Korku Hikayeleri

Korku Hikayelerinden; “Hayalet Posta Arabası”

HAYALET POSTASI ARABASI

Sanki sohbeti sonlandırmak arzusundaymış gibi kalktı, pencereden dışarı baktı. Perdeyi örtüp ateşin başına gelirken, “Kar yağışı durmuş,” diye belirtti.

“Durmuş mu?” diye bağırdım hevesle ayağa fırlarken.

“Ah, keşke mümkün olsaydı… ama hayır! Hiç ümit yok. Eğer kırda yolumu bulabilseydim bile bu gece yirmi mil yol yürüyemezdim.”

“Bu gece yirmi mil yol yürümek mi?” diye tekrarladı ev sahibim.

“Nedir aklınızdan geçen?”

“Karım,” diye yanıtladım sabırsızca.

“Yolumu kaybettiğimi bilmeyen ve şu anda heyecan ve korku ile yüreği parçalanan genç karım.”

“O nerede?”

“Dwolding’te, yirmi mil uzakta.”

“Dwolding’te,” diye yankıladı düşünceli düşünceli. “Evet, mesafenin yirmi mil olduğu doğrudur,- ama… gerçekten de önümüzdeki yedi-sekiz saati burada geçiremeyecek kadar kaygılı mısınız?”

“Evet, öyle kaygılıyım ki, şu an bir at ile rehber için on gine verirdim.”

“Dileğiniz çok daha ucuza yerine getirilebilir,” dedi gülümseyerek. “Kuzeyden gelen ve Dwolding’te atlarını değiştiren posta arabası buranın beş mil uzağından geçer, yaklaşık bir saat on beş dakika sonra belli bir kavşakta olacak. Eğer Jacob size kır boyunca eşlik eder de eski posta arabası yoluna çıkarırsa, sanırım yolun yenisiyle kesiştiği yeri bulabilirsiniz?”

“Kolaylıkla ve memnuniyetle.”

Adam tekrar gülümsedi, zili çaldı, yaşlı uşağa emir verdi. Sonra kimyasal maddeleri sakladığı dolaptan bir viski şişesiyle şarap kadehi aldı, konuştu:

“Kar tabakası kalın, bu gece kırda yol almak güç olacaktır. Yola çıkmadan önce bir bardak usquebaugh’ya (Bir cins İrlanda viskisi) ne dersiniz?”

İçkiyi reddetmeye kalktım ama ısrar etti, ben de içtim. İçki, gırtlağımdan aşağı sanki sıvı bir ateşmişçesine indi ve neredeyse nefessiz kaldım.

“Serttir,” dedi,- “ama içinizi sıcak tutar. Artık boşa geçirecek vaktiniz yok. İyi geceler!”

Ona konukseverliği için teşekkür ettim, daha ben sözümü bitirmeden arkasını dönmeseydi elini de sıkacaktım. Sonra, salon boyunca yürüdüm, Jacob arkamdan dış kapıyı kilitledi ve uçsuz bucaksız beyaz kırlardaydık. Rüzgâr dinmiş de olsa havada hâlâ acı bir soğuk vardı. Üzerimizdeki kara gökkubbede tek bir yıldız bile ışıldamıyordu. Ayaklarımızın altında hızla çıtırdayan kar dışında gecenin ağır durgunluğunu bozacak hiçbir şey yoktu. Bu görevi pek de canı gönülden karşılamayan Jacob, elinde feneri, ardında gölgesi, ayaklarını sürüye sürüye yürüyordu. Ben de silahım omzumda, çene çalmaya en az onun kadar isteksiz, peşi sıra geliyordum. Aklımda ev sahibim vardı. Sesi hâlâ kulaklarımda çınlıyordu. Hayal gücüm hâlâ onun güzel sözlerinin tutsağıydı. Fazlasıyla endişeli zihnimin bütün o tümceleri, sözleri, sayısız canlı imgeyi ve görkemli muhakemeyi, tam onun ağzından çıktığı şekliyle bugün bile anımsamasına hayret ederim. İşittiklerim üzerine kafa yorup, yer yer eksik kalan halkaları tamamlamaya çabalarken, dalgınca, gözüm dünyayı görmeden rehberimin adımlarını takip ediyordum. Jacob şimdi -bana sadece birkaç dakika geçmiş gibi geliyordu— aniden durmuştu ve bana döndü:

“İşte yolun orada. Taş duvar sağında kalsın, yolu şaşırmazsın.”

“Öyleyse bu, eski araba yolu?”

“Ya, eski araba yolu.”

“Peki kavşağa varmadan önce ne kadar yolum var?”

“Neredeyse üç mil.”

Cüzdanımı çıkarınca birden dili çözülüverdi..

“Yol yaya yürüyenler için rahattır,” dedi, “ama kuzeyden gelip giden at arabaları için fazlaca dik ve dardır. İşaret levhasına yakın, korkulukların kırılmış olduğu yeri göreceksin. Kazadan beri hiç tamir edilmedi.”

“Ne kazası?”

“Eh, gece posta arabası dosdoğru aşağıdaki vadiye uçtu -rahat bir yirmi metre ve dahası— koca ilçedeki en kötü yolda.”

“Korkunç! Kaç kişi öldü?”

“Hepsi. Dördü ölü bulundu, diğer ikisi de ertesi sabaha çıkmadılar.”

“Ne kadar önce olmuştu bu olay?”

“Tam dokuz yıl.”

“İşaret levhasının yanı mı demiştin? Aklımdan çıkarmam. İyi geceler.”

“İyi geceler beyefendi ve de teşekkürler.”

Jacob yarım altını cebine indirdi, eliyle şapkasına dokunurmuş gibi yaptı ve ağır adımlarla, geldiği yolu gerisin geri döndü.

Fenerinin ışığı bütünüyle kayboluncaya değin bekledim, sonra kendi yolumu tuttum. Üzerime çöken zifiri karanlığa rağmen işin en ufak bir güçlüğü bile kalmamıştı, taş duvarın kenarları karların ölgün pırıltısında gayet rahat seçiliyordu. İşitecek sadece kendi ayak seslerim varken ne kadar da sessiz geliyordu çevre,- ne kadar sessiz ve yalnız! İçimi nahoş bir yalnızlık duygusu bürümüştü. Hızımı arttırdım. Mırıldanarak bir şarkı tutturdum. Kafamda koca koca rakamları topladım ve bileşik faiz hesapları yaptım. Lafın kısası, az öncesine kadar dinlemiş olduğum o ürpertici spekülasyonları aklımdan çıkarmak için elimden geleni denedim, bir nebze başarılı da oldum buna.

Bu sırada, gece havası gitgide soğumuştu ve ne kadar hızlı yürürsem yürüyeyim kendimi sıcak tutamıyordum. Ayakların buz kesmişti. Ellerim hissizleşmişti ve silahımı mekanik bir şekilde kavramıştım. Nefes alışım bile güçleşmişti, sanki sakin bir kuzey yolunda yürüyor gibi değil de devasa Alpler’in zirvelerine tırmanıyor gibiydim. Bu son belirti az sonra öyle ızdırap verici bir hal almıştı ki, birkaç dakika mola verip sırtımı taş duvara yaslamaya mecbur kaldım. Bunu yaparken tesadüfen arkamı dönüp yola baktım ve uzaktan, adeta yaklaşan bir fenerin parıltısını andıran, belirsiz, ışıklı bir nokta gördüm,- yüreğime su serpildi. İlk başta bunu Jacob’un ayak izlerimi takiben beni izlediğine yordum,- ama ben daha bu tahmini yürütürken bile ikinci bir ışık belirivermişti… besbelli ilkiyle paralel konumda, aynı hızda yaklaşan bir ışıktı bu. Bir at arabasının terkedildiği ve tehlikeli olduğu iddia edilen bir yolu kullanması garip de görünse, bunların şahsi bir taşıta ait olduğunu anlamak için ikinci kez düşünmem gerekmedi.

Bununla birlikte hakikatten şüphe edilemezdi, çünkü ışıklar her geçen saniye büyüyor ve parlaklaşıyorlardı, hatta ışıkların arasından arabanın karanlık siluetini seçebildiğimi sandım. Çok hızlı ve sessizce yaklaşıyordu, tekerleklerinin altındaki kar neredeyse otuz santimdi.

Arabanın gövdesi artık fenerlerinin ardında rahatlıkla görülebilir olmuştu. Alışılmadık şekilde yüksek görünüyordu. İçime ansızın bir şüphe düştü. Karanlıkta işaret levhasını görmeden kavşağı geçmiş olmam mümkün müydü? Bu da benim beklemekte olduğum arabanın ta kendisi miydi?

Bu soruyu kendime ikinci kez sormama gerek kalmadı, çünkü araba dönemeci almıştı, muhafız, sürücü, dışarıdaki bir yolcu ve üzerlerinden buğu yükselen dört kır atın tümü de, hafif aydınlık bir pusla sarmalanmışlardı. Arabanın fenerleri bu pusta bir çift ateşli göktaşı gibi ışık saçıyordu.

İleri atıldım, şapkamı salladım, bağırdım. Posta arabası olanca hızıyla geldi ve yanımdan geçiverdi. Görülmediğim, işitilmediğim korkusuna kapıldım, ama bu yalnızca bir an sürdü. Sürücü arabayı durdurdu, pelerinini ve yün atkısını gözüne kadar çekmiş olan muhafız belli ki o gürültüde derin bir uykuya dalmıştı, ne çağrıma cevap verdi, ne de inmek için en küçük bir çaba sarfetti,- dışarıdaki yolcu başını çevirmeye bile tenezzül etmedi. Kapıyı kendim açıp içeri baktım. Arabada sadece üç yolcu vardı, böylelikle ben de bindim,- kapıyı çektim, boş köşeye yerleştim ve talihimden dolayı kendi kendimi kutladım.

Önceki sayfa 1 2 3 4Sonraki sayfa

Gülten AJDER

Kitap okumayı seven insanlar daha zeki ve daha başarılı olurlar. Bende bu yüzden kitap okumayı sevdirmek istedim bu site ile. Gizli kalmış bütün bilgilerin kitaplarda saklı olduğuna inandığımdan, kültür seviyemizi yükseltmek, bilgi hazinemizi daha da zenginleştirmek, gizli yeteneklerin ortaya çıkmasına destek olabilmek için, okusun yazsın benim ülkemin insanları diye bir işin ucundan tutmak isteyen birisiyim.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu