Dehşet Öyküleri

Yarışmada 1. Gelen Hikaye

Hikaye

Yarışmada 1. Gelen Hikaye

“Rüyalarının Peşinde”

Ergün Doğan – Birincilik Ödülü

Gözleri ipek kuşakla bağlı siyah bir kısrağın sırtında yol alan bir postacıyım ben. Gözleri bağlı, başka türlü yolunu bulamaz çünkü. Sufiye sorsan gönül gözü der. Cellada sual edecek olsan, kan görmemesi kendi çıkarınadır diyecektir. Ama ben kimseye el etmem, sual etmem kimseye. Postacıyım, bir menzilden diğerine kadar da ses etmem. Süleyman Peygamber miyim ki börtü böcekle konuşayım! Sukut altındır. Çarçur etmem hazinemi. Laf-ü güzafla saltanat sürmem şu cam kubbe altında! Hikaye

Bir tek küheylanımla konuşurum, bir tek küheylanımla dertleşirim.

Atım, güzel atım, can pare atım, yedi düvelde nal inleten atım. Böğründe bir cevşen bir de sızı taşıyan atım. Bilesin ki bu son yolculuğumuzdur. Ama bu görev diğerlerine benzemez. Sadece yol kesen haydutlar değildir bizi bekleyen tehlike. Kar ve boran değildir. Yılanlar, çıyanlar, insanı ense kökünden yakalayıp iliklerine kadar titreten baldıranlar değildir. Yiğidi yoldan çıkaran dilberleri ise hiç kafana takma. O taraklarda bezimiz kalmadı artık. Bizi bekleyen tehlike başkadır cancağızım! Sevinç naraları atılırken bir mızrağın ucunda sallanan başımızın, yerde canı çekilen, solan bedenimize bakmasından daha acı bir tecrübe olabilir bu. Durma öyle, bundan ötesi var mı deme, anlatamam…

Yalnızca şunu bil ki bu görev boynumuzun borcu. Tepeden tırnağa sınanacağız ve kendimizden kovulacağız. Sırra kadem basacağız güzel kısrağım, ansızın kaybolacağız… Öykü

Neyse bunları düşünmenin sırası değil şimdi. Görelim bakalım, kimmiş bu bey? Bizden ne istermiş öğrenelim? Sen keyfine bak. Suyunu, arpanı verecekler. Dinlen, güç topla ki içim rahat olsun. Anlaşılan ben biraz daha bekleyeceğim burada. Genişçe bir odada bir minder gösterdiler bana. Kaz tüyünden yapılmış, rahat mı rahat! Şu koca ömrümüzde başımıza nasip olmayanı kaba etlerimiz tadıyor ya, üzüleyim mi sevineyim mi bilmiyorum. Geçmişi bir çırpıda unutmak kolay değil tabi. Gülücükler hemen sönüyor da yaralar öyle mi! Sızısı dinecek, kabuk bağlayacak, görünmez olacak derken koca bir ömür bitiveriyor. Yine de bu küçük safahatın tadını çıkaracağım. Boş yere kederlenmeye ne hacet! Hele ki böyle bir günde… Bu şehre adım attığımızdan beri her şey çok tuhaf can parem. Sanki senin dizginlerini değil de Hz. Musa’nın asasını tutmuştum. Yalan değil, bir ara Kızıldeniz’in yatağında yol aldığım duygusuna kapıldım. Kenara çekilmeler, saygıyla eğilmeler, şaşkın bakışlar… Biz böyle şeylere alışık mıyız? Sonra bu saray yavrusuna geldik. Tam bize gösterilen teveccüh buraya kadarmış diye düşünürken, konakta karşılaştığımız her beşerin telaştan ve şaşkınlıktan eli ayağına karışıp, dili damağına yapışmadı mı? Baksana kaç zaman oldu ne gelen var ne giden.

Dur bakalım gelen birileri var galiba. Ayak sesleri işitiyorum. Odanın koridora açılan girişinde iki çam yarması belirdi bile. Ne diyelim Allah yardımcımız olsun! Hikaye

Yerimden kalkıp yanlarına gidiyorum. Ardından onların peşi sıra uzunca bir koridoru geride bırakıyorum. Karanlık bir odaya alıyorlar beni. İki yanımdan refakat edip içeri buyur eden hizmetçiler gerisin geri dönüyorlar sonra. Az önce araladığımız kapı hızlıca açılıp kapanıyor. Bir an bir alaz parıldıyor. Kamaşıyorum ama nafile, bir cismin zerresine bile değmiyor nazarım. Dipsiz bir kuyuya çömelmiş bakıyor gibiyim. Senden daha körüm, boşlukta sallanıyorum sanki. Bir de burnuma nüfuz eden tömbeki kokusu ve fokurdayan su olmasa yapayalnız olduğum vehmine kapılacağım. Şüphesiz yalnız değilim, değilim ya, yüzünü de közünü de saklamış. Belli belirsiz bir siluetin ötesinde gördüğüm bir şey yok. Doğrusu çok da umurumda değil. Buraya emanetimi almak için çağrıldım. Büyüklerimiz vakit nakittir demişler. Ne vereceklerse versinler de bir an önce yollara sürüleyim.

İçimden geçenleri okumuş gibi karanlıkta oturan adam konuşmaya başlıyor:

Geldin mi Mustafa? Hikaye

Bu odada bir sihir var. Korkmuyorum, ürpermiyorum desem yalan olur. Ne tür bir oyunla karşı karşıyayım, bilmiyorum. Ama yine de omzumu düşürmeden dik durmaya çalışıyorum. Gücümü toplayıp sesleniyorum karanlığa:

– Çok saygıdeğer efendi! Kıymetli zamanınızı benimle heba etmenizi istemem. Emanetimi almak ve gideceğim yolu öğrenmek için buradayım. Zorlu bir yolculuğa çıkacağım kulağıma çıtlatıldı ama…

Devamını getiremiyorum, öylece kalakalıyorum o yarım nefeste. Aklımdan geçen cümleler bunlar değildi. Durduk yere bir çuval inciri berbat edeceğim bu gidişle. Ben ki ne beylerin paşaların huzurunda el pençe divan durmuş, sesimi kaybetmemiştim. En tehditkar pusulaları bile dizlerim titremeden muhatabının ellerine bırakıvermiştim. Şimdi gel de nezaket bilgisinden yoksun bir cahil cühelanın kılığına giriver. Olacak iş mi bu!

Ben böyle pis pis düşünürken O söze giriyor:

– Emanet, atının terkisine yüklendi bile. Gideceğin yeri de söyleyecekler sana. Eğlenme, tez yola çık, senin acelen benimkiyle kıyas edilemez.

Derin bir soluk alıyorum, ferahlıyorum. Bu kadar kolay olacağını tahmin etmiyordum doğrusu. Karanlığı selamlayıp kapıya doğru yöneliyorum. Kapıyı açar açmaz holün duvarında asılı duran kandilin cılız ışığı yalpalıyor. Bir önseziyle omzum üzerinden başımı geri çevirmemle o karanlık odada yüzümün aksini bir sırçada görmem bir oluyor. Tam da o siluetin üzerinde duruyor didarım. Ama besbelli aynalar oyun oynuyor bana. Benim çehremde bir başkasının gülümsemesi var, bir başkasının gençliği… Hikaye

Soluğu senin yanında alıyorum cancağızım. Terkine bakar bakmaz anlıyorum ki bu yolculuk benim kaderim, geleceğim ve geçmişim. İçimde bir tufan kopuyor. Ne çare, elimde pusula düşüyoruz yollara. Koyaklardan geçiyoruz, düz ovalardan, şehirlerden, kasabalardan, gözlerden ırak unutulmuş köylerden. Üstümüzde sema, altımızda  kara toprak, çarşaf çarşaf lalezarlar, gelincik dalgaları… Çok yol alıyoruz cancağızım, kuşların kanatlarında uçar gibiyiz, çok yol alıyoruz. Ama ilk defa değil bu, biliyorsun, ben kendimi bildim bileli bağsızdım, rüzgâra kapılmış bir yaprak gibi oradan oraya sürüklendim. Şimdi içimde bir tufan kopuyor olsa da hep böyle değil miydim ben? Bağsızdım ben, yerim yurdum olmadı. Bir şehirde üç günden fazla kalmadım. Köksüz bir ağaçtan farkım yoktu.

Babam yıllar önce yollara pervane olmuş, yollara maşuku gibi sarılmıştı. Anamı ise şu kırk beş yıllık hayatımda topu topu yedi sekiz yıl görmüşümdür. O da henüz bir sabiyken. İkisinin de yüzünü ve sesini unutalı yıllar oldu. Tek hatırlayabildiğim babamın alnının çatısının orta yerinde duran kahverengi ben. Şu anda nerede olduklarını da bilmem. Kim bilir belki de çoktan hakkın rahmetine kavuşmuşlardır. İki de erkek kardeşim vardı: Kabil ve Hasan. Üçümüz de aynı gün doğmuştuk. Aynı burç sularımızı oynatıyor, yıldız namemizde aynı çizgiler vücut buluyordu. Fala inanma ama falsız da kalma derler ya, doğruymuş meğerse! Gün geldi onların düz çizgilerinden ansızın uzaklaştım. Keskin bir değirmiyle ayrıldım burcumdan, içimdeki ateşle kıvılcımlar saçarak babamın yörüngesine girdim. Ama hayat feza gibi geri dönülmez bir dehliz, ne babamı bulabildim ne de geriye dönebildim. O gün bu gündür de serseri bir yıldız gibi bir çekimden diğerine akıyorum. Öykü

Bunları sana neden anlatıyorum bilmiyorum. Sen beni benden daha iyi tanımaz mısın cancağızım! Benimkisi can sıkıntısı, boş meşgale, başka ne olacak! Biz iyisi mi bu dam altında işimize bakalım, muhasebemizi yapalım. Baştan söyleyeyim, bilesin ki durumumuz tam bir muamma. Üç gün oldu yollardayız. Aldığımız menzilin haddi hesabı yok ama sen gel bir de bana sor, bir arpa yol almamış gibiyim. İçim içimi yiyor. Kendimi yola verebildiğim mi var! Bir gözüm sürekli senin terkine takılıyor, koyun postuna gizlenmiş o emanete, sızdırdığı kan pıhtılaşan o emanete. Allah şahidim ya, aklım hep orada. Hiç böyle olmamıştım. Huzurum kaçtı, şüphe aklımı alıp götürdü benden. Gideceğimiz yerin yazılı olduğu koynumdaki pusula değil de o post yol gösteriyor bize sanki. Ne yapacağımı bilmiyorum. O konağa geri dönmeyi düşünüyorum bazen. Geri dönüp ne mi yapacağım? “Al şu çil çil altınlarını da huzurdan başka şeylere ihtiyacı olan biri zavallı sebeplensin” diyeceğim o yüzü olmayan beye. Görüyorsun değil mi bu denli çaresizim! Bunca yıldır kahrımı çekersin; beni böyle gördün mü hiç? Anlayacağın durumumuz pek iç açıcı değil. Kim bilir bu han bize iyi gelecek, ruhumuzu sağaltacak belki. Dedim ya, biz muhasebemizi yapalım, önümüzü arkamızı bilelim.

Bu gün üçüncü gün. Güneş üç kere batıp üç kere sökün etti. Her gün biraz daha eridi kamer, biraz daha büyüdü karanlık. Her balkıyanda çiy düştü toprağa, her gecede tekmil yolcular uyudu yatsıdan sabah yıldızına. Üç ayrı kapıda soluklandık. Sıcak çorba ve arpa geçti boğazımızdan. Yine de güçten düştün, neredeyse çatlayacaktın yollara düşmekten. Acelemiz vardı, çok geç kalmıştık, eski zamanların peşinden koşar gibiydik.

Bu yollar yabancı değil bana. Önce babam geçmişti bir Moğol beyinin peşi sıra. Sonra da ben yapayalnız ve korkarak… O yitik zamanlar burnumda tütüyor şimdi, içimi acıtıyor, çocukluğumu hatırlatıyor bana.

Bunca yıl geçtiği halde unutamam. Arkasına bile bakmadan tozu dumana katarak gözden kaybolmuştu babam. Annem, Kabil ve Hasan birbirlerine sarılmış hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Onlardan uzakta bir taşın üzerinde ben de ağlıyordum ama ağlama nedenlerimiz farklıydı. Beni gözyaşlarına boğan şey, babamın bizi terk etmesi değil, giderken beni yanına almamasıydı. Hikaye

Yolların kaderim olacağını daha o gün anlamıştım. İşte şimdi de son postamı yüklenmiş benden isteneni yapıyorum. Bir kese altına değer mi? Dikilmiş koyun postunun içindeki emanetten sızan kan pelte pelte oldu. Açıp içinde ne olduğuna bakmaya cesaretim yok. Elimi bile sürmedim, bıraktım atımın terkisinde öylece. Bunca yıllık meslek hayatım da hiçbir postanın mahremine göz dikmedim, buna da dokunmam. Bu yolculuk benim alınyazımsa yapacağım tek şey kaderime boyun eğmektir.

Bu gün üçüncü gün. Yolculuğumuzun sonuna geldik kısrağım. Kim bilir belki de vademizin sonuna. Öyle ya da böyle bu şehir son durağımız olacak. Gıcırdayarak ardına kadar açılan şehir kapısı muradımız olacak. Üç gündür taşıdığın yükte bir fenalık var. Hele yükümüzden bir kurtulalım, emanetimizi sağ salim sahibine teslim edelim. İşte o zaman dengimizi bulacağız. Kalabalığa karışıp üç kuruşa haczedilmiş huzurumuzu esaretten kurtaracağız. Yürü, toynaklarını vura vura yürü, meyvelerini lapa lapa döken şu incirin gölgesi tahtımız olacak. Kaldır boynunu, dik dur cancağızım, bu çağ zulüm çağı olsa da, taş üstünde taş, omuz üstünde baş kalmasa da bilesin bizi karşılayan Aden Bahçesi. Methini çok duydum; sular gürül gürül akarmış burada. Her sokakta bir hayrat, her şadırvanda bir billur ışığı. Haneleri cıvıl cıvıl, pazarları bolluk bereket içindeymiş. Hikaye

Neyse bunları düşünmenin zamanı değil. Baksana konağa geldik bile. Yalnız bir şey var ki, söyleyemeden edemeyeceğim. Ne olursa olsun bu yolculuk bizi alelade olmaktan çıkardı. Gözlerin kör olsa da fark ettin değil mi? Burada da bakışlar hep üzerimizde. Bu şehir ahalisi de saygıda kusur etmiyor. Zengininden fakirine kadar kim olursa olsun selamlıyor, yol veriyor. Baksana bu konağın hizmetçisi de bizi tanıyor gibi. Görür görmez sorgusuz sualsiz içeri alıyor. Yediriyor, içiriyor, güneş yanıklarıma merhemler sürüyor kendi elleriyle.

Sonrasını sana anlatmanın ne kadar zor olduğunu bilemezsin cancağızım. Kaderin bana böyle bir oyun hazırladığını, kolumun altında tuttuğum koyun postuyla kabul odasına alındığımda beni orada bekleyenin nerdeyse kırk yıldır görmediğim öz kardeşim Kabil olduğunu nerden bilebilirdim. Ama tam karşımda duruyor işte. Aramızda yalnızca büyükçe bir satranç tahtası var. Saçları benim saçlarım, gözleri benim gözlerim, yüzü benim yüzüm. Bir an bile şüpheye kapılmadım. Karşımda oturan, Kabil değil de Hasan olabilir mi diye aklımdan geçirmedim. Hasan satranç oynamazdı çünkü. Benimle Kabil’in en büyük eğlencesi ise satrançtan başka bir şey değildi. Çoğu zaman yenişemezdik. Vezirleri, kaleleri, filleri değişir, atlarımızla birbirimizi alt etmeye çalışırdık. Gerçek hayatta atınla hasmını alaşağı etmen ne kadar kolaysa cancağızım, satrançta bir o kadar zordur. Biz de bunun üzerine oyun içinde oyunlar oynardık. Bazen önde olan, rakibine taşları değiştirme teklifinde bulunur, bazense gömleklerimizi değiştirir, bu sayede birbirimizin aklından geçenleri okumaya çalışırdık.

Aslında şu an da tek isteğim gömleklerimizi değiştirmek. Belki bu sayede bilebilirim, neden buradayım ve öz kardeşi de olsa bir beyin sıradan bir postacıya sarılması doğru mudur? Kardeşim beni satranç masasına buyur ettiğinde aklımdan geçenler, bilmek istediklerim bunlardı. Öykü

– Hoş geldin Mustafa. Beyazlar senin olsun. İlk hamleni oynadım bile.

Ne yani bütün bir yolculuk, bir satranç oyunu için miydi? Usulca fildişi taşlara bakıyorum, soldaki atı piyonların önüne sürmüş; ilk hamleyi bu şekilde yapmayacağımı çok iyi bilir. Ama elden ne gelir, emaneti sağ salim getirdim diyemeden koyun postunu masaya bırakıp oturuyorum. Onunsa sabırsızlıkla bu anı beklediği her halinden belli; şahın önündeki piyonu iki kare ileri sürerek en sevdiğim girişi yapıyor. Benim atımı meydana salarken, kendi atını saklıyor, oyunun berabere bitmesini istemiyor.

Bir süre sessiz sedasız sürüyor oyun. Ne bir saldırı, ne bir tehdit, ne de şüphe uyandıracak bir hamle. Kılıçlar kınında bekliyor, yürekler nidalarını gizliyor. Ama hepsi o kadar… Sonrası tam bir vahşet! Piyonlar, filler bir bir yere seriliyor, taş üstünde taş kalmıyor, kaleler yıkılıyor. Daha fazla kanayan, kayıpları daha çok olan benim cancağızım. Çok geçmeden de vezir dayanıyor kapıma. Ne sağa dönebiliyorum, ne sola. Kendi vezirim düşman hatlarında kalmış, atım ise çok uzaklarda. Kasabının önünde boğazlanmayı bekleyen kurbanlık bir koyundan farkım yok, çaresiz çırpınışlarla eceline hazırlanan bir tokludan… Son bir umutla atıma bakıyorum; arka saflara sızsam, orada huzur içinde sığınağında bekleyen şahın uykularını kaçırsam diye düşünürken düşmanım Kabil yetişiyor imdadıma:

–Taşları değişelim mi? Hikaye

– Olur, istersen gömlekleri de değişelim, diyorum, sanki yıllardır bu suali bekler gibi.

Bir an bile duraksamadan yerinden kalkıyor ve kıymetli ipek gömleğini çıkararak uzatıyor bana. Ben de üzerimden sıyırıp veriyorum gömleğimi. Ardından yerlerimizi değiştiriyoruz. Oturur oturmaz göz göze geliyoruz. Karşımdaki bir başkası değil, aynaya bakıyorum sanki. Yıllarca babasının izini süren, ömrü yollarda geçen ben değilim, o sanki. Annemi ve kardeşlerimi bırakıp evi terk etmediğim hissine kapılıyorum birden. Buraya geldiğimden beri ilk kez konuşmak istiyorum, suçunun cezasını çekmiş ve karanlık hücresinden çıkarılarak azat edilmiş gibiyim. Bu sayede ürkek bir sesle annemi soruyorum Kabil’e. Yüzü sertleşiyor, sönüyor yüzü, gözlerini benden kaçırıp, sol tarafında duran koyun postuna dönüyor. Bir hizmetçi avuç içinde taşıdığı tepsiyle içeri giriyor tam bu sıra. Kahvelerimizi önümüze bırakıp, odanın karanlık uzak bir köşesine çekiliyor.

Kabil gözlerini koyun postundan ayırmadan bir yudum alıyor kahvesinden. Yüzüme bakmadan nerdeyse fısıltıyla soruyor:

– Kabil neden kardeşi Habil’in canına kıymış bilir misin? Hikaye

Cevap vermemi beklemeden devam ediyor:

– Habil’in koyun sürüsü kendi koyun sürüsünden daha besili olduğu için, yani kardeşini kıskandığı için kana bulamış elini.

Elbette biliyorum ama konuşma isteğimi kaybettiğimden susuyorum. Bu oda gitgide ağırlaşıyor, beni soluksuz bırakıyor gibi. Bir an önce bu oyuna son vermek ve buradan çekip gitmek istiyorum artık. Kahvemi bir çekişte bitiriyorum. Kabil de içiyor kahvesini ama daha ikinci yudumunda titremeye başlıyor eli. Fincan yere düşüp tuz buz oluyor. Gözleri soluyor Kabil’in, beyaza dönüyor gözleri. Ellerinde başlayan titreme bütün bedenine yayılıyor, yığılıp kalıyor yere, ağzından köpükler geliyor, soluyor bedeni. Öylece donup kalıyorum, ne yapacağımı bilemeden elim kolum bağlı bekliyorum. Karanlık köşesinden çıkan hizmetçi sökün ediyor bu sıra, telaşsız sakin adımlarla yanıma yaklaşıyor:

– Gözünüz aydın efendim, kardeşiniz Mustafa Hakkın rahmetine kavuştu çok şükür, diyor.

Sonra da koyun postunu alarak dikişlerini söküyor bir çırpıda. Ense kökünden kesilmiş bir insan başı çıkıyor meydana. Alnının çatısının orta yerinde koca bir ben duran bir baş, babamın güzel başı. Hizmetçi, benden bir emir beklercesine yüzüme bakıyor. Bir şey diyemiyorum ama anlaşılan bu konağı kendimize mesken edeceğiz cancağızım, senin o güzel gözlerine yeniden mil çekip yolları unutacağız. Hikaye

Kayseri Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları No: 138
Emir Kalkan Hikâye Yarışması

hikaye, hikaye oku, hikayeler, hikaye yarışması, en güzel hikayeler, hikaye birincisi, öykü, öykü yarışması, dehşet hikayeleri, dehşet öyküleri,

Gülten AJDER

Kitap okumayı seven insanlar daha zeki ve daha başarılı olurlar. Bende bu yüzden kitap okumayı sevdirmek istedim bu site ile. Gizli kalmış bütün bilgilerin kitaplarda saklı olduğuna inandığımdan, kültür seviyemizi yükseltmek, bilgi hazinemizi daha da zenginleştirmek, gizli yeteneklerin ortaya çıkmasına destek olabilmek için, okusun yazsın benim ülkemin insanları diye bir işin ucundan tutmak isteyen birisiyim.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu