Kısa Bir Gerilim Hikayesi “DÖRT DÖRTLÜK CİNAYET”
“Anlaşıldı. İçinizden bir yazar, bir şair asla çıkmayacak. Ama öyle görünüyor ki çok sayıda Oblomov çıkacak…”
Hocanın ne demek istediğini anlamıştık. Başlarımızı öne eğdik. Hoca devam etti:
“…Bari bir yazarla tanışın da burada geçirdiğiniz dört yıl bir işe yarasın.”
Öteberisini topladı. Sırtını dönüp kapıya yöneldi.
“Hangi yazar hocam?” diye bağrıştık. Başını çevirmeden;
“Siteye bakın” dedi, “orada yazıyor.”
Çıktı gitti. Kimi öğrenciler hemen akıllı telefonlarına sarıldılar. Feyyaz’a baktım, o hiç bir şey olmamış, hocanın öfkesini üzerimize çeken fikir sanki kendisinden çıkmamış gibi, boş boş etrafına bakınıyor, öylece sırıtıyordu.
Her şey hocamızın sınav yerine geçmek üzere bize bir ödev vermesiyle başlamıştı. Ödevin konusu “kişilik tasviri” idi. Gerçek ya da hayali bir kişiyi ele alacak, onun ruh ve kişilik özelliklerini kâğıda dökecektik. Okumayı, edebiyatı bir angarya olarak gören bizler için kolay bir iş değildi bu. Hadi okumayı sevmiyorduk da, ya diğerleri? Bugün öğrenci kimliğimizde Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi yazıyorsa bunun nedeni, içinde rakam olan derslerden de nefret etmemizdi. İte kaka bu fakülteye kapağı atmış, böylece liseden sonraki dört yılımızı bir biçimde kurtarmıştık. Ama hepsi bu kadardı, ne bir idealimiz, ne de bir umudumuz vardı. Son sınıfa gelmiştik ama mezun olduktan sonra ne yapacağımızı bilmiyorduk. Öğretmenlik formasyonu alanlar şanslıydı, atanabilirlerse öğretmenlik yapacaklardı, peki ya bizler? Puanı düşükler, tembeller? Hoca galiba haklıydı. Ama ne yaparsınız ki tembellik insanın doğasında olan bir şeydi. Eskiden ellerimizle yaptığımız işleri bugün makineler yapıyorsa bu, insanın çalışmayı sevmediğini göstermez mi? Zaman zaman, insanın yaşamını kolaylaştıran parlak fikirler, devir açıp devir kapatan icatlar acaba tembellere ait olabilir mi diye düşünmüşümdür. Öyle ya, icat ihtiyaçtan doğar, derler. Nitekim en tembelimiz Feyyaz bu düşüncemi haklı çıkarmıştı.
Feyyaz’ın ne yaptığına gelince… Çok soğuk bir kış günüydü, iki günden beri Ankara’da beyaz ve siyahtan başka renk bırakmayan kar, gecenin dondurucu ayazını da yemiş, caddeler, kaldırımlar buz pistine dönmüştü. Böyle bir havada kimse dışarı çıkıp kolunu bacağını kırmak istemediğinden, öğrenciler Dikimevi Yurdu’nun soğuk kantinini tıka basa doldurmuştu. Feyyaz’la ben bir köşede miskin miskin oturmuş, tasvir ödevini düşünüyorduk. Ödevi ertesi gün hocaya teslim etmemiz gerekiyordu ve biz daha kalem oynatmamıştık. Feyyaz cam kenarında, kayıtsız hareketlerle, nefeslerimizin buğuladığı camları parmağıyla silerek küçük delikler açıyor, buz tutmuş bahçeye bakıyordu. Ne olduysa birdenbire ayağa kalktı, cama bir şeyler yazmaya başladı. İşini bitirdiğinde camda kocaman harflerle “Oblomov” yazıyordu. Ben yazıyı görür görmez;
“Evet” dedim, “hepimiz Oblomov’uz.”
Durumumuzu özetleyen bundan başka bir kelime bulunamazdı. Dört yıllık fakülte hayatımızda hocalarımız beyinlerimize bir sürü kitap, bir dolu yazar ismi sokuşturmaya çalışmış, ancak bizler bunları sınav gününe kadar ezberlemiş, sonra da unutmuştuk. Ama nedense “Oblomov”u unutmamıştık, İvan Gonçarov’un bu tembel, uyuşuk karakterini aramızda adeta yaşatmıştık. Belki de genel durumumuza uyduğu, çoğu halleri bize benzediği için…
Ama Feyyaz o gün başka bir şey söylüyordu:
“Oblomov karakterini tasvir edelim!”
Çıkıştım:
“Oğlum, adam yıllar önce tasvir etmiş zaten. Biz neyini tasvir edeceğiz?”
Feyyaz kendinden emindi.
“Uyarlayacağız” dedi.
Bir şey anlamayarak yüzüne baktım. Feyyaz devam etti.
“Kitapta ‘Oblomov’un Rüyası’ diye bir bölüm var. Eleştirmenlere göre bu bölümde yazarın tasvir gücü doruğa çıkmış.”
Meraklanmıştım.
“Eee?”
“Demem o ki, Oblomov yerine Türkçe bir isim bulacağız. Mesela ben ‘Abidin’ diye çevireceğim. Mekân isimlerini de Türkiye’deki mekânlarla değiştirdik mi, tamamdır.”
İyi fikirdi. Zafer Çarşısı’na gidip kitabı satın aldık. Kitabın Oblomov’un Rüyası adlı bölümü tam tamına kırk altı sayfa tutuyordu. Burada her ödeve yetecek kadar tasvir vardı. Sayfaları paylaştık. Ben Oblomov’u ses uyumuna uydurarak “Ablamın Oğlu” olarak değiştirdim. Kopyala, yapıştır türünden, kendimizi fazla yormadan yaptığımız ufacık bir çalışmadan sonra ödevimizi tamamladık ve gününde hocaya teslim ettik.
Aradan bir hafta geçmişti ki, ödev notlarımız internet sitesinde yayınlandı. Sınıfta sadece iki öğrenci dört üzerinden dört almıştı; Feyyaz ve ben… Hoca ilk dersinde ödev kâğıtlarımızı sınıfa getirmiş ve şaşkınlığını gizlemeyerek;
“Aferin çocuklar” demişti. “Doğrusu beklemiyordum. Ama yok böyle bir tasvir. Demek ki neymiş?”
Hocanın dilinden hiç düşürmediği sözü tüm sınıf birlikte haykırmıştı:
“Kanatlarımızı açmak gerekiyormuş!”
Sonra ödevlerimizden seçtiği bazı tasvirleri coşkuyla okumuş ve verdiği emeklerin karşılığını sonunda almış bir eğitimci olarak sınıfa seslenmişti:
“Çocuklar açın kanatlarınızı! Ne demişler; açılmamış kanatların büyüklüğü belli olmaz.”
Bizdeki kasılmayı görmeliydiniz… Sevinçten uçuyorduk, kanatlarımız açılmıştı bir defa; saklayamadığımız bir böbürlenmeyle göğsümüzü kabarta kabarta dolanıyorduk. İyice havaya giren Feyyaz “artık bir roman da biz yazmalıyız.” diyerek hazırlıklara başlamıştı.
Ama sevincimiz uzun sürmedi. Bir gün hoca kıpkırmızı olmuş bir yüzle sınıfa geldi.
“Ablamın Oğlu!” diye bağırdı. Bir şeyler olacağını sezmiş gibi kulaklarıma kadar kızardığımı hissettim. Herkes şaşkın gözlerle bir hocaya bir de bana bakıyordu. Hoca devam etti:
“Aferin Ahmet! Oblomov’u ‘Ablamın Oğlu’ diye çevirmek harika bir buluş! Ama bir şeyi merak ettim…”
Hoca kendini daha fazla tutamayarak sinirli sinirli güldü:
“Ablanın oğlu Moskova’da mı yaşıyor?”
Sınıfta bir kahkaha yükseldi. Hoca büsbütün köpürmüştü. Kürsüye vurdu:
“Susun! Bir intihali (İntihal: Aşırma ) bile doğru dürüst yapamıyorsunuz.”
Feyyaz ve ben adeta yerin dibine girmiştik. Ah sersem kafam, ah dikkatsiz kafam! Uyarlama yaparken her şeyi değiştirmiş ama Moskova’yı Ankara yapmayı unutmuştum! Ama işin asıl tuhaf olan yanı, hocanın da bunu ilk başta fark edememiş olmasıydı.
Hoca sınıftan çıkarken başını sallamış ve bize gözdağı vermeyi ihmal etmemişti:
“Ben size yapacağımı bilirim!”
İşin iç yüzünü bir hafta sonra öğrendik. Hoca bir değerlendirme toplantısında ödevlerimizi diğer öğretim üyelerine de okumuş ve “Söylesenize, böyle dört dörtlük tasvirleri benim diyen hangi yazar yazabilir? Göreceksiniz, bu okuldan çok ünlü bir yazar çıkacak!” diye böbürlenmişti. Onu dinleyen genç bir yardımcı doçent düşünceli düşünceli ayağa kalkmış ve “Hocam, bu okuduklarınız bana hiç de yabancı gelmedi ama!” diyerek, hiç üşenmeden gidip çekmecesinden İvan Gonçarov’un kitabını almış ve ona göstermişti.
Doğrusu kimse o durumda Meftun hocanın yerinde olmak istemezdi. Aldatıldığına mı yansın, yılların edebiyatçısı olarak çok bilinen klasik bir eserden bihaber olduğunun anlaşılmasına mı, kendisinden kıdemsiz meslektaşları arasında küçük düşmesine mi…
Böylece Meftun hoca, “Ben yandım, onlar da yanacak.” diyerek bize diş bilemeye başladı ve bizimle ilişkisini hoca– öğrenci düzeyinden tamirci– çırak düzeyine indirdi. Her fırsatta bazen açık, bazen ince alaylarla bize dokunduruyor, işin kötüsü, notdağı tımında bize oldukça cimri davranıyordu.
Ama bu böyle süremezdi; böyle giderse yıl sonunda mezun olmamız tehlikeye girerdi. Hocaya kendimizi affettirmekten başka çaremiz yoktu. Onun dersinden kalakala iki sınav kalmıştı; bunlardan ilki, hocanın yine ara sınav yerine geçmek üzere planladığı “yazarlarla mülakat” ödeviydi. Bu ödevden yüksek not almamız şarttı.
“Yazarlarla mülakat” ödevinde de hoca hep yaptığı gibi sınıftaki öğrencileri ikişerli ve üçerli gruplara ayırmış, bunu yaparken de biz iki kafadarı; Feyyaz ve beni gene aynı grupta toplamıştı. Her grup Ankara’da yaşayan bazı yazarları evlerinde ziyaret edecek, eserleri hakkında onlara sorular soracak ve aldıkları yanıtları bir röportaj formatında kâğıda dökecekti.
Hocanın bizi hepten gözden çıkardığı, bizim yapacağımız röportajdan hiçbir beklentisinin olmadığı kolayca anlaşılıyordu. Öyle ki, hoca diğer gruplara Mustafa Kutlu, Cemal Şakar, Rasim Özdenören gibi ülkemizin tanınmış öykücüleriyle görüşmeler ayarladığı halde bize uygun gördüğü yazar, o günedek adını duymadığımız Nimet Karaca adında biriydi. Bilgisayarda arama motoruna Nimet Karaca diye yazdık. Kadıncağızın sadece, Ölüm Kapıda Bekliyor adında, yıllar önce basılmış bir romanı ile korku ve gerilim türünde yazdığı birkaç öyküsü vardı. İnternette etraflıca yaptığımız bir araştırmadan sonra onun bir yerel gazetede bulmaca köşesi hazırladığını, arada bir makale yazdığını öğrendik.
Hoca gruplara, görüşecekleri yazarların adreslerini, görüşme gün ve saatlerini bildirmiş, görüşmeye giderken o yazarın en az bir eserini imzalatmak üzere yanımızda götürmemizi öğütlemişti. Biz de hocanın bu tavsiyesine uyarak Ölüm Kapıda Bekliyor’u aramak üzere, bir Cumartesi günü doğruca Zafer Çarşısı’na gittik. Nerdeyse tüm kitapçıları dolaştık ama kitabı bulamadık. Son görüştüğümüz yaşlı kitapçı, boşuna buralarda oyalanmamamızı, bu türden eski kitapları ancak Adil Han’daki ikinci el kitapçılarda bulabileceğimizi söyledi. Adil Han yakındı, orada da epey raf karıştırdık, sorduk soruşturduk ama yoktu, ne Nimet Karaca’yı ne de onun Ölüm Kapıda Bekliyor adında bir kitabını tanıyan vardı. Saat üçe gelmek üzereydi, görüşme saat dörtteydi ve vaktimiz daralıyordu. Umudumuzu yitirmiş halde tam binadan çıkmak üzereyken, dip köşedeki bir dükkânın önünde, duvar dibinde sıralanmış eski kitaplar gözüme ilişti. Kitapların dışarıya korunaksız biçimde (çünkü onları Ankara’nın kar ve yağmurundan binanın eski saçakları koruyordu) rastgele atılmış olması, satıcının onları gözden çıkardığını gösteriyordu. Nitekim etiket yerine geçmek üzere gelişigüzel yırtılmış biçimsiz bir karton parçasının üzerinde, o bölümdeki kitapların tanesinin bir lira olduğu yazılıydı. İki koldan kitapların içine daldık. Nihayet onu bulmak bana nasip oldu.
Bu, ikinci hamur kâğıda özensizce basılmış, seksen sayfalık, ince bir kitaptı. Sayfaları sararmaya yüz tutmuştu ve grinin türlü tonlarının hakim olduğu kapağında, karanlıklar içinde kaybolan bir koridorun her iki yanında sıralanmış kapkara kapılar görünüyordu.
Kızılay’da park yeri bulmuş sürücü gibi sevindiğimizi hatırlıyorum. Ama iki kişiydik ve bize bir kitap daha gerekliydi. Gerisi var mıydı? Satıcıya sorduk. Adam oturduğu yerden kalkmadan, hatta yüzümüze bile bakmadan “Orda yoksa yoktur.” diye homurdandı. Çuvala doldurup götürsek umurunda değildi.
Kitabı gocuğumun iç cebine soktum. Onu okumaya vaktimiz yoktu ve biz, fazla oyalanmadan bir belediye otobüsüne binerek, Nimet Karaca’nın Çankaya’daki evine doğru yola çıktık. Kuğulu Park’ta otobüsten indik ve yürümeye başladık. Buz tutmuş kaldırımlarda birbirimize tutunarak güçlükle ilerleyebiliyorduk. Ortalıkta pek fazla
kimse görünmüyor, ayaklarımızın altında ezilen buzlu karın çıtırtılarına, yokuşları tırmanan otobüslerin zincir şıkırtıları karışıyordu.
Sonunda elimizdeki adreste yazılı sokağı bulduk. Burası daracık, parke taş döşeli, buz tutmuş bir yolun iki yanında beş katlı apartmanların sıralandığı dimdik bir yokuştu. Allah’tan yazarın evi ilk apartmandaydı ve biz o dik yokuşu tırmanmaktan kurtulmuştuk. Bir yarıları yolda, diğer yarıları kaldırımda olan otomobillerin altından buzdan sarkıtlar sarkıyor, bu durum onların günlerdir hareket etmediklerini gösteriyordu. Saate baktım; dörde çeyrek vardı. Girişe doğru yürüdük. Ayağında lastik çizmeler, üzerinde sadece boyunlu bir kazak bulunan çelimsiz bir adam, elinde bir kürekle, apartmanın girişindeki merdivenlere yapışmış buzları kırıyordu. Kapıcı olmalıydı. Onun yanından selam vermeden geçmiş olmamak için;
“Kolay gelsin,” dedim. Adam arkamızdan seslendi:
“Sağol. Buzlara dikkat!”
Kapıcının buzlarını kazıdığı yerlere basmamaya özen göstererek binaya girdik. Bina eski, sıvaları dökük, boyasız ve bakımsız bir apartman olmasına karşın, girişin her iki yanında harekete duyarlı kameralar vardı. Yazarın dairesi üçüncü kattaydı. Asansör olmadığından üç kat merdiveni çıktık. Karşılıklı sıralanmış daire kapıları tuhaf sayılacak biçimde koyu bir renge boyanmıştı ve kapıların yanında bulunan depoların eğreti kapaklarının kanatları arasından depoya tam sığdırılamamış bisikletlerin tekerlekleri görünüyordu. Ayak seslerimiz, loş bir otomat ışığının aydınlattığı daracık koridorda yankılanıyor, dışarıda böyle bir havada ne sattığı anlaşılamayan bir seyyar satıcının derin, boğuk bağırtısı duyuluyordu. Hemen önümde yürüyen Feyyaz, kapı üstündeki daire numaralarını saydıktan sonra köşedeki daireyi işaret etti:
“İşte dokuz numara…”
O yana yürüdük. Tam kapı önüne gelmiştik ki Feyyaz ellerini yana açarak aniden durdu. Sonra, yakında bir ağaç dalına konan kuşu ürkütmek istemeyen bir avcı edasıyla bana dönüp parmağını ağzına götürerek sus işareti yaptı. “Ne oluyor” demeye kalmadan, sert bir şeyin yerde sürüklenişine benzer sesler duyuldu. Olduğumuz yerde çakılı kalarak kulak kabarttık. Az sonra zilini çalmayı düşündüğümüz dokuz numaralı kapının arkasından gürültüler, ayak sesleri geliyordu. O arada bir kadının çığlığını duyarak irkildik. Kadının çığlığını koşuşturma sesleri takip etti. Anladığımız kadarıyla dokuz numaralı dairede şiddetli bir boğuşma yaşanıyordu.
Dehşete düşmüştük. Birkaç adım geri çekilerek kapıdan uzaklaştık.
“Acaba yanlış eve mi geldik?” diye mırıldandım. Feyyaz cebinden adres kâğıdını çıkardı, bir kez daha baktı:
“Mezarcı apartmanı, daire dokuz… Adres doğru…”
Bu arada kavgacılar kapıya yaklaşmış olmalıydı, zira kadının bağırışlarını daha net duymaya başlamıştık:
“Yapma… Bırak… Bırak!.. Ahh!.. İmdaaat!
Ardından bir patırtı daha koptu. Dehşet verici bir iniltiden sonra sesler bir anda kesildi. Donakalmıştık. Ne yapacağımızı bilemez halde, gerisin geri birkaç adım daha attık. Bu arada kadının böğürtüsünü duyduk. Kadının böğürmesiyle birlikte, kapıya birkaç cılız yumruk darbesi indi. Kadıncağız can havliyle kapıya yükleniyor olmalıydı. Sonra o da kesildi. Ardından kapı kolunun şıkırdadığını duyduk.
Dizlerimin bağının çözüldüğünü hissettim. Kapıdan çıkacak kişi muhtemelen bir katildi ve bizi orada görmemeliydi. O panikle Feyyaz’ı kolundan çekerek karşı dairenin deposuna doğru sürükledim. Kanadına yüklenerek deponun içine girdik ve soluğumuzu tutarak bekledik. Deponun kapısının iki kanadı arasındaki açıklıktan dokuz numaralı dairenin kapısı görünüyordu. Dairenin kapısı usulca açıldı ve eşikte, her iki elinde kana bulanmış bulaşık eldiveni bulunan, geniş dazlak kafalı, iriyarı bir adam göründü. Yüzü kıpkırmızıydı, göğsü inip kalkıyordu. Adam donuk gözleriyle koridora uzunca baktı. Sonra kapıyı yeniden usulca kapattı ve bizim bulunduğumuz yöne doğru ağır adımlarla yürümeye başladı. Biz can havliyle büzüşmüş halde, birbirimizin yürek atışlarını duyuyorduk. Adam geldi, geldi, ter ve kan kokulu rüzgarını yüzümüze savurarak hızlı fakat sessiz adımlarla yanımızdan geçti. Birkaç saniye sonra, açılan bir başka kapının gıcırtısını duyduk. Ardından dışarının buzlu ayazını bedenimizde hissettik.
Daracık deponun içinde, hiç kımıldamadan ve adeta nefes bile almadan bekledik. Orada öylece ne kadar kaldığımızı bilmiyorduk. Bizim için zaman anlamını yitirmiş gibiydi. Kuru rüzgar arada bir uğulduyor, rüzgarın yavaşça salladığı kapının ürpertici gıcırtısı duyuluyordu.
Bu katlanılabilir bir durum değildi, cesaretimiz topladık ve deponun kapısını birazcık daha aralayarak, büyümüş gözlerimizle koridora baktık. Koridorun sonunda yangın merdivenine açılan demir kapı hâlâ salınmakta ve gıcırdamaktaydı.
Her şey bir anda olup bitmişti. Korkudan dizlerimizin bağı çözülmüş halde dik durmaya çalışarak depodan çıktık. Tuhaf biçimde, karşılıklı sıralanmış kara kapıların arkasında beşer sesi duyulmuyordu, binanın üzerine ölü toprağı serpilmiş gibiydi.
Feyyaz kuruyan dudaklarını diliyle ıslattıktan sonra;
“He… Herif kadını ö…öldürdü!” diye kekeledi.
Derin bir nefes alarak;
“Çabuk çıkalım buradan,” diyebildim.
Ayaklarımızın ucuna basarak hiç arkamıza bakmadan merdivenleri indik ve kendimizi dışarı attık. Sokağa adımımızı atar atmaz pusuda bekleyen buzlu ayaz bir bıçak gibi yüzümüzü yeniden kemirmeye başlamıştı. Batma hazırlığındaki güneş, buz kalıbında unutulmuş gümüş bir para gibi uzak ve fersizdi artık.
Biraz nefes almak ve ne yapacağımıza karar vermek üzere köşe başındaki pastaneye gidip oturduk. Kalbimiz hâlâ küt küt atıyordu. Birer çay söyleyip biraz soluklandıktan sonra ilk konuşan Feyyaz oldu:
“155’i arayalım.”
Düşündüm, 155’i aradığımızda polis kimliğimizi öğrenmek ister, bir sürü soru sorardı. Öğrenci halimizle, son senemizde, gurbet ellerde, işin yoksa uğraş dur… Hem orada bir cinayet işlenmişse, ki biz buna inanıyorduk, polis zaten önünde sonunda olaya karışırdı. Ama içerideki kadın yaralı olabilirdi. Bu yüzden hemen 112’yi aradık, durumu anlattık ve beklemeye başladık. Feyyaz üşüyen ellerini ısıtmak için çay bar dağını avuçlayarak;
“Şansa bak!” dedi, pencereden dışarı uzunca baktı ve bir süre düşündü. Sonra uzun düşünceler sonunda kurulmuş bir cümle olduğunu belli edercesine kelimelerin üzerine basarak;
“Düşünüyorum da” diye devam etti, “ömrünüzde ilk defa göreceğiniz birinin evine gidiyorsunuz ve siz oraya vardığınızda o evde bir cinayet işleniyor. Bu… Bu nasıl bir şanstır?”
O anda buna kafa yoracak durumda değildim. Sustum.
Bir çeyrek saat kadar bekledikten sonra gittikçe yaklaşan bir siren sesi duyduk; çok geçmeden bir ambulans buzlu karı kamçılayan zincirlerini şakırdatarak apartmanın önünde durdu. Ambulanstan üç sağlık görevlisi indi ve ikisi önde diğeri arkada bir sedyeyi taşıyarak hızlı adımlarla apartmana girdiler.
Sandalyelerimizi cama yaklaştırdık ve yeniden beklemeye başladık. Olanlarla bizden başka ilgilenen yoktu, ne de olsa bu beş milyonluk kentte bir sokağa bir ambulansın girmesi sık karşılaşılan bir durumdu. Ama biz biliyorduk; yarınki gazeteler Ankaralı yazarlarımızdan Nimet Karaca’nın hunharca işlenmiş bir cinayete kurban gittiğini yazacaklardı.
Aradan beş dakikadan fazla bir süre geçti, hâlâ apartmandan çıkan olmadı. Ambulansın şoförü aşağı inmiş, sundurmanın altında sigara içiyordu. O anda aklıma bir endişe düştü. Feyyaz’a dönerek;
“Ya zile basıp basıp giderlerse?” diye sordum. Feyyaz;
“Bilmem” diye cevap verdi. “Kırarlar her halde.”
“Neye kırsınlar ki? Asılsız ihbar deyip dönerler. Bu ülkede 112’ye yapılan ihbarların yüzde doksan altısı asılsız olduktan sonra. Bence kırmazlar.”
Endişe iyiden iyiye içimi kemirmeye başlamıştı ki apartmanın kapısında bir adam belirdi. Apartmanın kapıcısıydı bu, lastik çizmeleriyle sokağın yukarısına doğru koşar adımlarla yürüdü, buzlu kaldırımda bir iki defa dengesini kaybedip düştüyse de her defasında yeniden ayağa kalkıp koştu ve ileride sağdaki bir binanın içine girdi.
“Tamam” dedim. “Galiba çilingir çağıracak.”
Bir korku filmi izliyor gibiydik; ama artık sıcak, kalabalık bir pastane köşesinde kendimizi güvende hissediyorduk. Korkularımızın yerini biraz kaygı, biraz da merak almıştı.
Ne var ki çok geçmeden akşamın puslu alacakaranlığı bir kâbus gibi sokağın üstüne çöktü. Bu yüzden kapıcının dönüşünü göremedik. Bir sokak lambasının ölgün ışığı apartman girişini az buçuk aydınlatıyor, ambulans arka kapısı açık halde hâlâ bekliyordu.
Feyyaz çayından bir yudum çekerek, adet edindiği üzere, sözlerini tartıyormuş gibi ağır ağır konuştu:
“Şimdi,” dedi, kelimeyi uzatarak, “olayın tek görgü tanığı biziz. Polise gidip gördüklerimizi anlatsak?”
Benim gözüm hâlâ ambulanstaydı.
“Tamam, anlatırız” dedim, “polis hele bir gelsin.”
Birer çay daha söyledik.
“Acaba hırsız mıydı?”
“Sanmam” dedim, “bence kocasıydı.”
O anda kadının yazdığı kitabın adı düştü aklıma. Ölüm Kapıda Bekliyor… İster istemez elimi cebime attım, kitabı çıkardım, gözüm kitabın kapağına takıldı kaldı.
Ürpererek titredim.
“Feyyaz!” diye bağırdım. “Kapı! Kapılar… Siyah kapılar…”
Sesim öyle yüksek çıkmıştı ki Feyyaz irkildi.
“Ne kapısı?”
“Yazarın evi,” dedim. “Kapıya dikkat ettin mi? Siyahtı!”
Feyyaz gene bir şey anlamam ettim:
“Kitabın kapağına bak!”
Feyyaz kitabı eline aldı, baktı. Beti benzi sarardı, gözleri büyüdü. Kitabı nereye koyacağını bilemedi, anlaşılmaz bir kaş göz işareti yaptıktan sonra onu çabucak iç cebine yerleştirdi. Ben şaşkın şaşkın bakıyordum. O kaşlarını bir kez daha kaldırarak pastanenin dönerli kapısını işaret etti. Dönüp baktım, bakmamla birlikte gözlerimin adeta yerinden fırladığını hissettim. Kalbim yeniden küt küt atmaya başladı. Aman Allah’ım! O idi. Katil!
Adam iri cüssesiyle kapıdan girdi, donuk gözleriyle etrafa şöyle bir göz attıktan sonra bir külhanbeyi edasıyla sallanarak içeri yürüdü, hemen yanımızda bulunan bir sandalyeye sırtı bize dönük olarak oturdu. Kabanını bile çıkarmamıştı, elleri ceplerine sokarak, bizim gibi o da sokağı izlemeye koyuldu.
Biz nefesimizi tutmuş onu izliyorduk. Feyyaz kulağıma yanaşarak;
“Bu… Bu neye geldi şimdi?” diye yeniden kekelemeye başladı.
Ben adamdan gözlerimi ayırmadan, sesim titreyerek;
“Bir kitapta okumuştum,” diye fısıldadım. “Bir katil cinayeti işlediği yere mutlaka gelirmiş.”
Tam sözümü bitirmiştim ki, ortalığı polis sirenleri inletmeye başladı. Sokak bir anda kalabalıklaştı. Bazı üniformalı ve sivil polisler apartmana girdiler. Pastanede bütün başlar o yana çevrildi. Feyyaz’ın kulağına eğildim;
“Hadi, çaktırmadan kalkalım.”
Kalktık, içtiğimiz çayların parasını ödemek üzere kasaya yöneldik. Feyyaz hesabı öderken, ben katilin oturduğu sandalyeye doğru kaçamak bir bakış attım.
Adam yerinde yoktu!
Kapıdan çıkarken Feyyaz’ın kolunu dürttüm:
“Katil gitmiş!”
Feyyaz para üstünü cebine yerleştirdi.
“Gördüm,” diye cevap verdi. Eliyle polis otosunu gösterdi:
“Bak!”
O tarafa baktığımda, adamın elleri ceplerinde, polis otosuna eğilmiş, önde oturan memurla bir şeyler konuştuğunu gördüm. Onlar konuşurken apartmanın kapıcısı otonun yanına geldi, doğruca adamın koluna girdi ve bir şeyler anlatarak onu otodan uzaklaştırdı. Biz ağzımız açık, hayretler içinde olanları izliyorduk.
“Feyyaz, bu adam ne yapıyor?” diye sordum. Feyyaz başını sallayarak;
“Oyun oynuyor,” diye cevap verdi. “Bir şeyden haberi yokmuş gibi davranıyor alçak!”
Nitekim adam bağırmaya, kendini yerden yere atmaya başladı. Feryatları bulunduğumuz yerden duyuluyordu. Feyyaz gene;
“Hadi gidelim, polise gerçeği anlatalım.” dedi.
Benim kafam karışmıştı. Adımlarımı yavaşlattım.
“İyi de” dedim. “Ya bize inanmazlarsa, o saatte sizin orada ne işiniz vardı, diye sorarlarsa?”
“Hoca gönderdi, deriz.”
“Gene inanmazlar. Katil, bir koca yıl durdu durdu da sizin geleceğiniz günü, sizin geleceğiniz saati mi seçti, derler.”
Feyyaz gözlerini kaldırdı, bir süre düşündü ve sonra başını sallayarak bana hak verdiğini belli etti. Gerçekten işler karışık gibi görünüyordu. Polise yardımcı olmak görevdi ama korkularımız bizi bundan alıkoyuyordu. En doğrusu, biz o apartmana hiç gelmemişiz gibi, olayları kendi seyrine bırakmaktı.
Öyle de yaptık, olayları kendi seyrine bıraktık ve belediyenin otobüsüne binerek, hiç beğenmediğimiz, ama ileride konforunu çok ama çok arayacağımız Dikimevi Yurduna doğru yola çıktık.
∗∗∗
Adım Ahmet Balaban… Size bu satırları Sincan Kapalı Cezaevinden yazıyorum. Tam sekiz yıl yedi ay yirmi iki gün olmuş. Vakit ne çabuk geçmiş demeyi çok isterdim ama burada tükenen vakit değil, ömür…
Duyduğumuza göre, maktul yazar Nimet Karaca’nın katil kocası Müştak Karaca gene dul ve zengin bir hanımla evlenmiş. Müştak Karaca’nın cinayet günü akşam beşe kadar tamirhanede olduğunu söyleyerek yalancı tanıklık yapan oto tamircisi, bir içki sofrasında gerçek katilin kim olduğunu ağzından kaçırmış. Ama namussuz adam savcılıkta ağız değiştirip önceki ifadesini tekrarladığından, yeniden yargılanma hayallerimiz şimdilik suya düşmüş durumda.
Savcı, bundan sonraki cezamızı Feyyaz’la aynı koğuşta çekmemiz için avukatımızın yaptığı son başvuruyu da reddetti.
Ha, az daha unutuyordum, bu arada ben yazar oldum; Dört Dörtlük Cinayet adlı kitabım çok satanlar listesine girdi.
Nuri DEMİR