Metafizik Hikaye “Kara Şaman’ın Laneti”

Metafizik Hikaye

Metafizik Hikaye “Kara Şaman’ın Laneti”

Kol saatleri, terk edilmiş çocuklar gibi bakıyordu camekânın gerisinden. Kadranları vitrine yapışmış, saniye ibreleri deli bir ritim tutturmuştu. Korkunun, telaşın ve unutulmuş olmanın kısır döngüsü deviniyordu tozlanmış camlarının ardında. Ustamın öldüğü günden bu yana kapalıydı dükkan. İki ay olmuştu. Okulum sömestr tatiline girince memlekete dönmüştüm. Esnaf sessizce etrafıma toplanmış ve dükkanın anahtarını avcuma koymuştu. Ustamın vasiyetiydi bu. Yıllarca çıraklık yapmıştım ona. Benden başka kimsesi yoktu.

Kilidi çevirip kapıyı açtım. Birden, birikmiş bir heyecanla konuşmaya başladı sanki saatler. Her köşeden değişik tınılarda tik taklar yükseliyordu. Duvar saatleri yorgun sarkaçlarını sallayarak selam verdi. Gülümsedim, eğilip kibar bir reverans verdim ben de. Küçük bir çırakken bu sallanıp duran sarkaçların gelip geçene selam verdiğini düşünürdüm. Derken guguklu saatin haznesi açıldı. Emektar guguk kuşu çıkıp öttü. Kısa aralıklarla üç defa yaptı bu gösteriyi. Aynı anda gonglu saatin gongu çaldı. Bir başka saatin ahşap yuvasında kıpırtısız duran balerin kendi etrafında dönenip durdu. Saat başıydı. Camekânın içine dizilmiş kol saatlerinin kadranları kıpır kıpır dönüyordu. Ustamın boş sandalyesine baktım. Çalışma masasının gerisinde öksüz bir çocuk gibi duruyordu. Çırakken oturup büyük bir hayranlıkla ustamı izlediğim iskemleye çöktüm ve usul usul ağladım.

Anılar dört bir yandan hücum ediyordu.

Bir gün, İsviçre markalı bir kol saatinin kapağını açmış ve kadranın içinde tıkır tıkır işleyen küçücük yayları, mekanizmaları, tandemi göstermişti ustam. Tek gözüne iliştirdiği mercekli gözlükle kadrana eğilmiş ve devam etmişti:

“Zamanın kalbidir burası. Zaman, şu gözle zor görülür parçaların uyumunda soluk alıp veriyor şimdi. Zaman, eşyanın kalbine yerleşir. İnsanların da kalbine nüfuz eder. Daha ana karnındayken ulaşır bebeğe. Eşyayı küçümseme. Her nesnenin bir ruhu vardır. Şu gördüğün küçücük saat, belki benim, senin kalbin durduktan sonra da çalışmaya devam edecek. Eşya zamanın hükmünü dinler sadece. İnsan ise zamanı değerlendirir. İşte tek farkın bu. Eşyalardan farkın bu. Zamanın esiri olma. Ona şekil ver.”

Zamanın ustasıydı o. Emektar zanaatkarların tamir edemediği saatler son çare olarak ona getirilirdi. Ustam, mükemmel sabrının ve ustalığının dehasıyla umut kesilmiş saatleri bile tamir ederdi.

Dükkanında çırak olarak işe başladığımda altmışını devirmişti, fakat yaşından daha genç gösteriyordu. Kimi kimsesi yoktu. Nereden geldiği hep bir sır olarak kaldı. Her zaman bakımlı bir insandı. Hiç evlenmemişti, buna rağmen her zaman pantolonu jilet gibi ütülü olurdu. Gömleği, kış günlerinde giydiği kadife ceketi tiril tirildi.

Saatlerle uğraşmadığı tek bir an bile yoktu. Tamir ettiği saatleri ayarlarken bir kez olsun başka saatlere bakmazdı. Zamanı nasıl sayardı bilemezdim. Yemeğini çalışırken geçiştirir, çayını gayrı ihtiyarı hamlelerle içerdi. Zamanla ilgili hikayeler anlatırdı bana. İnsanlığın zamanla münasebeti, ezelden beri süren mücadelesiydi anlatılanlar. Her bir hikayenin içinde ayrı bir ders bulunurdu.

Bir süre sonra toparlanıp dükkanı süpürdüm. Toz alıp, saatlerin camını sildim. İşim bitince ustama dua edip onun sandalyesine oturdum. Masasında kapağı açılı kalmış otomatik bir kol saati vardı. Tek gözüme mercekli saatçi gözlüğünü takıp kadranın içine baktım. Saat çalışıyordu. Zemberek işliyor, kıldan ince yaylar çalışıyordu. Kapağını takıp sıkıladım. Masanın büyük çekmecesi her daim asma bir kilitle kilitli olurdu. Sarısı kararmaya başlamış bu asma kilidin açıldığını hiç görmemiştim. Bir sır vardı elbet içinde. Çıraklığım bu çekmecenin sakladığı sırrı merak etmekle geçmişti. Asma kilide uzun uzun baktım. Küçük çekmeceleri karıştırdım sonra. Kutucuklar içinde yaylar, vidalar, zemberekler vardı. Destelenmiş deri kayışlar itinayla bir tarafa dizilmişti. Ufacık tornavidalar, keskiler, çeşitli boylarda mercekli tek gözlükler çekmeceyi dolduruyordu. Köşede sedef kakmalı bir kutucuk vardı. Daha önce hiç görmemiştim. Alıp inceledim bir süre. Ustamın ellerinin sıcaklığı hala duruyordu sanki üstünde. İncitmekten korkarak usulca açtım kapağını. Kutunun içinde bir anahtar vardı. Hızlıca kapağı kapatıp sedef kakmalı kutuyu yerine koydum. Gayri ihtiyari bir hareketle yıllardır kıpırtısız duran asma kilide yeniden kaydı gözlerim. Bu anahtar büyük çekmeceyi açan anahtardı. Kalkıp adımladım dükkanı. Kafamdaki fikri dağıtmak için metal bir hazne içine istiflenmiş hurda saatleri inceledim; ama olmuyordu. Belki de çekmecenin içinde ustama ait bir şeyler vardı. Bir arzu, bir vasiyet, bir mektup…

Koşar adım gelip sedef kakmalı kutudan anahtarı aldım. Yakıcı bir nesne tutuyormuşçasına hızlı hareketlerle kilidi açtım ve usulca çekmeceyi çektim. Her şey bir Matruşka mantığıyla ilerliyordu. Çekmeceden bir tahta kutu çıktı. Kutunun üzerinde daha önce hiç görmediğim figürler vardı. Atlar, ceylanlar, bozkurtlar, giysileriyle büyücüyü andıran insanlar… El işçiliği oymaları zamanın izlerini taşıyordu. Kimi yerleri kararmıştı. Bazı noktalarından da enlemesine çatlamıştı.

Kutunun içinden kadife kumaşa sarılı bir papirüs çıktı. Türkoloji öğrencisiydim. Milli Kütüphanede örneklerini görmüştüm. İhtimal ceylan derisinden imal edilmiş bir papirüstü bu. Usulca çıkarıp katlandığı çizgilere dikkat ederek papirüsü masanın üzerine açtım. Kenarları çeşitli hayvan ve bitki figürleriyle süslenmişti. Şaman kültürünün bir eseri olduğu belliydi. Yukarıdan aşağıya Osmanlıca bir metin uzanıyordu. Ustamın hayatıma katkılarından biri de Osmanlıcaydı. İflah olmaz saatlerin üzerine eğilip de didindiği sıralarda Osmanlıca metinleri heceleye heceleye okuturdu bana. Üniversite sıralarına oturmadan çok önce Osmanlıca okuyup yazmaya başlamıştım. Metnin bazı yerleri zarar görmüştü, yazılar seçilmez haldeydi. Katlandığı noktalarda harfler birbirine karışmıştı. Yaklaşıp serlevhayı okumaya başladım. Kara Şaman’ın Laneti… Sonrasında birkaç satır silikleştiği için okunmuyordu. Okunaklı kısma geçip devam ettim:

“Kara Şaman rüzgar gibi önümden geçti.

Yer gökteydi, gökte yerde. Alnı akıtmalı, aşkın sekili doru atımın üzerinde bir küfür gibi duruyordu. Yada taşını çalmış, kara cübbeli bir şeytandı sanki. Peşi sıra kara bir yağmur dökülüyordu. Damar damar şimşekler iniyordu toprağa.

Kara cübbesi sırılsıklamdı. Heybesinde usta işi keçelere sardığı bir ferman duruyordu. Köyün yolu çamura batmıştı. Bu yol Bağdat’a kadar uzanıyordu. Bize bir masal kadar yakın, ölüm gibi uzak Bağdat…

Kara Şaman rüzgar gibi önümden geçti.

Onu nicedir bekliyordum. Kaç kez duldasına saklandığım hayıt çalılarına gelip bu anı düşlemiştim. Elimdeki kamanın kemik sapı etime işlemişti. Kaç kez üzerine atlamış, doru atımın üzerinden onu devirmiştim. Çenesinde biten hırçın sakalını ve de kel başının arkasında özenle bırakılmış saçını kana bulamıştım.

Babam Çolak Duran’ın ölümü üzerinden üç mevsim geçmişti. Babamın göğsündeki kılıç izi toprağa karışmıştı. Yüzeyi yılan nakışlı kılıç kara bir yılan gibi Kara Şaman’ın belinden sarkıyordu. O kış Rumeli’ne kızıl kar yağdı. Yılkı atları koşar iken dondu kaldı. O bahar üç başlı buzağılar doğdu. Oğlaklar, ana kucağındaki oğlanlar gibi konuştu. O yaz kara bir bulut misali çekirgeler çöktü ovaya. Tarlalarda ekin kalmadı. Ağaçlar, meyveler ve dahi sebzeler talan oldu.

Babam Çolak Duran’ın ölümü üzerinden üç mevsim geçmişti. Unutmam unutmam! Kır atı çatlayınca Kara Şaman doru atımıza el koymuştu. Ayıya karşı durmuş bir bozkurt gibi dikilmişti babam karşısında. Elleri boştu. Er gücünden başka bir şeyi yoktu.

Unutmam. Unutmam! Kara Şaman kana susamış bir sırtlan gibi sırıtmış ve kılıcını babamın göğsüne çalmıştı. Sonra doru atıma atlayıp rüzgar gibi uçmuştu. Kara Şaman rüzgar gibi önümden geçti. Alaca bir kuş gibi elimden kaçtı.

Hırsımdan böğürdüm.

Göğsümü dövdüm. Üç gün yemedim, üç gün içmedim. Giydim kurt postumu. Şaman atama, şaman dedeme dualar ettim. Toprağa ve ağaca, kurda ve kuşa seslendim. Bedenime mühürledim ruhumu. Kara Şaman ölmeden kuşlar gibi uçamayacaktı. İntikam alınmadan huzur bulmayacaktı.

Bozkırın ortasında ululanan kaba ağaca gittim. Gövdesine dokundum, rüzgarda şakıyan yapraklarını dinledim. Dört bir yana sıvanan gölgesinde uyudum. Rüyamda bozkurtun gözleriyle baktım acuna; dağlarda koşturdum, geceleri kurt gözleri gibi ışıyan yıldızların altında hasmımı aradım.

Rüyamda kaba ağacın duldasında Oğuz Ata’m dirildi. Kopuz çalıp dua edip gök gibi gürledi:

— Ilgıt ılgıt tan yelleri estiğinde, Kara Şaman derde düşmüş çakal gibi susayacak. Ulu ırmağa inip de suya varacak. Ondan önce suya düşsün cismin. Ruhu uçmadan kurt görmüş kuzgunlar gibi korksun.

Rüyamdı. Vardım atamın elin öptüm. Sırtımı sıvaladı, yüzüme hayır dualarını saldı.

Uyandığımda güneş gökten iniyordu. Oğuz Ata’mın yerinde çiçekler salınıyordu. Koca kaba ağaca dirlik diledim. Toprağa dokundum, kalın gövdesinde dolanan özsuyu dinledim.

Rüzgar gibi uçtum, gözleri karanlıkla bilenmiş şahinimi aldım. Kulağına ilençler okudum. Kara Şaman’ı anlattım, sonra pençeleriyle oğlak kapan şahinimi uçurdum göğe.”

Papirüsün katlama çizgilerindeki yazılar silikleşmişti. Kimi noktalarda yer yer liğmelenip, yırtılmıştı. Güzel, duru bir dille akan metin sekteye uğrayınca düşünmeye başladım.

Dede Korkut Hikayelerini andıran metin ilgi çekiciydi. Atadan dededen yadigar bir eser olduğu belliydi. Çekmecedeki kutuyu alıp üzerindeki figürleri yeniden inceledim sonra. Şaman figürleri ve hayat ağacı motifleri usta işi bir zanaat ürünüydü. Kutuyu yerine koyarken çekmecenin dibinde katlanmış bir kağıt gördüm. Rengi sararmış bir defter sayfasıydı. Usulca açtım ve kalbim bozuk bir saatin zembereği gibi atmaya başladı. Yazı ustama aitti:

“Unutmak zamana karşı savunmamızdır. Kalbimizde deli bir ritimle atar zaman. Bedenimiz her saniyenin devinimini hücre hücre hisseder, fakat beynimiz unutmak panzehiriyle avutur bizi. Zamanı her an, her salise fark etmek ve geçip giden ömrün zehrini biteviye idrak etmek insanı delirtir. Etimizi kemirip duran zamanı unutur beynimiz. Uyurken, yürürken, düşünürken, gülerken, konuşurken zamanın bir kılıç ağzı gibi keskin sırat köprüsünden geçtiğimizi unuturuz. Ölüm fikrine tahammül etmenin sırrıdır bu. Ben bu sırrı kaybetmiş bir meczubum. Zamanı unutmanın ilmi yok bende. Ne yaparsam yapayım unutamıyorum kelebekler gibi kırılan anların cesetlerini. Zaman alnıma bir ok gibi saplanmış. Devasa bir kadran var beynimin içinde. Sonsuz ivmeye kapılmış bir sarkaç salınıp duruyor ve zihnimi delen tik taklar kafamın içinde yankılanıp duruyor. Gün geliyor saatler bile zamanı unutuyor, ama ben unutamıyorum. Hiç şaşmayan bir saat gibiyim. Bir saat tamircisi olmamın en büyük nedeni bu. Zamanın hükmüne bıraktım kendimi. Delirmemek için zamana teslim oldum.”

Bir günlükten koparılmış bir sayfaydı belki bu. Belki de fantastik bir öykü müsveddesi. Ustamın edebiyata ilgisini biliyordum. Ara sıra küçük, kara kaplı bir deftere bir şeyler yazardı. Hesap işleri sanırdım bunu. Belki de yazma sevdasına kapılmıştı.

Zarar görmemiş kısma geçip papirüsü okumaya devam ettim.

“Üç gün yemedim, üç gün içmedim. Toprağı kokladım, yeni biçilmiş otlara dokundum. Çayır kuşlarını dinledim şafak vakti. Kara Şaman’ın kara ruhu düşmüştü suya. Gördüm, gördüm! Düştüm peşine.

Üçüncü gün gök yarıldı. Yağmur yağdı, boran oldu. Fırtına dinince semaya baktım. Gün düşmüştü, ama bir yerde kara bir bulut asılmış homurdanıyordu. Bir uçumluk mesafedeydi gördüm. Şahinim koptu, uçtu. Kara buluta varır varmaz kırıldı düştü. Bozkurt gibi uludum. Boğalar gibi soluklandım, pars olup koştum.”

Papirüsün orta yerinde yanlamasına geniş bir yara izi vardı. Yazılar okunmuyordu. Zamanın yaralarıydı bunlar. Kesici bir aletle yüzey sıyrılmıştı. Konu bütünlüğünün dağılmasında korkuyordum, ama elden gelen bir şey yoktu. Yüzyılların yorgunluğu vardı deride.

“Yere inen kara bulut koptu gitti ve gördüm onu. Kara Şaman suyun üstünde sanki uçuyordu. Ruhumu çekmek için gözlerini dikmiş uluyordu. Korktum, korkumu şamana sundum. Kibir aklın zehriydi. Yanıldı. Davrandım ve yayımı gerip tek el ok attım. Ok rüzgar gibi uçtu, şimşek gibi çaktı. Kara Şaman’ın alnına saplandı.

Öküz gibi böğürdü Şaman. Ağzından kan boşaldı, yüzü karıştı. Koşup yaklaştım. Kanlı gözleriyle gözlerime baktı. Moğolca küfretti. Kargışladı. Gördüm, gördüm! Ruhu kara bir balçık gibi akıp gitti suya. Nefesi kesildi. Son büyüsünü kustu ve bağırdı:

— Zaman, kara kaşlı kara saçlı alnında saplı kalsın! Gün olsun, gece olsun etin hep dağlansın!

Unutmam! Unutmam! Yüreğim kudurdu o an. Yapraklar sarardı, kuşlar kırıldı, ihtiyarlar yıkıldı. Her bir şeyi duydum. Gün doğdu, gece oldu. Yüreğim kudurdu, duydu. Kara Şaman’ın kargışı alnımda saplı kaldı.”

Papirüsü özenle katlayıp kutuya yerleştirdim. Çekmeceyi kapatıp kilitledim. Geriye doğru yaslandım ve düşündüm bir süre. Bu yazmayı Milli Kütüphane’ye vermeliydim, ama önce bir süre beklemeliydim. Belki bir yakını çıkıp gelirdi ustamın.

Dükkandaki saatler ihmal edilmiş olmanın isyanıyla daha fazla ses vermeye başladı sanki. Her bir yandan tik taklar yankılandı. Derken kalbim daha gürültülü atmaya başladı. Yorulmuştum. Yoğun duygular yaşamıştım. Masanın köşesinde duran kol saatini tekrar aldım. Kapağını takmıştım. Saati ayarlamak için kurma kolunu parmaklarımın arasına aldım ve topuzu çevirerek saati ayarladım: 15.20

Donup kaldım birden. Kafamı kaldırıp duvardaki saatlere baktım. Hepsi şaşmaz bir şekilde 15.20’yi gösteriyordu. Ustam gibi diğer saatlere bakmadan kol saatini ayarlamıştım. Kalbim yeniden atmaya başladı. Sokağın ucundaki ağaçtan sararan bir yaprak düştü. Bir bebek ağladı, ihtiyar bir kadın son nefesini verdi. Görmedim, ama duydum. Beynimin içinde devasa bir saat dönenip duruyordu sanki. Dükkanın her bir yanından yükselen tik taklar beynime işliyordu. Kafamı iki elimin arasına aldım. Bağırdım, derin derin nefes aldım sonra. “Kara Şaman’ın Laneti” bir zehir gibi sızmıştı ruhuma. Ustamla aynı kaderi paylaşıyordum.

Kalkıp bir solukta bozuk saatlerin bulunduğu metal haznenin yanına gittim ve zamanı yitirmiş bir kol saatini alıp tamir etmeye başladım.

Zamanın hükmüne bıraktım kendimi.

Delirmemek için zamana teslim oldum.

Murathan ÇARBOĞA

Exit mobile version