Yeni Bir Hikaye “ZAMAN AVCISI”

Yeni Bir Hikaye

Yeni Bir Hikaye “ZAMAN AVCISI”

Sıcaktan bunalmış bir halde kaldırımları saya saya gidiyordum. Yanımdan gelip geçenleri umursamadan kaldırım taşlarına bakarak yürümeye devam ettim. Şehrin can alıcı noktasında biraz duraksadım. Hafifçe başımı kaldırdım. Yorulmaya başlamıştım. Biraz soluklanacak bir yer aramak için sağa sola bakındım. Caddenin sonunda görünen kocaman salkım söğütler vardı. Oraya doğru gitmek istiyordum ki saat kulesi gözümün önünde belirdi. Hızla gelen arabaların arasından geçerek bu dev zaman göstergesinin yanına gittim. Bu kule koca bir sütun gibi karşımda duruyordu. Ne olduğunu anlamadığım bir şey, beni bu şehrin en uzun kadim zaman tanığına götürmüştü. Kendimi bir saat kulesinin dibinde oturmak için yer ararken buldum.

Uzunca bir saat kulesiydi. Koyu kahverengi taşlarla örülüydü. Taşların hepsi aynı büyüklükteydi. Taşların tepesinde, kulenin son noktasında, çatısında kurşundan levha vardı. Levhanın altında büyükçe bir çan vardı. Kulenin kocaman ahşap kapısı adeta zaman makinesinin girişi gibiydi. Sadece geriye gidebilen bir zaman makinesi… Kulenin zaman sayacında yarışan akrep ve yelkovan, anın hemen geçmişe dönüştüğünün resmiydiler. Kapının üzerinde paslanmış bir kilit vardı. O da bu zaman çarkının devinimlerinden kendine düşeni almıştı. Muhtemelen gri olan rengi artık kulenin taşlarıyla uyum içerisindeydi.

Zaman sayacını tepeden tırnağa süzdüm. Belli aralıklarla dizilen taşların aralarında yedi tane çıkıntı vardı. Bir anlam yüklemek gerekir miydi? Göğün yedi katını mı temsil ediyordu? Bilemiyordum. Karanlık merdivenleri aydınlatan yedi küçük pencere de alt alta sıralanmıştı. Bir şaheseri incelerken yorgunluğumun daha da belirginleştiğini hissediyordum. Ayaklarım artık beni taşımak istemiyordu. Biraz nefeslenmek için koca bir çınar gibi duran saat kulesinin gölgesine oturdum. Taşlar güneşi kestiği için burası oldukça serindi. Bir yandan dinlenirken diğer yandan yoldan geçenleri izliyordum. Bir asırdan daha yaşlı bu koca devin kanatları altında bir huzur iklimi, bedenimden ruhuma bütün benliğimi sarıverdi. Sırtımı yasladım ruhsuz ve soğuk görünen taş duvarlara. Gözlerimi kapatıp derince bir nefes aldım. Bir daha, bir daha… Bütün şehri içime çeker gibiydim. Bu şehirdeki geçmişimin tınılarını arıyordum aslında. Her şeye rağmen değişmeyen tek şey karşıdaki fırından gelen buram buram taze ekmek kokusuydu. O koku, zaman penceresinden bakınca geçmişin elemlerini bile özlemle yad ettiriyordu. Fırın bu kuleyle akran sayılırdı. Bu meydanın en yaşlı iki yoldaşıydılar. Biri zamandan çalıyordu diğeri damaktan.

Gözlerimi açmadan bu şehrin en büyük tanığının gölgesinde serin hülyalara daldım. Ben bir saat kulesi olsaydım, bu meydanda yaşanmışlıklara dair neleri aktarırdım? Görmeyen ve bilmeyenlere neleri haykırırdım? Gizli sevdaları aşikar ederdim. Sevdaya sevdalananların da buradan gelip geçtiğini anlatırdım. Bir gönüle nelerin sığabileceğini, tertemiz duyguların nasıl olduğunu tüm aleme duyururdum. Yüreği yaralıların hasret türkülerini dinletirdim. Hayal iklimlerinde gezerken bir koku beni kendime getirdi. Mis gibi tahinli çörek kokuyordu. Çöreğin ağır ağır yayılan kokusu bana kadar gelmişti. Bana sanki bir şeyler anlatmak istiyordu bu yandıkça yaşayan fırın. Yanarak yaşamak onun var olma kavgasıydı. Tıpkı benim gibi… Olduğum anda kalmak mı, dönüşüp değişerek geçmişe gidebilmek mi, tükenerek var olabilmek mi? Değiştirip dönüştürme evreni olan bu fırın, odunu ateşe, ateşi küle, unu hamura, hamuru ekmeğe dönüştürerek var olma savaşını hep kazanıyordu. Ne zamanki kor alevler, köz ve kül biterse bu ateş bağımlısı da o zaman yok olurdu. Asırlık zaman sayacıyla yana yana bu şehrin yaşanmışlıklarına, sevdalıklarına şahitlik yapmıştı. Ekmek almaya diye çıkan kaç gönül yangının buluşma noktası olmuştu. Belki de bana öyle geliyordu. Bu serin ve engin hülyalara dalmaya birlikte başlamak istiyormuşçasına taze pişmiş ne varsa onun buharıyla kokusunu dört bir yana yayıyordu. Fırından gelen farklı rayihalar kendini hatırlatsa da kule bu şehrin en eskisiydi. Bu mekanın asıl sahibi olduğunu çok geçmeden ortaya koydu. Saatteki çan vurmaya başladı. Çan sesi gelir gelmez irkildim. Tam kendimi bu şehrin iki eski dostu arasında bulmuşken gözlerimi açtım. Ardından on bir çan sesi daha geldi, hem de kulakları çınlatırcasına. Gün ortasındaydık. Kulenin kadim gölgesine sığınıp oturmak bana iç huzurumu buldurmuş sayılırdı. Şehrin tek büyük caddesinin kaldırım taşlarını ağır adımlarla sayarak buraya kadar gelmiştim. Kenti ikiye bölen bu cadde boyunca yürürken ne kimsenin farkındaydım ne de birisinin umurunda. Bir abide gibi şehrin göbeğinde bulunan zaman avcısı bu durumumu fark etmişçesine beni kanatlarının altına aldı. Saydığım kaldırım taşlarından sonra farkında olduğum en önemli şeydi bu kule. Bir ara salkım söğütlere gözüm ilişse de bu taştan dev bir şekilde beni zamanının girdabına alıverdi.

Sırtımdan ayaklarıma doğru bir serinlik sessizce yayılmaya başladı. Kulenin taş duvarları bütün benliğimi etkisi altına alıyordu. Sırtımı bu dilsiz tarihin taşlarına sıkıca dayadım. Ayaklarımı gövdeme doğru çektim. Hafif bağdaş kurar bir halde oturdum. Kafamı kaldırıp gözlerimi dikerek kulenin en tepesine doğru baktım. Olduğundan daha ihtişamlı görünüyordu. Çanın titreşimlerini hala hissediyordum. Tam karşımda kent meydanı vardı. Şehrin göbeğinde etrafı ağaçlarla çevrili büyük bir meydan, ruhsuz ve kocaman bir boşluğun içinde… Yanında kimsenin kalmadığı yalnızlığa mahkum bir insan gibiydi. Belli dönemler dışında kimsenin uğramadığı bu bomboş düzlüğün üst kısmında asırlık çamların altına kurulmuş bir çay bahçesi vardı. Meydandan sekiz on metre yüksek bir yerdi. Çay bahçesinin en güzel manzarası ağaçların arasından görülen saat kulesiydi. Bu kule asırlık ağaçlardan bile yüksekti.

Kulenin dibinden etrafı gözetlemeye devam ediyordum. Şehrin yaşam alanı olan yerleri bir avcı kuş edasıyla süzüyordum. İnsanları o şehre bağlayan yaşanmışlıkların bulunduğu, sevdalıkların ve ilk bakışların gerçekleştiği bu yerler beni, bana anlatıyordu. Bu kocaman meydanın bulunduğu yerde eskiden ahşap konaklar vardı. Kimisi ikişer, kimisi üçer katlıydılar. Çocukken gördüklerimi hayal meyal hatırlıyordum. Şimdi yerle yeksan olup gittikleri bu yerde yaşanmışlıkların üstünden bir silindir gibi geçen bu meydan vardı. Meydanın etrafındaki ağaçlardan bazıları o konakların bahçe sınırlarındaki ağaçlardı. Varlıktan hiçliğe giden bir halin yansımasıydı bu meydan. Kimler, o konaklarda neleri yaşamıştı? Onlar da bu zaman avcısına sığınıp benim gibi bir arayış içinde olmuşlar mıydı? Belki.

Gözlerimi tekrar kapattım. Kendimi hiçliğimin kollarına bırakırcasına yaslandım geriye doğru. Aslında hiçliğin boşluğuna düşmeye de burada başlamıştım. Onu ilk gördüğüm yer bu saat kulesinin yanıydı. Karlı bir kış günüydü. Zamanın buz kestiği bir yerdi burası. Zaman avcısına aklar düşmüştü. O da elleri lacivert paltosunun cebinde kulenin kar beyaza bürünmüşlüğüne hayran hayran bakıyordu. O, kuleyi ben de onu izliyordum. Bu şehrin en kadim tanığı bu anlara eşlik ediyordu. İç sesimle konuşmayı bir anlığına bıraktım. Geçmişin hüzünle buruşmuş sayfalarını tekrar tekrar açmanın bir anlamı yoktu. Ömrümün bu kentte törpülenmesini gören zaman avcısının iç sesini duyar gibi oldum. Taşlar dile gelmiş, sanki kulağıma bir şeyler fısıldıyordu. Kapalı olan gözlerimi daha da sıkıca bastırdım. Bu hülyadan uyanmak istemiyordum. Bakalım bu koca dev bana neler anlatacaktı? Kulenin taşları içimden ne geçirsem onu duyar gibiydi. Bir film izler gibiydim. Zaman avcısının gözünden geçmişte yolculuğa başladım. Eski konakların onun en eski dostları olduklarından başladı anlatmaya. Gün doğumundan gün batımına kadar aynı kaderi paylaşmışlar. O döneme doğru götürdü beni.

Konağın insanları günün ilk ışıklarıyla uyandılar. Konağın avlusunu ve çevresini temizlediler. Konağın sahiplerinden çalışanlarına, yaşlılarından çocuklarına herkes aynı anda uyandılar. Bir nefeslik ömrün gelip geçiciliğini anlamışçasına günün aydınlığında yaşamak üzere uyanmış gibiydiler. Herkes bir işin ucundan tutuyordu. Kulenin bakıcısı da bu konaklardan birinde çalışıyordu. Sabah uyanır uyanmaz kulenin ahşap kapısındaki kocaman kilidi beline bağlı oğlan anahtarla açar, kulenin içindeki kıvrımlı taş basamaklardan döne döne yukarı çıkardı. Zamanın yoldaşları akreple yelkovanın yolculuğunda bir sorun olup olmadığına bakardı. Eski ama her gün yıkadığı paçavra bir kumaş parçasıyla tıkır tıkır sesler çıkaran çarkların tozunu almayı asla unutmazdı. Zamanın tozlar arasında durup kaybolmasına izin vermiyordu.

Zamanın tozunu alan genç adamın babası Aziz Efendi de hem konakta çalışır hem de saat kulesinin bakıcılığını yapardı. Zaman da babadan oğula miras kalmıştı. Sokağın köşesindeki konakta yaşıyorlardı Aziz Efendi ve oğlu. Şimdiki meydanın olduğu bu alanda üç büyük konak vardı. Kulenin hemen yanındaki konağın genç kızı ve kulenin bakıcısı genç, sabahın ilk ışıklarının aydınlattığı bir seher vaktinde aşık olmuşlardı. Zaman ağacı da sayılan kule, bu sevdaya tanık olmuştu. Konaklar da sevdalıkları da tarihin karanlık sayfalarında yok olup gittiler.

Yanarak yaşayan ateş evi yine kendini hatırlattı. Fırında çeşit çeşit börekler, çörekler, pastalar,  poğaçalar sırasıyla pişerdi. Sıra simit ve poğaçaya gelmişti. Kavrulmuş susam kokusu yayılmaya başladı bütün caddeye. Köşe başındaki bu asırlık fırından gelen enfes kokulara kapılıp gitmiştim. İlk defa bir kış günü kulenin dibinde gördüğüm lacivert paltolu güzel kızı, ikinci kez bu fırında görmüştüm. Bir ramazan günü iftara yakın bir saatte pide kuyruğunda beklerken iki sıra önümdeydi. Bu sıra hiç bitmesin, pideler hiç pişmesin, iftarın habercisi o top hiç patlamasın istiyordum. Uzun saplı, geniş ağızlı küreğiyle fırına sürekli pide atan fırıncının yerine geçmeliydim. Zamanı fırıncının küreğine koyup fırında yakarak bu an dışında kalan bütün zamanı yok etme hayalim devam ediyordu. Gözlerim kapalı olsa da geçmişe ve bu meydana dair yaşanmışlıkları görebiliyordum.

Kulenin iç sesi daha fazla o günlerde kalmama müsaade etmedi. Kendisi de özlediği o günlere gitmek istiyordu. Giderken de gittiği her yere beni de beraberinde sürüklüyordu. Zaman yolculuğumuza fırından başladık. Fırın bugünkü yerindeydi. Nerdeyse aynı halde duruyordu. Şu an etrafını saran kocaman beton yığınlarına inat köşeyi kimseye kaptırmamıştı. Fırının yanında o dönemlerde şekerciler, peynirciler, yüncüler, yorgancılar, semerciler, kasaplar, küçük ama nefis lezzetler sunan lokantalar yan yana aynı evin çocukları gibi diziliydiler. Şimdiyse silueti değişmiş bu şehirde o günlerin tanığı bu iki eski dost kalmıştı. Geçmişin bu yaşlı tanıkları, ilk gençliğini özleyen ihtiyarlar gibiydi.

Bilinmezliklerin içinde savrulmaya başlamıştım. Film kopmuştu bir anda. Gözlerimi yine açamadım. Şehrin kayıp mazisinden içeri girmiştim bir kere. Geçmişin boşluğunda, yaşamın acımasızlığında kaybolup gidenleri görmeye çalışıyordum. Bu hazin yolculukta kendimi arıyordum. Sırtımı yasladığım dağ gibi zaman avcısı beni bu hayallerin peşinden götürebilirdi. İnsanın şu kısacık ömründe bir anlık huzuru bulduğu yerlerin silinip gitmesi ne kadar acı bir durumdu. Önce mekanlar, ardından yaşanmışlıklar kaybolup gidiyordu. Ne mekana tutunabiliyordum ne de zamanı durdurabiliyordum. Üzerine su dökülmüş fotoğraf gibiydim. Bir kısmı yok olmuş, hiçbir albüme, hiçbir çerçeveye konmayacak olsa da başucu kitabı olarak görülen bütün romanların da vazgeçilemeyen ayracı olarak kalabilecek bir fotoğraf.

Kulenin tam karşısındaki konak camından bakan bir kız gördüm. Anlaşılan şerit sarmaya devam ediyordu. Film kopmamıştı. Köşedeki konağın geniş ve iki kanatlı kapısı sonuna kadar aralandı. Siyah bir çizme kapıdan dışarı çıktı. Kapıyı bol gacır gucurlu sesler çıkartarak kapattı. Saat kulesine doğru yöneldi. Belindeki kocaman anahtarı çıkardı. Anahtar parlıyordu. Ne bir pas vardı ne de bir leke. Kapıdaki kilidi açtı. Kilidin rengi gerçekten de griymiş, dedim kendi kendime. Kapıyı hemen açmadı. Yavaş hareket ediyordu. Yönünü tam karşımdaki konağa doğru döndü. Konağın camından bakan kız kule kapısındaki uzun boylu delikanlıya bakıyordu. Camda görünme nedeni de kapının kilidinin yavaş yavaş çıkarılmasının hikmeti de belli olmuştu. Çok geçmeden kapı açıldı. Delikanlı tıpkı konağın kapısı gibi bu kapıyı da kapattı. Ağır ağır kulenin tepesine doğru çıkıyordu. Ayak sesleri önce azalmaya sonra da duyulmamaya başladı.

Derinlerden ruhumu okşamaya başlayan hoş bir nameyle irkildim. Gözlerimi açıp açmamakta tereddüt ettim. Hayatın gerçekliğinde mi, hayalin serkeşliğinde miydim? Bu sorunun cevabını arıyordum. Güzel bir ses, yaşadığım bu şehrin ağız özelliklerini de yansıtarak şu nameleri söylüyordu:

Yüce dağ başında biter ot olur

Sevdaya yelenin aklı kıt olur

Bir güzel de sevdiğinden ayrılsa

Ölene dek yüreğine dert olur

Türkünün sözleri de söyleyeni de beni etkilemişti. Fırının karşısından, caddenin diğer köşesinden gelen sese doğru yöneldim. Çok derinden söylüyordu bu türküyü, hem de her sözünü yaşarmışçasına. Gözlerimi açmadan sesin geldiği yöne dönüp biraz bekledim. Köşedeki dükkan eskiden çalgıcıların bulunduğu ufak bir kıraathaneydi. Çıraklar ustalardan bağlama, cümbüş, keman gibi birçok çalgıyı çalmayı öğrenirdi. Bir çeşit müzik okuluydu burası. Tamamen doğaçlama bir okuldu, aynı yaşadıkları hayat gibi. Şimdi ise burası sadece kahvehane. Şu anda mıyım, geçmiş zamanın kuytusunda mıyım? Bilemiyordum. Cesaret edip gözlerimi açamadım. Bugüne dönmekten korkuyordum.

Gözlerimi açtım. Ne güzel bir ses ne de hoş namelere eşlik eden bir çalgıcı vardı. Caddenin karşısındaki kahvede insanlar bir yandan çaylarını yudumluyor, diğer yandan oyunlarını oynuyorlardı. Buranın büyüsü bozulmuştu. Efsunlu geçmişe yolculuk sona erdi. Bağdaş kurarak oturduğum yerden yavaşça kalktım. Ona teşekkür mahiyetinde önünde hafifçe eğildim. Fırın tarafına geçtim. Fırıncı küreğine yine bir şeyler koymuştu. Zamanı yine küreğe koyup yakamadan yürüdüm. Kahvenin önünden olabildiğince yavaş geçmeye çalıştım. Bir türkü tutturan olurdu belki. Ezgisinin tınılarıyla beni kendime getirecek bir türkü…

Adımlarımı hızlandırmaya başladım. Cadde bitti. Şehrin en büyük yapısı olan Büyük Cami ve caminin girişindeki tarihi çeşmeye geldim. Çeşmenin soğuk suyundan avucumu dayayıp kana kana içtim. Değişmeyen tatlardan biri de bu çeşmenin suyuydu. Yol ikiye ayrılıyordu. Çeşmeye, yüreği yanıklara su verdiği için teşekkür ettim. Birkaç adım attıktan sonra minarelerden gelen ezan sesiyle irkildim. Günün bitimine nasıl geldiğimi anlayamadım. Zaman avcısı bu günü de avlamıştı. Yeni yanan sokak lambalarının yarı aydınlığında yürüyordum. Şehrin kaybolan yüzleri gibi son sokak lambasını geçene kadar yürüdüm. Şehrin son evleri de geride kalmıştı. Karanlığın en kara noktasında durdum. Artık bu şehirde bulamadığım yaşanmışlıklarımı geride bırakıp karanlığın
dehlizlerinde kaybolmak istiyordum.

ŞÜKRÜ ÜNALAN

Exit mobile version