Kıymetli Yazarlarımızdan SeçmelerMustafa Söylemem

Bahadır Efsanesi Beşinci Bölüm

Bahadır Efsanesi Beşinci Bölüm

Hikaye Oku; Akhisar’a vardılar. İsmail beyin karşısına çıktılar. İsmail bey dertli gözüküyordu “Bir buçuk yıl önce bana bazı bilgilerle geldin, bende o bilgilerle araştırmalar yaptırdım, sultana bildirdim. Sultan hazretleri bana bu işi çözmemi emretti, ama ne yaptımsa kimi bu işin peşine taktımsa olmadı. Çaresiz kaldım, senin kim olduğunu nerede olduğunu buldurdum. Bu işi sana vermek istiyorum.”

Bahadır çenesini kaşıdı, İsmail beye “Beyim, güzel düşünmüşsün, açık konuşalım, ben bu işi çözerim ama karşılığında iş bitiminde çok büyük ödül parası isterim. Adam akıllı iş görecek birkaç adam isterim. Köylere kasabalara gittiğimde oradaki adamların lafımı dinlemesini sağlayacak bir bey emri yazılı olarak yanımda olsun isterim. Araştırma esnasında rahat rahat harcama yapacağım, en rahat hanlarda kalacağım bir harcırah da isterim.” İsmail bey düşündü, “İstediklerin makul, ödül parası ne kadar istiyorsun?” Bahadır “On bin altın.” bey dehşete düşmüştü “Oğlum on bin altını kim kaybetmiş ki ben bulayım, nasıl sana o kadar para vereyim?” Bahadır sırıttı, “Valla beyim, hiç kusura bakmayın, bunca yıllık tecrübenizle çözemediğiniz bir işe girişeceğim, kellemi koltuğa alıp amansız Mongol savaşçılarının karşısına çıkacağım, kim bilir kaç ay belki kaç yıl iz süreceğim ama karşılığında az bir paraya talim edeceğim, hiç beklemeyin. Sizde biliyorsunuz Kızıl Kağan bunca uğraşı boşa vermemiştir, bu iş büyük, çözemezseniz ne olacağını tahmin edeceğiniz kadar büyük.” Bahadır küstahça beye birde göz kırptı. Açıkça kellen on bin altın eder her halde imasında bulunuyordu.

Bey çaresiz hissetti kendini, sultan bunca yıllık hizmetinden sonra kellesini almazdı belki ama makamını kaybederdi, malı mülkü müsadere edilirdi. Kendini çorak bir sürgün bölgesinde derbeder bir çiftçi olarak düşündü, titredi. “Evladım, on bin çok, beş bine ne dersin?” Bahadır pis pis sırıttı “Hayır, aynı zamanda öyle kuru lafı da kabul etmiyorum, beylik mühürlü senet isterim. Bu arada yanıma vereceğiniz adamların maaşı da sizden, harcıraha gelince şimdilik bin altın yeter.” İsmail bey ayağa kalktı “Bire nadan, sen bizi darphane sandın her halde!” Bahadır beyi hafifçe kafasını eğerek selamladı, arkasını dönüp kapıya yöneldi. O esnada İsmail beyin tahta yığılırcasına oturmasının sesi geldi. Adamın kafasında ter damlacıkları oluşmuştu. Muhtemelen tansiyonu düşmüştü, yüzü fena halde beyazlamıştı. Bahadır beye döndü “Eğer başka bir yolu olsaydı bana gelmezdin, bana geldin, elime bakıyorsun, o zaman sana sunduğum teklife razı olacaksın” dedi. Bey biraz kendine gelerek hafifçe kafasını salladı.

Bu esnada o ana kadar kenarda beklemekte olan pala bıyıklı, kalın kaslı kollu, geniş omuzlu, uzun boylu bir savaşçı öne çıktı kılıcını çekti, bağırdı “Beyim bu bastıbacağın tehdidine boyun mu eğeceksin?” İsmail bey acı acı güldü. Bahadır bir seksen beş boyundaki  adı Tuğalp olan savaşçının kılıcına baktı, güçlü vurmaya alışık olmalıydı, çünkü kılıcında küçük bir çentik gibi gözüken ama demircilikten biraz anlayan birinin rahatlıkla kılıcı baştan başa kat eden bir çatlak olduğunu anlayacağı bir hasar vardı. Bu beyin son direncini kırmak ya da oradan defolup gitmek için iyi bir fırsattı. Kılıcı Bahadır’ın boynunda dikkati ise beyde olan Tuğalp’in suratına baktı Bahadır, Tuğalp hala ona dönmemişti, hızla kılıcını çıkardı ve bir şangırtı duyuldu, Tuğalp’in kılıcı ikiye biçilmişti. Beyin kabul odasındaki herkes şok içindeydi, Bahadır hiçbir şey olmamış gibi arkasını dönüp yürümeye devam etmeye başladı.

Bey “Tamam, hepsine tamam, altını getirin, adamları getirin katibi ve mührü getirin!” diye inlercesine bağırdı.”

Tuğalp şaşkın şaşkın kılıcına bakmaktaydı. Tuğalp çevredeki herkesle beraber kılıcının biçilmesi gösterisinden etkilenmişti. Bunun sebebi ise insanların illüzyon gösterilerinden etkilenmesi ile aynıydı. Sebebini bilmediğiniz basit bir mesele sizi etkileyebilir.

Bahadır keyifle beyin senedi hazırlatmasını mühürlemesini, hazineden altını getirtmesini önüne koymasını ve dört tane adamını çağırmasını izledi.

İsmail bey sıraya dizilmiş dört adamını tanıtmaya başladı.

İlki az önce Bahadır’a kılıç çekmiş olan bir seksen beş boyundaki kaslı muhafızdı. Otuzlarının ortasında gözüküyordu, sert hatlara sahip yüzünde etkileyici kap kara bir pala bıyığı vardı ve geniş omuzları kalın kolları ile ürkütücü bir manzara oluşturuyordu. Üstünde deri yelek zırh, altında kollarını açık bırakan bir gömlek vardı. Bileklerinden dirseğine kadarsa yine deriden kolçaklar (kol zırhı) vardı. Altında savaşçıların çok tercih ettiği geniş pantolon ayaklarında ise deri çizmeler vardı. Tüm gücüne rağmen hala kırılmış kılıcının şokunu yaşadığı belli oluyordu.

İsmail bey “Bu arkadaşla tanıştın, gazi bir savaşçı olan Tuğalp. Kendisi çok düşman tepelemiş bir yiğittir. Öküz gibi güçlüdür, sultanımızın ordusundaki büyük hizmetlerinden dolayı sarayımda muhafız olarak görevlidir.” İsmail bey Bahadıra yaklaşıp eğilerek “Çok akıllı sayılmaz ama göründüğü kadar da aptal değildir, seni düşmanlarına rezil etmez korkma.” dedi.

İkinci sıradaki kişi elli yaşlarının başında kır sakallı, beyaz sarıklı ve siyah cübbeli bir adamdı. İlmiye sınıfından (kadı, imam) olduğu belliydi. Cübbesinin altında bir kılıç olduğu dikkatli bir kişinin gözüne hemen çarpardı. Vakur duruşu karşısındaki insanda saygı uyandırıyordu.

İsmail bey “Bu ise Arif hoca, kendisi çok bilge bir kadıdır. Gerçi şu anda sana yüz suyu dökmek zorunda kalmamın sebeplerinden biri de o çünkü bu işi çözsün diye görevlendirdiğim halde başarısız oldu.” Arif hocanın başı biraz eğildi. Bahadır gülümsedi.

Üçüncü sıradaki kişi Otuzlarının başında gözüküyordu, bir yetmiş beş boyundaydı yakışıklı, esmer bir yüzü vardı, bıyığı inceydi. Miğferi sarıkla değil beyaz börk ile sarılıydı. Üstünde varlıklı bir savaşçı olduğunu gösteren ve dizlerine kadar inen pul zırh vardı. Zaten diz kısmından da pahalı ve kaliteli bir deri çizme başlıyordu. Belinde asılı kılıcın kabzasından Bahadır hemen kılıcın usta işi olduğunu anladı.

İsmail bey “Bu arkadaş ise Yusuf, şimdiye kadar hiç yüzümü kara çıkarmamış bir subaşıydı. Ne zaman başarısız olduğunu tahmin edersin.” Yusuf’un burun delikleri genişledi, yüzü hafifçe buruştu, Bahadır gülümsedi. “Kendisi tam bir komutandır, üstelik kılıç, mızrak, topuz, balta özellikle de at üstünde muharebe hepsinde çok mahirdir.”

Dördüncü sıradaki kişi bir atmış beş boyundaydı. Çekik gözlüydü, yüzü sert ve duygusuzdu ama yakışıklıydı. Sakalı, bıyığı yoktu. Beyaz börk giymişti. En fazla yirmi yaşındadır diye düşündü Bahadır. Sırtında kirişi (yayın ipi) takılmamış olduğundan ters duran bir yay vardı. Belinin sol tarafında bir sadak (ok kutusu) sağ tarafında bir kılıç sallanıyordu.

İsmail bey “Bu İlhan, Tatar İlhan, iz sürmekte at binmekte üstüne yoktur. Genç yaşına bakma ne bizde ne Moğollarda ondan iyi at üstünde ok atan bulunmaz, zeki, çevik ve beceriklidir. Yalnız Moğollar Tatar hanlığını yıktığında ailesini gözlerinin önünde katlettiklerinden biraz fazlaca acımasızdır ama senin için mesele olacağını sanmam.” Bahadır “Moğolların kafasını kesme işini sorgudan sonra yaptığı sürece sıkıntı yok.” dedi. İlhan gülümsedi.

Bahadır herkesin gözü önünde altın dolu küçük torbayı aldı ve altınları tek tek saymaya başladı, bin altın olduğundan emin oldu. Adamlara döndü, “Beyler, bu işi bitirmek için görevliyiz. Maaşınızı İsmail bey ödeyecek.”

Yusuf İsmail beye döndü “Beyim, bu paragözün bu iş için en iyi adam olduğuna emin misiniz?” İsmail bey “Sizden önce tüm olayı çözen kişi bu velet, onun yaptığı işin üstüne ne kadar koyabildik sen de biliyorsun.”

Bahadır, Bey’e döndü “Beyim son olarak size ilk geldiğimde verdiğim eşyalara ihtiyacım var, hani şu işi bilen birileri iz bulur dediğim.” İsmail bey hatırladı. “Hemen eşyaları getirin.” Eşyalar bir tahta saplı çakı, bir örgü yelek ve gümüş bir yüzükten ibaretti.

Beşli gurup Bahadır önderliğinde Akhisar çarşısına geldiler. Çarşıda bazı esnaflar Bahadır’a selam verip “İflas ettiğini duyduk, geçmiş olsun” dediler. Bahadır “Olur böyle, biraz para buldum ticarete dönüyorum.” diye cevap verdi. Esnaf “Yine mi tavukçuluk yapacaksın?” diye sorduğunda “Yok, şimdi ufak iş düşünüyorum, köyleri dolaşıp çerçilik yapacağım.” Tüccarlar vah vah çekince “Anca bu işi yapacak kadar para buldum.” diyordu. İki at arabası alıp içini köylerde satabilecekler bakır mutfak eşyası, tarak, makas, ayna gibi küçük eşyalar boncuk, iplik ve sair küçük eşyalarla doldurdular. Bu esnada çarşıda Bahadır’ın karşısında bir tüccar çıktı, Bahadır onu kenara çekti, bir şeyler konuştular, Bahadır ona bir şeyler verdi ve arkadaşlarının yanına döndü. Yusuf içinden bu para göz ne haltlar karıştırıyor diye düşündü. Sonrasında Bahadır kendisi için küçük bir tüccara yakışır bir elbise aldı, adamlarına ise tüccarlara yardım eden işçilerin giyeceği cinsten ucuz kumaştan ve sade koyu renklerde elbiseler aldı. Adamlarına kılıçları hariç zırh ve ekipmanlarını arabalara gizlemeleri emrini de verdi. Yusuf’a saf kan atını evde bırakmasını yerine gurubun diğer üyelerinin bindiği cinsten çok pahalı olmayan bir atla gelmesini tembihledi.

Bir hafta içinde hazırlıklar bitip yola koyuldular. Tuğalp Yusuf’a “Bu çocuk neden bizi böyle işçi gibi giydirdi.” diye sordu. Yusuf “Galiba köyleri gezeceğiz, bu esnada dikkat çekmemizi istemiyor sanırım.” dedi. Tuğalp “Neden peki?” diye sordu. Yusuf “Emin değilim, yakında öğreniriz.” demekle yetindi.

Güneş altında bir köyden diğerine gidiyorlardı, mal alıyor mal satıyorlardı. İki hafta böylece geçti. Yine bir köyde ticaret yapıyorlardı ki Bahadır ansızın durdu, Yusuf her ne arıyorsa bulmuş olmalı diye düşündü. Altı yedi yaşlarında küçük bir çocuğun yanına gitti, yanına çöktü, inanılmaz sevecen ve dost canlısı bir ifade takındı çocuğa “Yeleğin pek bi güzelmiş, kim ördü?” diye sordu. Çocuk sevinçle “Haminnem[1]” dedi. Yelek oldukça zahmetli ve sık bir örgüyle örülmüştü, Bahadır’ın yanına aldığı yelekle aynı örgüydü bu.  Bahadır “Haminnen nerde, para vereyim de bana da örsün” dedi. Çocuk “Örmez ki, o sadece bize örer.” dedi. Bahadır gülümsedi ve çocuğun başını okşadı, ardından eline kavak ağacından yapılma bir düdük verdi. “Hediyem olsun.” dedi.

Çocuk sevinçle düdüğünü öttüre öttüre gitti, Bahadır köylülere köy meydanında eşya satma işine geri döndü, ama bir saat geçmemişti ki yaşlı bir kadın dayak yediği belli ağlayan bir çocuğun elini tutarak belirdi. Kadın Bahadır’a yaklaştı “Bizim Ali hiç böyle yapmazdı ama galiba bunu sizden çalmış.” diyerek düdüğü Bahadır’a uzattı, Ali “Ben çalmadım, o verdi, o verdi hediye o!” diye ağlıyordu. Bahadır aynı çok sevecen rolünü takınarak “Nineciğim ben o düdüğü hediye ettim, torununuza kızmayın.” dedi. Kadın mahcup oldu. Bahadır’a “Sağ ol evladım.” dedi “Yetimimi sevindirdin.” Bahadır’ın içinde bir şey buruldu, ama yüzüne yansımaması için büyük bir gayret gösterdi. “Demek yavrucak yetim.” diyebildi. “Kadın teşekkürler evladım” deyip arkasını döndü, o esnada Bahadır İlhan’a çevrede kimsenin fark etmediği bir el hareketi yaptı, İlhan başıyla anladığını gösterir şekilde salladı.

İlhan yirmi dakika sonra geri geldi Bahadır’ın kulağına kadının evinin yerini fısıldadı. Gün batımına bir saat kalana kadar satışa devam ettiler. Ardından Bahadır ve arkadaşları sanki oradan tesadüfen geçiyormuş gibi kadının evinin önüne geldiler. Bahadır eve geldi, kapıyı çaldı, içerden yaşlı kadın çıktı, Bahadır “Siz” dedi. Yaşlı kadın, “Buyur evladım, ne istedin.” diyerek cevap verdi. Bahadır, “Allah’ın hikmeti nine, yine karşılaştık, sabah yola çıkacağız ama köy misafirhanesi beş kişi alacak kadar büyük değil, bizde şu evinizin yanındaki boş tarlada çadırlarımızı kuralım dedik, elbette izniniz olursa.” Boş tarla, bu sözleri duyunca yaşlı kadının yüzüne bir hüzün çöktü, aylardan temmuzdu, hasat yapılmıştı ve tarlaların hemen hepsi bu yüzden boştu ama yaşlı kadının tarlasının bir süredir ekilmediği üstündeki yabani otlardan belliydi. Yaşlı kadın “Peki olur.” dedi.

Akşam olmuştu, ekip çadırlarını kurmuş küçük bir de ateş yakmışlardı, ateş başında ekmeklerini ısıtıp peynir ekmek yemekteydiler. Bu esnada yaşlı kadın elinde bir testi ile belirdi. “Evladım size ayran getirdim.” dedi. Bahadır teşekkür etti ayranı su içtikleri taslara koydular testiyi iade ettiler, Bahadır yaşlı kadınla beraber yürümeye başladı. Gurubun kendilerini duyamayacağı kadar uzaklaşınca kesesinden çıkardığı on altını kadının eline tutuşturdu. Kadın itiraz etmeye çalıştı, Bahadır “Nineciğim torununun yetim olduğunu söyledin, ben de öksüz büyüdüm. Bu acıyı bilirim. Bu baktığın yetim yavru için lütfen reddetme” Kadın şaşkın “Ama evladım bu çok fazla, seni zor duruma koymayalım.” Bahadır sevecen tavrıyla konuştu “Nine, bu parayı ticaret vesilesiyle bana Allah verdi, benim vesilemle de sana bu parayı yine Allah veriyor. Veren Allah yine verir, sen torununa bak.” Kadın hüzünlendi ama parayı aldı “Allah senden razı olsun. Evladım.” Dedi. Bahadır “Nineciğim merakımı bağışlarsan bu çocuğun anasına, babasına ne oldu?” zaten hüzünlü olan ve içindeki dertleri kimseye anlatamayan kadın bir anda içini dökmeye başladı. “Oğlum, bu çocuk benim torunum değil, torunumun oğlu, benim bir kızım vardı, eşkıyanın birine aşık oldu, kaçtılar, babası kahrından öldü, başka çocuğum da yoktu. Kızımın kaçmasından, kocamın vefatından sonra yıllar geçti, torunumun babası bir gün kapımda bir çocuk ile belirdi. On iki yaşında bir tıfıl, adı Tahir, bu senin torunun anası öldü, sen bak dedi ve çocuğu bıraktı. Ben dul halimle torunuma bakmaya çalıştım, ama Tahir iyi çocuktu ama Tahir’in kafası sadece haytalıktaydı. Kadın başıma bin bir güçlükle büyüttüm onu, biraz büyüyünce köyden kaybolup gitmeye başladı, hep elinde parayla hediyelerle gelirdi. Oğlum bu para nerden diye sorunca üzümünü ye bağını sorma derdi. Bizim köyden bir kız sevdi, evlendi, bir çocukları oldu. Ah Tahir ah, haytaydı ama hep bizi gözetirdi, daha iyi yaşayalım diye uğraşırdı. İki sene önce son kez gidiyorum, çok para kazanıp geleceğim dedi, bir daha haberi gelmedi. Ama öldüğünü biliyorum. Ölmese kesin gelirdi, ne yapar eder gelirdi.” kadın ağlamaya başladı. Bahadır beş dakika kadar yaşlı kadının sakinleşmesini bekledi.

Sonra “Nine çok talihsizmişsin, ama bu Tahir iyi birine benziyor, bence kesin onu bozan kötü bir arkadaşı vardı, yoksa niye o yoldan gitsin.” yaşlı kadın tam olarak Bahadır’ın istediklerini dökülmeye başladı. “Elbette vardı, komşu köyden Tufan, hep o girdi kuzumun kanına hep o.” Bahadır “Vay namussuz, inşallah belasını bulmuştur.” yaşlı kadın yırtınırcasına “Nerde, hala Taraklı yolunda eşkıyalık yapar, beladır, ne yakalayan çıktı ne öldüren Allah’ın belasını.” Bahadır konuşmayı fazla uzatmadı. Yaşlı kadının tüm ebeveynlerde bulunan kötülüğü çocuğuna yakıştıramama suçu başkasında bulma zaafından faydalanmış ve öğrenmek istediğini öğrenmişti.

Bahadır ateşin oraya geldi, oturdu. Yusuf’a döndü. “Taraklı yolunda Tufan adında bir eşkıya varmış, canlı yakalamamız gerekiyor.” Yusuf Bahadır’a baktı “Ne yapacağız.” Bahadır, “Subaşı olan sensin her halde haydut nasıl yakalanır biliyorsundur?” Yusuf “Beyin talimatnamesi elimizde, bu civardan adam toplayıp eşkıya avına gidebiliriz.” dedi. Bahadır bir iç çekti bıkkın bir ifadeyle “Senin zeki olman gerekmiyor muydu? Peşinde olduğumuz kişileri uyandırmadan adamı yakalamalıyız.” Yusuf başını kaşırken Bahadır konuşmasına devam etti “Şimdiye kadar hiç kılıç dövüşünde bulunmadım, çatışma, savaş tecrübem yok, ona göre bu işlerin tamamı sizde.” ekip başlarını olumlu anlamda salladılar. Bahadır “çadıra uyumaya gidiyorum” dedi ve çadıra gitti. Bu esnada Tuğalp konuşmaya başladı “Biz iki haftadır köy köy geziyoruz ve adam bir anda kimi bulmamız gerektiğini söyledi, bu adam kim, neden bulmamız gerekiyor? Yetmezmiş gibi birde kılıcımı tek darbede ikiye biçtiği halde savaştan anlamam diyor ne iş?” Arif sakalını kaşıdı “Galiba bu kadın bir şeyler biliyordu. Bu adamın adını da ondan öğrendi.” Yusuf konuşmaya başladı “Kılıcına gelince daha önce de gördüm, bazen kılıçlar içten çatlar ama dışarıdan gözükmez, işi bilen biri o zayıf noktayı fark ederse rahatça bir kılıcı kırar Ama çocuk hiç savaştan dövüşten anlamam diyor.”

Tuğalp şaşkındı, kafası karışmıştı ve ne diyeceğini bilemiyordu. Konuşmaya bu sefer İlhan girdi “Bir hafta hazırlık, iki hafta köylerde tüccar kılığında dolaşıp durma, pek bir şey anlamadım. Ama şunu söyleyeyim evvelki aramalara da katıldım, dağlarda kara elbiseli Mongol askeri arayıp durduk, ölüleri cesetleri inceleyip durduk, bir buçuk yıldır bu iş çözülmedi. Artık bu işi çözmeliyiz, yoksa İsmail beye yazık olacak.” Yusuf iç çekti “Ona yazık olacak da bize ne olacak, giderayak hepimizin ayağını kaydırabilir.” Arif sakalını kaşıdı “O zaman Yusuf sen şu haydudu nasıl kimseye çaktırmadan yakalayacağız planını yap, çünkü anlaşılan tek ipucu o adam.” Yusuf iç çekti, “Tamam, bir şeyler düşüneceğim.” dedi, hepsi çadırlarına çekildiler.

Ertesi sabah ekip toplandı, bir araya geldiler biraz konuşup planı yaptılar. Ardından Yusuf köy merkezine gitti, orda bulduğu hemen herkese “Taraklı yoluna gideceğiz, yolda haydut var mı? Kaç kişiler, bizi yakalarlarsa her şeyi mi alırlar yoksa haraç alıp bırakırlar mı?” Gibi sorular sordu. Haydut gurubu otuz kişi kadardı, oldukça acımasızlardı ancak her geçenden haraç almıyorlardı, genelde tüccar görürlerse saldırıp öldürüyor tüm mallarını alıyorlardı.

İki at arabası üstünde öğleye doğru Bahadır ve Arif yola çıktılar. Yaşlı adam öndeki arabayı, genç ise arkadaki arabayı kullanıyordu. Yolda beklenen oldu haydutlar ortaya çıktı. Haydutlar önce uzun mızraklarla iki arabalık konvoyun önüne atladı ve atları uzun mızraklarının ucunu göstererek durdurdu. Bu esnada aynı şekilde arkadan da uzun mızraklı haydutlar çıktı, toprak yolun bir tarafı ağaçlık alan diğer tarafı ise arabaların çıkamayacağı bir tepeydi, kaçacak yerleri yoktu. Arif ve Bahadır arabalardan ellerini kaldırarak indiler.

Bu esnada diğer haydutlar ağaçlık alandan çıkarak arabaları yağmalamaya başladılar. Bu esnada eşkıyaların başı elleri havada bekleyen Bahadır’la Arif’in yanına geldi. Kıvrımlı hançerini çıkardı ve Bahadır’ın boynuna dayadı. Arif, “Direnmeyeceğiz, teslim oluyoruz” dedi. Haydutların reisi olduğu belli olan kişi sap sarı dişlerini göstere göstere sırıttı “Canlınız bir şeye yaramaz.” dedi. Hançerini saplamak için geriye çekti bu esnada Bahadır “Babam, babam size benim için yüz altın verir, lütfen canımı bağışlayın!” diye bağırıp ağlamaya başladı, Arif Bahadır’ın oyunculuk yeteneğine hayran kalmıştı. İçinden “Lan bu çocuğun beceremediği bir şey var mı.” diye geçirdi. Çünkü Bahadır’ın zerre kadar korkmadığını biliyordu.

Haydut reisi “Söyle bakalım baban kimmiş, neredeymiş?” Bahadır “Taşhisar’dan Tüccar Rıfkı.” Bu sefer haydut reisi Arif’e yöneldi Arif “Ben çok varlıklı değilim beyim ama benim hanım benim için biriktirdiğim yirmi beş altını verir, Taşhisar’dan Cemile kadın, Çeşmeli medresesinin hemen yanında evimiz var.” Haydut hançerini indirdi Arife “Şanslısın, eğer Taşhisar’a adam yollamayacak olsaydım yirmi beş altın seni kurtarmazdı.” Rol yapma sırası Arif’teydi sanki rahatlamış gibi bir oh çekti.

Ellerini bağladılar, kamplarına götürdüler. Haydutların sayısı otuz kadardı, Bahadır ve Arif elleri arkadan bağlanmış halde oturuyorlardı. Haydutlardan birisi fidyeyi almak üzere Taşhisar’a yollandı.

Taşhisar’a giden haydut kamptan bir saat kadar uzaklaşmıştı ki karşısına üç kişi çıktı, haydut karşısındakilerin niyetinin iyi olmadığını anladı, atını dört nala üstlerine sürdü, uzun boylu olan üstüne gelmekte olan atın kafasına tüm gücüyle bir yumruk attı. At devrildi. Haydudun bacağı ölmüş atının altında kalmıştı. Acıyla bağırmaya başladı ama kamptan sesinin ulaşmayacağı kadar uzaktaydı. Yusuf hayduta yaklaştı kulağından tuttu, “Sana bir soru soracağım, eğer cevap verirsen kulağın yerinde kalacak eğer vermezsen, diğer kulağına geçeceğim, sonra dişlerine sonra… Neyse sen meseleyi anladın.” Haydut korku içinde gözlerini pört pört açmış halde kafasını salladı. Sana bir kişinin ismini soracağız Tufan.” Haydut istemsizce gülmeye başladı, hatta gülmesi manyakça bir hal aldı, beş altı dakika sonra sustu. “O sünepeyi ne yapacaksınız?” Yusuf şaşırmıştı, Tufan’ın haydutların reisi ya da yardımcısı falan olmasını bekliyordu, Yusuf “İşimiz var onla, neye benzer, nasıldır bir tarif et.” Haydut “Eğik ağızlı, yamuk kafalı hafif topal biridir, kampın angaryasını yapmasa çoktan kurtulmuştuk sünepeden.” Yusuf tamam anlamında kafasını salladı, İlhan hızlı bir hareketle kılıcını haydutun kalbine sapladı, adam kıpırdayamadan öldü.

Bahadır elleri bağlı oturmaktaydı, fidyeci gidene kadar sessizce oturdu, fidyeci gittikten iki saat sonra Bahadır çevresine dikkat kesildi. Yanlarından bir haydut geçerken Arife dönüp “Hiçbir şeye değil de o şaraba acıyorum” dedi. Haydut hemen Bahadır’a doğru yöneldi, yakasına yapıştı “Hangi şarap?” diye sordu. Bahadır “Arabadaki iki küp şarap.” dedi. Haydut gözlerini iri iri açtı, “Demek arabada şarap vardı nerde, nerde şarap!” Bahadır omuz silkti “Ben ne bileyim arabaya siz el koydunuz.” Haydut öfkeli bir biçimde reisin çadırına gitti, “Reis hani ne alırsak gizlemeyecektin hakkımızı alacaktık, şarap nerde?” Bir anda eşkıya reisi çadırdan fırladı “Ne şarabı, ne alıkoyması, sen kendini ne sanıyorsun!” Bu esnada eşkıyalar reislerinin çadırı etrafında toplandılar. Eşkıya reisinin kendi adamlarından çalması hiç bir eşkıyayı şaşırtmazdı. Yağma esnasında eğer diğer haydutlardan kimse görmüyorsa değerli bir şeyi cebe atmak eşkıyalık adeti gibi bir şeydi ama kendilerinden çalınan şeyin şarap olması tüm eşkıyaları kızdırmıştı, şarap demek keyifli bir gece demekti ve reislerinin onlardan bunu çalması kabul edebilecekleri bir şey değildi. Reisin has adamları reisin yanında yer alırken diğer eşkıyalar karşısına çıkmışlardı. Reis bağırdı “Durun, eğer gerçekten şarap olduğunu söylüyorsan getir göster.”

Kampta kargaşa varken İlhan kolayca Bahadır’a yaklaştı, Bahadır’a “Tufan kafası yamuk, ağzı eğik hafif topal bir adammış, kampta köpek gibi davranılan biriymiş.” dedi. Bahadır “Şarabı nereye gizlediniz?” diye sordu, İlhan eliyle işaret etti ardından ağaçlık alanda kayboldu. Bahadır ve Arif soyuluyorken Tuğalp şarap küplerini kampa gizlemişti.

Eşkıyalar tartışmadan sonra şarap aramaya başladılar, hatta içlerinden biri reisin çadırına bile girmeye kalktı. Reis boğazına eğik hançerini dayayarak eşkıyayı önledi. Sonra bağırdı, “Bu yalanı kim uydurdu!” Bahadır’la konuşmuş olan eşkıya hemen Bahadır’ın yanına gitti, ona “Dediğin yalansa öldün çocuk!” dedi. Arif “O şarap nerde bilmiyor, nereye koyduklarını ben gördüm.” dedi. Eşkıya “Niye en başından söylemiyorsun!” diye bağırdı Arif “Başımız belaya girer diye korktum beyzadem.” dedi.

Elleri bağlı iki rehine önde Eşkıyalar arkada Arif’in gösterdiği yere geldiler. Arif bir bir ağacın altında küçük bir tümsekcik gösterdi, eşkıya reisin şaşkın bakışları arasında kumu kazıdı ve kolayca iki küp ortaya çıktı, içlerini açtıklarında şarap dolu olduğunu gördüler.

Reis bağırmaya başladı “Hayır ben sizden şarap falan gizlemedim, oyun bu, bu adamların oyunu bu!” parmağını iki rehineye doğru sallıyordu, Bahadır soğuk bir ifadeyle “Yani diyorsun ki elleri bağlı, bir piri fani ve bir velet kalktı her biri birer kantar gelecek bu iki küpü kaldırdı ve buraya gömdü.” Reis daha da çıldırmıştı. Hayır diyorum ben sizden şarap falan gizlemedim. Bahadır eşkıyalara “Sen şimdi arabada bin altınlık torbayı da gizlememişsindir!” dedi. Eşkıyalar reislerine döndüler reis bağırmaya başladı “Valla altın falan çalmadım, yalan üçkağıt, siz çaldınız siz gizlediniz!” bu esnada kılıcını çekti. Bunun üzerine tüm eşkıyalar silahlarına davrandılar. Bahadır ve Arif yavaş adımlarla bölgeden uzaklaşmaya başladılar, kimse onlara dikkat etmiyordu, tüm eşkıyalar altın tartışmasına girmişti. Bir anda tartışma çatışmaya dönüştü, kılıç çınlamaları duyuldu, Bahadır güçsüzlüğü nedeniyle geride duran Tufan’ı fark etti, Arif’e “Orda, Tufan orda!” dedi. Tufan’ı başına bir şey gelmeden çatışma alanından çıkarmaları gerekiyordu. Yoksa tüm emekleri boşa gidecekti, Bahadır ve Arif iplerini çoktan çözmüştü, sadece iplerin hala bağlıymış gibi durmasını sağlıyorlardı. Arif atıldı, dikkati çatışmaya dönmüş olan kısa boylu yamuk kafalı adamı eline aldığı bir ağaç parçası ile birkaç darbede yere serdi. Ardından Bahadır’la birlikte kollarından tutarak çekmeye başladılar. Bu esnada üçlü dostlarına denk geldiler Tuğalp Tufan’ı omzuna yükledi ve hızla ordan uzaklaştılar.

Kamptan uzaklaştıklarında Yusuf sordu “Daha Akhisar’dayken şarabı satın aldın. Şarap gerekeceğini nerden biliyordun?” Bahadır cevap verdi “Erkeği kötü yola düşüren üç şey vardır, kadın, şarap ve kumar, uğraşacağımız kişilerin eşkıya olacağını biliyordum, yani bu üç şeye zaafları olacaktı.” Tuğalp Bahadır’a sordu “Neden eşkıyaları öldürüp her şeyi geri almadık?” Altınlarda dahil olmak üzere gerçekten değerli olan eşyaların Taraklı yoluna çıkmadan saklamışlardı ama arkalarında eşkıyalara bıraktıkları eşyalar yine de epey ederdi. Bahadır “Aralarında çatışma bittiğinde birkaçı ölmüş biri kaybolmuş ve iki rehineleri kaçmış olacak. Ancak hiç kimse bir şeyden şüphelenmeyecek. Bu işlerin arkasında kim varsa uyandırmamalıyız. Eğer koca bir eşkıya çetesi yok edilseydi bir ihtimal bu işlerin arkasındaki her kimse uyandırabilirdik.”

Ekip eşyalarını ve atlarını koydukları yere varmıştı. Bahadır Tuğalp’e “Şu ağacın altına bırak.” diyerek bir ağacı gösterdi, eşyalarının olduğu yere gitti, beline kılıcını taktı ve içinde yirmi farklı, ot, toz ve mineral olan ot kesesini eline aldı. Bahadır Tufan’a bir toz koklattı. Tufan gözlerini açtı, bir süre şaşkın şaşkın çevreye bakındı, Tufan kendisine gelince Bahadır “Bak Tufan bir kez soracağım, sende doğru cevap vereceksin…” Tufan başını olumlu anlamda salladı Bahadır “ Senin köyünden Tahir hakkında ne biliyorsun.” Tufan; “Pisliğin biridir, işe yaramazdır, beceriksizdir…” Bahadır konuşmasına izin vermedi, tam suratına bir tekme attı. “Tamam, çok iyidir, beceriklidir…” yine bir tekme Tufan’ın suratına indi. Bahadır cidden endişelenmişti, karşısında tam bir yavşak vardı, hem de öyle sıradan bir yavşak da değil gerçekten aptal bir yavşak. Bu adam Bahadır ne duymak istiyorsa onu söylemeye çalışacaktı, bu esnada da gerçekleri hiç çekinmeden saptıracak hatta yalanlar söyleyecek üstelik yalan söylediğini kendisi bile fark etmeyecekti. Bahadır bu karaktersiz heriften istediği bilgiyi nasıl alacağını düşündü. “Bana Tahir’le çocukluğundan başlatarak anlat.”  Uzun uzun anlatmaya başladı, anlattığı şeye dikkat eden biri onun Tahir’i kötülükler konusunda teşvik eden dalkavuk biri olduğunu anlayabilirdi. Fiziksel görünümü nedeniyle diğer köylü çocukları tarafından dışlandığından Tufan Tahir’e yanaşmıştı, Tahir’de Tufan’a hem ayak işlerini yaptırmış hem de onu bir süre yancı olarak tutmuştu. Tahir Tufan’ın ne kadar işe yaramaz olduğunu anlayınca ona yol vermişti. Tufan “Tahir en son şu yanındaki gibi gözleri olan (İlhan’ı işaret ediyordu) birileri ile görüşürken gördüm.” dedi. Bahadır “Nerde?” diye sordu. Tufan “Taşkını kalesinde.” dedi. Bahadır, Emin misin diye sordu, Tufan “Ahan da şu iki gözüm önüme aksın orda gördüm.” dedi. Yusuf araya girdi, “Taşkını Kalesi derken Yüksek Hisarın ötesindeki Taşkını’nından bahsediyorsun değil mi?” Tufan “Evet, Yüksek Hisarın ötesinde, Şivan’ın kontrolündeki taşkını.”

Yusuf baya şaşırmıştı. Taşkını kalesinde Moğolların bulunması önemli bir meseleydi. Ama tek ipucu da buydu. Bahadır öğreneceğini öğrenmişti. Yusuf’a döndü, “soracak bir şey kaldı mı?” diye sordu. Yusuf “Hayır.” dedi. Bahadır bu yavşaktan daha fazla bilgi alamam diye düşündü kılıcını çekti ve Tufan’ın boynuna vurdu, Tufan kanlar içinde çırpınmaya başladı, Bahadır şaşırmıştı, onun durduğu esnada Yusuf kılıcını çekti yarım kalan işi bitirdi. Sonra Bahadır’a dönüp “Bilmiyorsan bilene söyle o yapsın!” dedi. Bahadır, “Öğreniyoruz, öğrenirken olur böyle hatalar.” Dedi. Tuğalp, “Amma soğukkanlı katilsin Bahadır, ben hayatımda hiç senin gibi ilk kez adam öldürürken böyle rahat olan görmedim.” Bahadır “ Eğer masum bir insanı öldürseydim kendimi asla affetmezdim. Kahrolurdum ama öldürdüğüm bir haydut. Eline fırsat geçse beni hiç tereddüt etmeden öldürecek, sağ kalırsa masum insanları öldürmeye devam edecek bir haydut. Mantığım onu öldürmemin hiçbir kötü yönünün olmadığını söylüyor, bu yüzden içim rahat.” Arif Bahadır ne derse desin ondan korkmak lazım diye içinden geçirdi.

[1] Haminne: Hanım nine kelimelerinden oluşan eski bir tabir. Genelde ninenin annesi için kullanılır.

Mustafa Söylemem

  1. Bölüm İçin TIKLAYINIZ
  2. Bölüm İçin TIKLAYINIZ
  3. Bölüm İçin TIKLAYINIZ
  4. Bölüm İçin TIKLAYINIZ
  5. Bölüm İçin TIKLAYINIZ
  6. Bölüm İçin TIKLAYINIZ
  7. Bölüm İçin TIKLAYINIZ
  8. Bölüm İçin TIKLAYINIZ

Gülten AJDER

Kitap okumayı seven insanlar daha zeki ve daha başarılı olurlar. Bende bu yüzden kitap okumayı sevdirmek istedim bu site ile. Gizli kalmış bütün bilgilerin kitaplarda saklı olduğuna inandığımdan, kültür seviyemizi yükseltmek, bilgi hazinemizi daha da zenginleştirmek, gizli yeteneklerin ortaya çıkmasına destek olabilmek için, okusun yazsın benim ülkemin insanları diye bir işin ucundan tutmak isteyen birisiyim.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu