Duygusal Bir Hikaye “BAŞKA BİR DÜNYA”

Duygusal Hikaye

Duygusal Bir Hikaye “BAŞKA BİR DÜNYA”

Yirmi iki yıl, üç ay, dokuz gün, on bir saat ve kırk dakika… Geçer mi? Geçmişti! Geçmişti geçmesine ama bir ömrün güzelim yıllarını da alıp götürmüştü.

Eski mahkûm, gencecikken girdiği kapıdan altmışına merdiven dayamış ihtiyar birisi olarak çıktı. Ne yapacağını bilmeden yürüdü bir süre. Şehre, doğup büyüdüğü mahalleye gidecekti en nihayetinde ama tam şu anda, şimdinin şimdisinde ne yapacaktı? Yeni kavuştuğu özgürlüğün açgözlülüğüyle “Yürüsem mi usul usul…” diye düşündü. Gelgelelim şehir buradan yirmi beş kilometre uzaklıktaydı. Ufak bir parmak hesabından bu mesafeyi içerdeyken iki ayda yürüdüğü sonucuna ulaştı. Böylece yürümekten vazgeçip cezaevi yerleşkesinin az ilerisinden bir taksiye bindi.

— Nereye gideceksin ağabey, diye sordu şoför.

Nereye gideceğim? Bırakın nereye gideceğini, yıllarca ne yiyeceğine, ne zaman uyuyacağına bile başkalarınca karar verilmiş birisi için bu soru özgürlüğü fısıldayan sihirli bir cümle idi. Aslında ona nereye gitmek istediğini sormuyor, dilediği her yere gidebileceğini müjdeliyordu.

— Şehre, diye yanıtladı eski mahkûm. Sonra hareket eden aracın camından kayıp akan bu yeni, tuhaf dünyaya dalıp gitti.

Az sonra uzakta beliren şehri görüp heyecanla doğruldu oturduğu yerde. Gözlerini bir şeyler seçmeye çalışır gibi kıstı. Fakat dikkatli hali uzun sürmedi; mantar gibi çoğalan binaları, göğü delen kuleleri izlerken yeniden dalgınlaştı. Hiçbir kontrolü olmadan değişen kendi hayatında, bir anına bile dâhil olamadığı yaşantılarını düşündü. Tutsak olduğu süreçte annesini, babasını, bir ağabeyiyle iki ablasını kaybetmişti. Ne kalmıştı geriye? Eşi dostu, malı mülkü, yeri yurdu ne âlemdeydi? Sonra hepsine yabancı değil miydi artık? Uzaktan uzağa seyrettiği bu şehirde tanıdık hiçbir şey bulamayacağını, yirmi iki yıldan arta kalan kimsesizliğini düşündükçe ruhu adeta bir mengeneyle sıkılıyordu. Sıkıntısından kaçmak için başını çevirip epey geride kalan cezaevine baktı, sonra yeniden şehre döndü. Bir ömür kadar eskiden, cezaevi aracının arkasında hiç bilmediği, yabancı olduğu bir hayata doğru giderken dönüp dünyasını bıraktığı şehre bakmıştı. Şimdi yirmi iki yıllık dünyası olan cezaevi ve bildiği tanıdığı ne varsa geride kalmış, o yine tümüyle yabancısı olduğu bir dünyaya doğru yola koyulmuştu. Şehri korkuyla süzerken şöyle düşündü: Altmışına merdiven dayadığı halde yeni bir hayat kurabilir mi insan?

— Tam olarak nereye gidecektin ağabey, diye sordu şoför bu defa.

Eski mahkûm şoförün sorusuyla zihnini yoran düşüncelerden bir anlığına kurtuldu ve:

— Büyük caminin oralarda insem olur, dedi.

Şehrin girişine geldiklerinde Büyük Cami otoyolun diğer tarafında göründü, fakat derin bir uçurumun öte yakasındaydı sanki. Eski mahkûm merakla karşıya nasıl geçeceklerini beklemeye başladı. Bu sırada taksi sağa doğru geniş kavis çizen, hafif inişli bir yola girdi. Viraj da hafif eğim de bitmeyecek gibiydi, araba adeta savruluyordu. Eski mahkûm, iki eliyle önündeki koltuklara tutunmuş, içine korkunun karıştığı bir merakla yolu izliyordu. Kavisli bağlantı yolundan çıkıp iki arabanın zar zor sığacağı bir tünele girdiler. Tünelin çıkışında yol bir çatalla ikiye bölündü ve taksi tekrar sağa saptı. Bu kez hafif yokuş ve ilki gibi uzun kavisli bir virajı geçtiler. Ardından yine daracık bir tünele girdiler. Eski mahkûmun başı dönmüştü. Cezaevindeki ilk günlerini hatırladı, o günleri yeniden yaşıyordu sanki. Koğuşuna yerleştirilene kadar gardiyanın peşinden filan işlemler için filan yere, müdürün odasına, oraya buraya sürüklenmişti. Dar koridorlardan geçiyorlar, kutu gibi odalara giriyorlar, bir oraya bir buraya seğirtiyorlardı. Sonunda öyle başı dönmüştü ki eski mahkûmun, bir geçtiği yeri bir daha bulamadığı karmakarışık bir labirentte gibi hissetmişti kendini. Neyin nerde olduğunu öğrenmesi hayli uzun sürmüştü. Durum yine aynıydı. Önce oldukları yerde tam kavis çizmişler, yerin altına inmişler, kısa tünellerden geçmişler -ki tünellerin mimarıyla cezaevi koridorlarını yapanın aynı kişi olduğuna yemin edebilirdi eski mahkûm- sonra bir kavis daha çizmişler, kısacası topaç gibi dönüp durmuşlardı.

Doğal olarak eski mahkûmun yön algısı tümüyle karışmıştı. Neyse ki şimdilik taksi şoförü, tıpkı bir zamanlar gardiyanın yaptığı gibi ona eşlik ediyordu.

Bu sırada taksi oradan girip buradan çıkmış, caminin önüne gelip durmuştu. Eski mahkûm, ne diyeceğini bilmeden baktı şoförün aynadaki yüzüne, sonra:

— Geldik mi, diye sordu saf saf.

— Geldik ağabey, işte cami, geçmiş olsun.

Büyük Cami’nin önünde durup ürkek gözlerle etrafına bakındı. Nice seneler bu camide Kuran öğrenmişti. Aslında evine yakın başka camiler vardı var olmasına ama sırf birkaç arkadaşı için yarım saatlik yolu hiç sayar, taa buralara kadar gelirdi. Kurs bitti mi hocanın gitmesini bekler, sonra musallaya sıkış tıkış oturup azıklarını yerlerdi. Ardından şimdi üç bloklu sitenin yerindeki çim sahaları aratmayan arsada futbol oynarlardı. Yoruldular mı Ihlamurun gölgesinde dinlenir, ardından şimdi alışveriş merkezinin bulunduğu alana doğru koşar, ihtiyar dut ağacında dal kapmaya çalışırlardı. Usanıncaya kadar dut yedikten sonra arsanın üst yanındaki çeşmenin suyundan içer, kurnasında nefes tutma yarışı yaparlardı. Ne günlerdi!

Dolduğunu hissetti, boğazına kadar gelen hıçkırıklarını bastırmayacağından korktu. Kendini toparlamaya; etrafa geçmişi değil, şimdiyi gören gözlerle bakmaya çalıştı. Cami duruyordu, musalla duruyordu, muhtemelen yaşına hürmeten sağ bırakılan Ihlamur, sitenin bahçesinde duruyordu; fakat bunlardan başka bir şey kalmamıştı. Göğe baktı bir ara eski mahkûm, “Şu güneşe bile yabancısın bre ülen…” diye mırıldandı koğuşa sızan kör gün ışığı ile cezaevi avlusunun dikdörtgen açıklığı kadar hür olan güneşi düşünerek. Ruhu daraldı, önce göğsüne bir ağırlık çöktü, sonra kalbinin peş peşe defalarca iğnelendiğini hissetti. Kaçar gibi ayrıldı oradan.

Caddeye çıktığında kendini daha iyi hissediyordu; ruhu ferahlamış, kendisine bir genişlik bulabilmişti. Fakat bu iyi hali pek uzun sürmedi. Hem meydana yaklaştıkça cadde kalabalıklaşmış, yürümek zorlaşmış hem de cadde boyunca gördüğü değişim yine ruhunu mengeneye almıştı. Önüne bakmadan yürümek imkânsız olduğu halde kendini cadde boyunca sıralanan binaları, dükkânları incelemekten alamıyordu. Bir zaman aktarların olduğu yerde hem geniş hem yüksek iki iş merkezi inşa edilmişti ki bunlar eski mahkûmu adeta sarstı. Eskiden dört beş esnafın sığdığı yerde şimdi dünya kadar işletme vardı. Filan sigorta acentesi, filan mali müşavir, filan kurs, filan avukat, filan danışmanlık… İş merkezlerinin ilerisinde çok katlı bir otopark, onun ilerisinde bir galeri vardı. Bu yapılar cadde boyunca birbiriyle dip dibe uzanıp gidiyordu. Caddenin diğer yakasında ise hemen hepsi aynı ebatta, mimari açıdan çoğu birbirine benzer, iki sapak haricinde tümüyle bitişik, konut işlevinde binalar bulunuyordu. İki yakası böylece kapatılmış olan cadde bu haliyle bir koridoru andırıyordu.

Eski mahkûm, etrafı incelemeyi bırakmış, gözlerini önüne devirip hızlı adımlarla yürümeye başlamıştı. Cezaevinden çıktığından beri tutsaklık yıllarının öncesinden tanıdık bir şeyler arıyor, fakat her şey ona artık bu dünyanın yabancısı olduğunu söylüyordu. Aksi gibi bir mekân, bir olay, bir akış tanıdık gelirse bu his ancak cezaevine ilişkin bir benzerlikten kaynaklı oluyordu. Mesela şu cadde, hırgürün eksik olmadığı o koridorları andırmıyor muydu? Eski mahkûma bir sorsalar, kokusu bile aynıydı. Ruhu yine mengenedeydi, kalbi yine iğneleniyordu. İyice daralmıştı artık, bu ruh halinden midesi bulanmıştı. Yeniden toparlamaya çalıştı kendini, en nihayetinde bir çıkar yol bulacaktı, bulmalıydı. Bir çıksa şu Uzun Çarşı’ya sanki her şey düzelecekti, belki bir yemek söyler, bir şeyler içer, azıcık dinlenip gücünü toplar ve nihayet bayılıp düşmeden İncirli Tepe’yi bulabilirdi.

Güç bela, nefesi tıkanmış halde caddenin sonuna ulaştı. Fakat ne aradığı çarşı, ne aradığı lokantalar… Geniş, ama karınca yuvasını andıran insan kalabalığından dolayı ferah olmayan bir başka caddeye ulaşmıştı. Bu cadde araç trafiğine kapalıydı. İki yanında uzanan restoran ve kafeteryaların tenteleri neredeyse yolun ortasına kadar uzanıyordu. Hatta bazı masaların haddini aştığını söylemek abartı olmazdı. Öte yandan caddeye tek kelimeyle curcuna hâkimdi; çatal-kaşık sesleri insan seslerine, binlerce kelime binlercesine, parfümler yemek kokularına karışıyordu. Öyle bir akış vardı ki bu akışa kapılmamak mümkün değildi. Bu caddede her şey zaman gibi yok olmak üzere akıp gidiyordu.

Eski mahkûma gelince o akışın ortasında öylece kalakalmıştı. Bu sesler, bu curcuna, bu açlık… Cezaevi yemekhanesindeydi sanki. Midesinden yükselen acı suyu güçlükle bastırdı. Evet, yemekhanedeydi işte! Hayır, değildi. Ne pis bir karabasan bu, diye geçirdi içinden. Hay Allah, neredeydi? Nihayet tutukluğunu üzerinden atıp yanından geçen bir gencin kolundan tuttu ve:

— Evladım, Uzun Çarşı mı burası, diye sordu buyurgan bir sesle.

Genç adam boş gözlerle baktı ihtiyara, ne çarşısı anlamında bir işaret yaptı, aldırmadan yoluna gitti.

Sonra bir başkasının koluna sarıldı eski mahkûm, bu kez ağlamaklı bir sesle sordu aynı soruyu:

— Hemşerim, Uzun Çarşı mı burası?

— On beş, yirmi sene önce öyleymiş bey baba, şimdi A. Caddesi derler buraya.

— Sen hatırlar…

Sorusunu yarıda kesti. Neyi sorguluyordu ki, neyi öğrenecekti? Bir tek şu soruya cevap bulsa yeterdi onun için: İncirli Tepe’ye nasıl gidecekti? Çünkü bu meydan şayet cezaevinin yemekhanesi değilse yolunu bulabileceği, bildiği, tanıdığı bir yer de değildi artık.

— Peki, İncirli Tepe’ye nasıl çıkarım buradan?

— Öyle bir yeri hiç duymadım.

— Bu Uzun Çarşı’dan çıkardı yolu, şu binanın olduğu yerden çıkardı.

— Maalesef, bilmiyorum bey baba.

Eski mahkûm İncirli Tepe’yi kimsenin bilmediğine kanaat getirene kadar yoldan birilerini çevirmeye devam etti. Aldığı her olumsuz cevapta ruhunun çektiği azap büyüyordu. Sonunda vazgeçti ve caddenin ilerisine doğru yürümeye başladı. Etrafını incelemeyi bırakmıştı, fakat yine de görüyordu caddeyi. Hem yirmi iki yıl önceki çarşıda yürüyordu hem şimdikinde ve ikisi arasında zerre kadar benzerliğin bulunmadığını acıyla görüyordu. Artık bu şehrin cezaevine gitmeden önce yaşadığı şehir olduğundan bile emin değildi.

Nihayet Uzun Çarşı dediği caddeden bir çıkış buldu ve dar bir sokağa saptı. Bu sokağın bir noktasında kendisini koğuşunda sansa da aldırmamaya çalışarak yoluna devam etti. Otuz adımlık bir merdiveni tıkana tıkana çıktıktan sonra hepsinden daha dar bir sokağa ulaştı. O ana kadar geçtiği yerlerde tanıdık bildik hiçbir şey görmediğini düşündü, fakat bunun üzerinde de pek durmadı. Kendisini sıkmayı bırakmış, bu sayede ruh sıkıntısı biraz olsun azalmıştı.

Yürüdü, yürüdü, sokaklardan en dar olanı onu çıkmazı ile durdurana kadar yürüdü. Ne yapacağına dair hiçbir fikri yoktu. Dizleri artık onu taşımıyordu, bu yüzden sırtını çıkmaz duvarına vererek çömeldi. Sinirden gülecek, çaresizlikten ağlayacak haldeydi. Başını kaldırıp etrafına bakındı. Bu çaresizlik, bu kapalı kutuyu andıran sokak köşesi içindeki bir yere dokunmuştu sanki. Birden tüm bedeni kasılmalarla titredi, görüşü bulanıklaştı. Hücredeydi, hiç şüphe yok ki hücredeydi. O kadar dikkat ettiği halde yine hücre cezası almıştı. Birazdan nefesi kesilecekti, emindi, burada kalbi duracak, bu karanlık hücrede ölüp gidecekti. Ayağa kalkmak istiyordu, ayağa kalkmak iyi gelecekmiş gibi hissediyordu. Bağırsa duyacaktı gardiyan, aslında bağırıyordu da sesi çıkmıyordu. Hücre demek karabasan demekti zaten. Bir uyanabilse, şu yirmi sene bir geçse, İncirli Tepe’ye bir varabilse…

Birden kendisini hücrede, küçücük pencereden içeriye süzülen ölgün ışık huzmelerinin içinde ayakta dururken buldu. “İşte böyledir gün ışığı, hangi koşulda olursan ol, hala yaşadığını ve hala yaşayabileceğini söyler sana. Ne yaramaz ve saygısızdır o, vazgeçmene bile izin vermez, tam bırakacağın esnada yalancı bir umut parlatır ufkunda ve yeniden savaşır bulursun kendini!”

Neredeydi? Hücre… Öyleyse rüya görmüştü, görmemiş miydi? Toparlanmaya çalıştı, gerçekten de mızrak gibi üstüne inen ışık huzmelerinin içinde ayaktaydı. Evet, hücredeydi. Hayır, değildi. Bu karanlık, bu koku… Sahi, bu ışık nereden geliyordu? Döndü; sokağın sonunda, çıkmaz duvarının hemen yanından ve binaların arasından yukarıya doğru tırmanan dar, eski, betonu kırık dökük bir merdiven gördü. Yoksa gördüğünü mü sanmıştı? Binaları geçemeyen güneş, tüm ışığını bu merdiven boşluğundan akıtıyordu. Yoksa pencereden mi? Hücredeydi ya! Değil miydi? Binaların arkasında ne vardı? Bu merdiven yukarı çıkıyor… Saçma… Merdivenler zaten yukarı çıkar… Pencere mi, merdiven mi?

Eski mahkûm, karabasandan kurtulmaya çalışır gibi olduğu yerde kıvrandı. Zihnindeki kopuşun farkında olması az da olsa şuurun göstergesiydi, demek hala umut vardı. Kendini zorlayarak merdivene bir adım attı, aynı anda silkindi ölü toprağından ve güneşe çıkan merdivenin basamaklarını ikişer üçer tırmanmaya başladı. Uyanmıştı kâbustan.

İşte İncirli Tepe! Binalar gizlemişti onu herkesten, ama eski mahkûm bulmuştu nihayet. Yirmi iki yıl sonra yeniden İncirli Tepe’deydi. Gözleri yaşardı, aynı anda bir kuşku yokladı zihnini, ölmüş müydü yoksa? Hayır, yaşıyordu. Buradaydı; elli yıl önce olduğu gibi, yirmi iki yıl önce olduğu gibi yine buradaydı. Eski mahkûm en uçta, tüm ihtişamıyla duran ihtiyar incir ağacına doğru yürüdü. Yürürken inanamayan gözlerle etrafını inceledi. Sanki her şey tanıdıktı burada, sanki İncirli Tepe zaman durmuş, hiçbir şey değişmemişti. Şu taş yirmi iki yıl önce aynı yerdeydi, şu fıstık ağacı hiç yaşlanmamıştı, ya şu salıncak… Eski mahkûmun kulakları uğuldamaya başladı. Ayakları yorgundu, kolları yorgundu, kalbi yorgundu. Fakat asıl ruhu yorgundu.

Yıllar önce O’nun için kurduğu salıncağa oturdu. Ayaklarıyla hafifçe ittirdi kendini ve aheste sallanmaya başladı. Gözleri uzakta bir noktaya takıldı, ama aslında hiçbir şey görmüyordu. Birden yıllardır tuttuğu hıçkırıklarını salıverdi. Ağladı, ağladı… Düne, bugüne, yarına… Ağladı, ağladı…

Osman KAYAN

Exit mobile version