek için yağlanmış odunların üzerine bıraktı. Tam bu sırada, Güneş Tanrısı kendisini gösterdi. Yaşsız ve cinsiyetsiz bir insan suretindeydi. Kral ile hiç ilgilenmeden yakılmaya hazırlanan bebeğe baktı.
Sadece geceleri tapınakları izlediği için daha önce hiç bir insan yavrusu görmemişti. Bu kadar ufak, çirkin ve buruşuk bir şeyin nasıl olurda şenlik vermeye değer görüldüğünü anlayamadı. Bu şey yakılmaya bile değmezdi. Kendi haline bırakılsa zaten ölüp giderdi.
Güneş Tanrısı gözlerini bebekten ayırıp onun kafir babasına baktı. Karşısında en az yeni doğmuş bir bebek kadar çaresiz olan kralın bakışlarını deldi geçti ve aklına ulaştı. Sonra tekrar alevli kanatları olan bir anka kuşuna dönüşüp kayboldu.
Kral ne yapması gerektiğini de, eğer bir daha hata yaparsa neler olacağını da biliyordu. Tanrı gözleri ile nakış işler gibi işlemişti kralın zihnini. Artık tapınak gündüzleri bile ışıldayacaktı. Geceleri ise ülkede tapınak dışında hiç bir ışık olmayacaktı. Saray bile sadece aydan ve yıldızlardan gelen ışık ile aydınlanacaktı.
Ve kurban edilmek istenen kız yaşayacaktı. Tanrının krala verdiği en büyük ceza buydu.
Babasının tüm nefretine rağmen yaşadı o kız. Konuşmayı ve yürümeyi öğrendiğinde tapınağa gönderildi. Herhangi bir çalışandan çok daha ağır koşullarda çalıştırıldı. Hakaretlerle, dayakla geçirilen bir hayat.
Kral her karanlık gecesinde kızına daha nasıl daha kötü bir hayat yaşatabileceğini düşündü. Sonunda onu rahibe ilan etti. Güneş Tanrısı’nın bakire rahibesi. Rahibelik kurumunun ilk örneği. Başka hiçbir bedensel ve ruhsal zevki olmayacak, sadece tanrısına ibadet edecekti. En ufak hatasını kendisine bedensel zarar vererek affettirmeye çalışacaktı.
Fiziksel Evren’in temel bazı yasaları vardır. Bunlardan en şaşamaz olanı her etkinin bir tepki doğurmasıdır. İşte bu basit yasa sadece fizik için geçerli değildir. Bazen ruha da yansır ve mucizeler yaratır.
Kralın kızına dayattığı çirkin hayatın etkisi, muhteşem bir güzellik olarak tepki buldu. Dünyanın en güzel, bal rengi saçları olarak. Çimenler kadar yeşil gözler olarak. En usta sanatçının, belki de bizzat tanrıların elinden çıkmış bir tabloya benzeyen ağız, burun olarak. Uzun kirpiler ve kaşlar.
Kralın nefretinin etkisi, tertemiz bir kalp olarak tepki buldu. Kendisine yapılan haksızlıklara rağmen hayatı ve yaratıkları sevebilen bir kalp. En gaddar insanlar için, hatta babası için bile kötüyü düşünemeyen bir akıl.
Ve yasaklanan tüm zevkler, içsel bir mutluluk olarak tepki buldular.
Aşk olarak.
Çobanın yolu günün sona ermeye başladığı saatlerde tapınağın önünden geçiyordu. İlk defa birbirlerini fark ettiklerinde, ikisi de gözlerinin her gün buluşmak zorunda olduğunu hissettiler. Fazlasının, bırakın dokunmayı, ses etmenin bile yasak olduğunu bilerek, her gün baktılar birbirlerine.
Onların bakışlarındaki aşkı gören insanlar ve hayvanlar daha önce hiç tanık olmadıkları bu duruma şarkılar, türküler yazmak istediler ama kralın bunu bozmasından çok korktular. Bu yüzden gördükleri ile büyülenen her canlı, gecenin bir yarısı kendisini ormana atıp aşka şarkılar söylediler. Sözler, ritim, beste ve güfte farklı olsa da aslında hepsi aynı şarkıyı söyledi. Şarkıyı duyan orman canlıları hiç görmeseler bile rahibe ve çobana büyük bir sevgi duydu. Ağaçlar bile dile geldiler, baharı bekleyemeden, kışın ortasında çiçek açtılar. Tüm ülke, hatta dünyanın büyük bölümü çoban ve rahibenin aşkı ile güzelleşti.
Kralın bir bakıma kör olmuş gözleri tüm bu güzellikleri göremedi ama Güneş Tanrısı’nın her şeyi gören gözleri bu değişimi fark etti. Kulakları söylenen şarkıyı duydu. Önce çok önemsemedi, hevestir geçer gider dedi. Dünyayı izlerken insanların gelip geçen şeylere ne kadar önem verebileceğini çok görmüştü. Sonra her geçen gece bu anormal baharın daha büyük hız ile yayıldığını fark etti. Kendine itiraf edemese de, dünyayı bu kadar değiştirebilen şeyi merak etti.
Bir gece tapınağına indi. Yıllar sonra ilk defa dünya yüzeyine iniyordu ve yine aynı insan için indiğini bilmiyordu. Kızı tapınağın ortasında mermerin üzerinde uyurken buldu. Gördüğü insanın yıllar önce yakılmaya hazır odunlar üzerinde yatarken hayatını bağışladığı bebek olduğunu anlamadı. Zaten insan denen yaratıkla onları birbirinden ayırt edecek kadar da ilgili değildi. Zaten onlara hayatı ve ölümü vermişti. İlgisi eksik kalabilirdi.
Yine de uyuyan kızı bir süre seyretti. Soğuk mermer üzerinde kıvrılmış vücudunu ve bal rengi saçlarını beğeni ile izledi. Karşısındaki zayıf canlı o kadar zarif nefes alıyordu ki, izlemek tanrı için neredeyse keyifli hale geliyordu.
Güneşi kaldırma vakti geldiğinde uçup gitti. Ertesi gece yine geldi. Bir sonraki gece de… Eğer bir tanrı olmasaydı, kızı uyandırmaktan korktuğunu düşünebilirdi. Kız uyurken onu izlemek çok keyifliydi ama ya uyandırdığı zaman işin keyfi kaçarsa? Biliyorsunuz, o bir tanrı. Hatta Güneş Tanrısı, tanrıların en kudretlisi. Herhangi bir şeyden korktuğunu kendisine bile itiraf edemeyecek olan o. Herhangi bir şey hissedeceğini…
Geceleri dünyayı değil de kızı izlemeye başladıktan sonra yok ettiği hayatları düşündü. Tapınak parlamadı diye kavurduğu ülkeleri. Acaba bu kıza benzeyen kaç kızı, kaç erkeği yok etmişti? Yok ettiklerine karşı hiç öfke hissetmemişti. İnsanların bu yıkımlara “Tanrının Öfkesi” dediğini biliyordu ama aslında ortada bir öfke yoktu. Sadece insanlar yapılması gerekeni yapmadığında, tanrı yapılması gerekeni yapıyordu. Eğer insanlar tanrıdan korkmazsa, saygı da göstermezlerdi. Tanrıya bile saygı duymayan, ondan korkmayan insanlar, dünya yaratıklarına nasıl saygı duysunlar? Ölüm enselerinde olmazsa, hayatın önemini nasıl anlasınlar? Tüm o dehşet, dünyayı yaşanır ve güzel kılmak için gerekliydi. Bu tanrının kendine verdiği görevdi.
Belki bir çoban için aşkına sadece uzaklardan izlemek yetiyordu ama tanrı için bu söz konusu olamaz. Yetmediğini anladığında kızı uyandırdı. Kız uyanıp tanrının gözlerine baktığında karşısındakinin kim olduğunu anladı. Tanrı da onun kim olduğunu. Zihinleri birlikte dans etmeye başladı.
Tanrı yıllar önce bir bebeğin hayatını bir bakıma bağışlamasının ne anlama geldiğini anladı. Tanrı bile olsa, kendi iradesi dışında bir oyun olabileceğini anladı. Acıyarak hayatını bağışladığı zayıf insan yavrusu onun kaderiydi. Güneş’in ilk ve son kraliçesi, tanrıçası olacak kadındı. Güneş yüzeyi kadar sıcak olan içi sanki daha da ısındı. Zihnindeki her şeyi kıza aktarmaya başladı.
Kız ise karşısındakinin kim olduğunu anladığında içi şükran ile doldu. Hayatın kaynağıydı karşısındaki. Özel olarak kendi hayatını kurtaran, yıllarca minnet ile tapındığı, her günbatımında yakardığı tanrısıydı. Berbat hayatına karşılık ona nefes alma, hayatı sevme gücü veren tanrısıydı. Karşısına çobanı çıkara…
Tam da çobanı düşündüğünde, tanrının aşkını hisseti. Tanrı da kızın aşkını hissetti. Bir çobana duyulan aşkın, kendi aşkına üstün olduğunu fark etti.
Çoban!
Dünya üzerinde kimsenin daha önce hissetmediği ve daha sonra da hissedemeyeceği bir dehşeti hissetti zavallı kız. Kavrulan ülkelere “Tanrının Öfkesi”nin vurmadığını anladı. Tanrının gerçek öfkesi ile yüz yüzeydi ve bir ülkeyi değil, koca gezegeni kavursa dinmeyeceğinin farkına vardı.
Çoban, ne zamandır tanrının tapınağa indiğini bilmiyordu. Onu gelişini ilk fark ettiğinde içini bir korku sardı. Her ne kadar tanrıya minnet ile sevgi duysa da, onun dünyaya inişinin hayırlı bir iş için olmayacağını düşünüyordu.Aşkı için endişelendi.
O gece tapınağa yakın durdu. Bir şey yapabilecek gücü varmış gibi, kötü bir şey olduğunda engel olabilecekmiş gibi. Hiç bir şey olmadı. Sabaha karşı tanrı tapınağı geldiği gibi terk etti. Çoban da sürüsünün başına döndü. Bir gece sonra da aynı şey yaşandı. Kötü bir şey olmasa da, çoban her gece tapınağa yakın durması gerektiğini hissetti. Tapınağın olduğu tepenin tam karşısındaki tepeden her gece endişeyle tapınağı izledi.
Sonunda bir gece emin oldu. Olmasından korktuğu her ne ise, bu gece olacaktı. Sevdiğini elinde olan her şey ile korumak için, an geldiğinde orada olmalıydı. Elinde ne olup olmadığını bile düşünmüyordu. Sadece ne olursa olsun sevdiğini korumayı denemesi gerektiğini biliyordu. İşin ucu sonsuz ac…
Tapınak sanki güneş içindeymiş gibi ışıldayıp patlamadan sadece bir an önce koşmaya başladı çoban. Neyin geldiğini anlamıştı. Bir at olsaydı, atıldığı koşudan ciğerleri patlar, yolun yarısında devrilirdi. İnsanın gücü yolun yarısına bile dayanamazdı ama çoban tüm mesafeyi dünyadaki herhangi bir canlıdan çok daha hızlı koştu. Eskiden tapınağın bulunduğu tepedeki yıkıntıya geldiğinde öfkesi hala etrafı yıkan tanrıyı gördü. Tanrının karşısında dizlerinin üzerinde dua etmeye çalışan sevdiğini.
Tanrı gelen çobanı görmeden hissetmişti. Aşkı kendisinin aşkına tercih edilen o zayıf yaratığı, her şeyi kendisine borçlu olan haini. Dönüp kendisi ile yüzleşmesi için çobanın gözlerine baktı. Bulmayı umduğu şey korkudan kendini kaybetmiş, merhamet için delice yalvaran bir zihindi. Evet, korkuyu buldu karşısında ama çoban kendi için değil, sevdiği için korkuyordu. Dimdik bakıyordu tanrının gözlerine. Elinde hiçbir şey olmadığını bildiği halde, eğer sevdiğime bir şey yaparsan seni yok ederim diyordu gözleri. Küstah!
Sadece çobanı yok edip kendisine tanrıça yapacağı kadını alıp gidebilirdi. Çobanın gözlerindeki anlamı okuyana kadar yapacağını düşündüğü şey de buydu. O bakışları gördükten sonraysa bunun yeterli olmadığını anladı. Bu açık bir meydan okumaydı. Daha önce görülmemiş bir ibret ile cezalandırılmazsa, son meydan okuma olmazdı. İnsanlar asla durmazlar. bugün aşk için, yarın evlat için… Tanrıya meydan okumaya başladıklarında Dünya için sonun zilleri çalmaya başlar. Hayır, tüm yaşama ibret olacak bir ceza gerekliydi.
Önce kadını aldı, onu uzağa, dünyanın dışına götürdü. Dünyanın ikiz kardeşi gibi olan gezegene attı. Sonra çobanı aldı, dünyadaki en yüksek dağa çıkardı. Hayatını elinden almadan, işkence etti. Bir gece, on gece, yüz gece değil. Kıyamete kadar sürecek bir işkence başladı. Dünyanın canlılarının göremeseler de bilecekleri bir işkence.
Görebilen sadece farklı gezegene götürülmüş kız olacaktı. Son güne kadar işkenceyi izleyecekti. Tanrının gerçek zalimliği buydu.
O gece insanlar tanrının gerçek öfkesine, zalimliğine tanık oldular. Gece boyunca kimse uyuyamadı. Bir daha da uyuyabileceğini düşünmedi. Tüm hayat dehşet içinde son bulmayı bekledi. Hiç bir umut olmadan, sadece sonu beklediler. Gecenin sonunda, Tanrı Güneş’i yükseltmek için işinin başına döndüğünde insanlar gökte yeni bir yıldızın parladığını gördüler.
Şimdiye kadar görünen yıldızların en parlağıydı. Gecenin sona ermesine yakın, ortaya çıkan bir yıldız. İnsanlar onun ne olduğunu, kim olduğunu bilemiyorlardı ama kalplerinde hissediyorlardı. Bu Çoban’ın Yıldızıydı. Güneş Tanrısı’nın göremeyeceği zamanda sevdiği ile bildiği tek yolla, sadece uzaktan bakarak aşkını yaşayan kızdı. İnsanlar umudu o gece onda tekrar gördüler. Bazı şeyleri engellemeye hiçbir gücün yetmeyeceğini.
Etkinin hiç beklenmeyen tepkisi. Yok edilmek istenen aşkın sonsuza kadar yaşaması.
Çok çok uzun zaman içinde gerçek hikaye unutuldu. Çoban’ın Yıldızı farklı isimler ile anıldı. Hikayesi unutulsa da insanlar ve yaşam için hep anlamlı oldu. Onun güzelliği insanları büyülemeye devam etti. Aşık olan herkesin en az bir kere içini titretti. Adı aşk ile anılan bir tanrıça olup hürmet gördüğü oldu.
Kahinler haklı çıktı. Doğan o bebek insanlarca sonsuza kadar bilindi.
Sonunda tüm hikayeler, sadece hikaye olduğunda, insanlar kendilerini güzellik ile büyüleyen gezegene daha yakından baktılar. Cehennemi andıracak kadar sıcak ve pres makinesinde eziliyor hissi verecek kadar baskı içinde olduğunu gördüler. Asit yağmurları ile tanıştılar. Anlam vermeye çalıştıkları bu “sera gazı etkisinin” nedenini sorguladılar. Nedenin karşılaştığı zalimlikle yanan bir kızın kalbinin neden olduğu ısı olduğunu düşünmediler. Asit yağmurlarının sevgili için dökülen göz yaşları olduğunu da düşünmediler. Venüs’ün bir ruhu olduğunu ve bu ruhun her gece sevdiğine yapılan işkence ile acı çektiğini akıllarına bile getirmediler. İnsanlar sadece kendileri için mantıklı nedenler aradılar. Bir şeyler buldular.
Ahmet Cenker Yaman