Dehşet ÖyküleriDünya Klasikleri

Franz Kafka Hikayeleri; “Ceza Sömürgesi”

Franz Kafka Hikayeleri

Yukarda subay işini bitirdikten sonra, bir kez daha gülümsedi, bütün küçük parçalarıyla büyük parçayı baştan aşağı süzdü, o zamana kadar açık duran hakkâkın kapağını vurup kapadı; aşağı inip ilkin çukura, sonra mahkûma baktı; mahkûmun giysilerini çukurdan çıkarıp aldığını görerek memnunluk duydu, ellerini yıkamak üzere gerdele yürüdü, gerdeldeki suyun iğrenç pisliğini neden sonra farketti, bu durumda ellerini yıkayamayacağına üzüldü, nihayet ellerini yerdeki kuma soktu, asıl temizliğin yerini tutacak gibi olmamasına rağmen ister istemez bu kadarla yetinmesi gerekiyordu; sonra doğrulup üniformasının düğmelerini çözmeye koyuldu, o anda ceketinin yakasının altına sıkıştırdığı iki hanım mendili ellerinin üzerine düştü. «Al, işte mendillerini!» diyerek mahkûma fırlattı bunları. Konuğa dönerek bir açıklamada bulunur gibi: «Hanımefendilerin armağanları», dedi.

Üniformasının ceketini çıkarırken sonra da büsbütün soyunurken gösterdiği açık seçik aceleye rağmen, giysisinin her parçasına büyük bir özenle davranıyordu; hatta ceketinin gümüş kordonlarını parmaklarıyla güzel güzel sıvazladı, sallayıp silkerek bir püskülü düzeltti. Ama her parçayı elden geçirdikten sonra hemen kaldırıp çukura atması, bu özene hiç de uygun düşmüyordu. Derken kayışıyla kısa meçi kalmıştı; önce meçi kınından çıkarıp kırdı, sonra meçin parçalarını, kını, kayışı, tümünü toparlayıp öylesine bir savuruşla savurdu ki, çukur içinde çın çın öterek her biri bir yana dağıldı.

Şimdi çırılçıplak ortada dikiliyordu subay. Konuk dudaklarını ısırıyor, bir şey söylemiyordu. İlerde ne olacağını bilmiyor değildi gerçi, ama subayın yapacağı herhangi bir hareketi de engellemeye hakkı yoktu. Subayın savunduğu yargılama usulü gerçekten ortadan kaldırılmak üzere bulunuyorsa -belki de konuğun işe karışması yüzünden, ki buna da konuk yükümlü hissediyordu kendini- o zaman subay tamamen doğru davranıyor demekti; konuk subayın yerinde olsa, bundan başka türlü davranamazdı.

Erle mahkûm ilkin ortada dönen şeyi anlamamışlardı, hatta dönüp baktıkları bile yoktu. Mahkûm mendillere tekrar kavuşmaktan büyük bir sevinç duyuyordu, ama bu sevinci uzun sürmedi, çünkü er önceden tahmin edilemeyecek acele bir uzanışla mendilleri mahkûmdan çekip aldı.

Bunun üzerine mahkûm, erin palaskasının altına soktuğu mendilleri tekrar oradan çekip çıkarmaya çalıştı, ama er uyanık beklemişti. Böylece boğuşup durdular bir süre. Ancak subay çırılçıplak soyunduğunda, dikkatlerini o yana yönelttiler. Özellikle mahkûmun içine, büyük bir değişiklik arifesinde bulunulduğuna ilişkin bir sezgi doğmuştu. Onun başına gelecekler, şimdi subayın başına geliyordu. Belki de sonuna kadar götürülecekti iş. Böyle olmasını belki de yabancı konuk buyurmuştu. Yani bir öc almadan başka bir şey değildi bu. Kendisi çektirilmek istenen acıları sonuna kadar çekmişti; ama şimdi bu acılar, karşısındakine sonuna kadar çektirilecek, öç alınacaktı. Birden mahkûmun yüzünde geniş ve ıssız bir gülüş belirip, bir daha kaybolmadı.

Ama subay makineye dönmüştü yüzünü. Makinenin dilinden iyi anladığı daha önce görülmüşse de, şimdi onu nasıl kullandığını ve makinenin subayın isteklerine nasıl boyun eğdiğine tanıklık etmek insanı nerdeyse şaşkına çeviriyordu. Elini tırmığa sadece yaklaştırması, onun kendisini alıp kabul etmesi için gerekli duruma girene kadar bir kaç kez inip çıkmasına yetti; ve daha kenarından tutar tutmaz titreşime başladı yatak; derken keçe tıkaç karşıdan subayın ağzına doğru yaklaştı. Subay ilkin tıkacı istemezmiş gibi göründü, ama yalnız bir an sürdü duraksaması, çok geçmeden boyun eğip tıkacı benimsedi. Her şey hazırdı, sadece kayışlar henüz yanlardan sarkıyordu, ama belli ki gereği de yoktu bunların, subay kayışlarla bağlamayacaktı kendini. Birden mahkûmun gözü çözük kayışlara ilişti; kayışlar bağlanmadı mı, kanısınca yargının infazı mükemmel olamazdı, bu yüzden çabuk çabuk ere işaret etti, subayı bağlamak için birlikte seğirttiler. Subay o anda manivelayı itip hakkâkı harekete getirmek için bir ayağını uzatmıştı ki, mahkûmla erin yaklaştığını görerek ayağını gerisin geri çekti ve kayışlarla bağlanmasına göz yumdu. Tabii bağlı durumda manivelaya erişemezdi artık; oysa manivelayı da ne er, ne mahkûm bulabilirdi; konuğa gelince, manivelaya elini sürmemeye kararlıydı.

Ancak gereksizliği de anlaşıldı bunun; çünkü daha kayışlar bağlanır bağlanmaz, makine çalışmaya başladı; yatak titreşmeye, iğneler subayın cildi üzerinde raksetmeye koyuldu; tırmık aşağı yukarı süzülüyordu havada. Konuk ancak bir süre gözlerini dikip baktıktan sonra, hakkâktaki bir tekerleğin gıcırdaması gerektiğini anımsadı; oysa her şey sessizdi, en küçük bir homurtu işitilmiyordu. Makine böyle sessiz çalıştığı için, dikkati üzerine çekmekten bayağı kurtuluyordu. Konuğun gözleri, karşıda dikilen erle mahkûmdaydı. Mahkûm ere göre daha hareketliydi, makinedeki her şeyle ilgileniyor, bazen eğiliyor, bazen doğrulup ayakları üzerinde dikiliyor, işaret parmağını uzatarak ere hep bir şeyler göstermek istiyordu. Konuk için tatsız bir durumdu hani. Burada işin sonuna kadar kalmayı kafasına koymuştu, ama erle mahkûmu o durumda görmeye daha çok katlanamayacaktı. «Haydi evlerinize!» dedi her ikisine birden. Belki er rıza gösterecekti, ama mahkûm söz konusu buyruğu doğrudan doğruya bir ceza olarak gördü. Ellerini kavuşturarak, eri burada bırakması için konuğa yalvarıp yakardı; hatta konuğun hayır anlamında başını sallayarak diretmesi üzerine, yere diz bile çöktü. Konuk burada buyrukların para etmediğini görünce, erle mahkûmu kovmak için karşıya geçmek istedi.

O anda yukarıdan, hakkâkın içinden gelen bir gürültü işitildi; başını kaldırıp baktı, yanılmıştı demek: çarklardan biri bozuk düzen çalışıyordu. Hakkâkın kapağı kalktı, derken tak diye büsbütün açıldı. Bir dişlinin sivri uçları göründü, bu sivri uçlar yukarlara doğru tırmanmaya başladı, çok geçmeden de çarkın tümü açığa çıktı; sanki bir büyük güç hakkâkı sıkıştırıyor, bu çarka makinede yer bırakmıyordu. Çark hakkâkın kenarına kadar dönüp geldi, sonra aşağı düştü, dik durumda kumun içinde biraz yuvarlanıp, hareketsiz kaldı. Ama hemen bir başka çark boy gösterdi yukarda; onu büyüklü küçüklü, birbirinden ayırt edilecek gibi olmayan bir sürü başka çarklar izledi; makinenin içinin artık boşaldığı sanılırken bir de bakılıyordu ki, bu kez pek bol sayıda çarklardan oluşan bir yeni grup çıkıyor ortaya, sonra her biri yere düşüyor, kumlarda yuvarlanıyor bir süre, derken uzanıp kalıyordu. Bu olay konuğun buyruğunu mahkûma büsbütün unutturmuş, çarklar tamamen onu büyülemişti; boyuna içlerinden birini yakalamak istiyor, eri kendisine yardıma çağırıyor, ama birden irkilerek çekiyordu elini; çünkü hemen arkadan bir başka çark çıkıp geliyor, bu da, hiç değilse dönüp gelirken, onu korkutuyordu.

Konuğa gelince: pek tedirgindi durumdan; makine besbelli parçalanıp dağılıyordu; sessiz sakin işleyişi bir yanıltıcı izlenimden başka bir şey değildi. O anda kendi başının çaresine bakacak durumda olmadığından, subayın yardımına koşması gerektiği gibi bir duygu belirdi içinde. Ancak bütün dikkatini çarklar kendi üzerine çekmiş makinenin geri kalan bölümünü gözden geçirmeyi unutmuştu; ama, son çarkın da hakkâktan ayrılmasından sonra tırmık üzerine eğildiği zaman, öncekinden de kötü bir sürprizle karşılaştı.

Tırmık yazmıyor, sadece uçlarını cilt içerisine batırmakla yetiniyordu; yatak ise vücudu yuvarlamıyor, onu sadece kaldırıp iğnelerin ağzına veriyordu. Konuk işe el atmayı, mümkünse bütün makinenin çalışmasını durdurmayı düşündü; çünkü subayın amaç edindiği gibi bir işkence olmaktan çıkmış bu, doğrudan doğruya bir cinayete dönüşmüştü. Ellerini ileri uzattı, ama o anda tırmık yan tarafında iğnelere geçirilmiş vücutla havaya kalktı, oysa bu normal olarak on ikinci saatte yapacağı bir şeydi. Sanki yüz oluktan boşanırcasına akmaya başlamıştı kan; ancak suyla karışık değildi, su akıtan borucuklar da bu kez çalışmamıştı. Ve nihayet son ödevini de yerine getirmeye yanaşmadı makine: vücut tırmığın uzun iğnelerinden bir türlü çözülemedi; içindeki kanı akıtıyor, ancak çukur üzerinde düşmeden kalıyordu. Tırmık eski durumunu almak üzere hareket etmek istiyor, ama üzerindeki yükten henüz kurtulamadığını kendi kendine farkeder gibi çukur üzerinde beklemesini sürdürüyordu. Karşıda dikilen erle mahkûma: «Ne duruyorsunuz, yardım etsenize!» diye seslendi konuk ve kendisi de bir yandan subayın ayaklarına yapıştı. O bulunduğu yerden subayın ayaklarından itecek, karşıdan da ikisi subayın başını tutacak, böylece onu kaldırıp iğnelerin altından alacaklardı. Ama erle mahkûm yardıma gelmekte duraksadılar; mahkûm bayağı sırtını çevirdi subaya; bu durumda konuğun karşıya geçip yanlarına varması, onları zorla subayın başını tutmaya zorlaması gerekiyordu. Bu arada nerdeyse istemeyerek ölünün yüzünü gördü. Tıpkı diri olduğu zamankinin aynı bir yüzdü; üzerinde vaat edilen kurtuluştan hiçbir iz yoktu; bütün ötekilerin makinede bulduğu sondan yoksun kalmıştı subay: dudakları sımsıkı birbirine yapıştırılmıştı, açık gözlerinde adeta bir hayat ifadesi taşıyordu, bakışı sakin ve inanç doluydu, alnına büyük demir iğnenin ucu gömülmüştü. Konuk, erle mahkûmun önü sıra yürüyüp sömürgedeki ilk binalara gelince, er içlerinden birini göstererek: «İşte çayhane», dedi.

Bir binanın zemin katında ileriye doğru uzanan, mağarayı andırır, duvarlarla tavanı dumandan kararmış alçak bir salondu burası. Yola bakan bütün cephesi açıktı. Kumandanlığın saray biçimindeki yapıları da içinde olmak üzere hepsi pek harap sömürgenin öbür binalarıyla arasında pek bir ayrım görülmemekle beraber, konuk üzerinde tarihi bir yer izlenimi uyandırmıştı; eski zamanların gücünü hisseder gibi oldu. Çayhaneye sokularak, yanında erle mahkûm yol üzerine çıkarılmış boş masalar arasından ilerledi, içerden gelen serin ve küflü havayı soludu. «Eski kumandan işte burada gömülü», dedi er, «Rahipler kendisine mezarlıkta bir yer vermekten kaçındılar. Bir süre nereye gömüleceği konusunda bir karara varılamadı, sonunda burada toprağa verdiler. Subay bunu size muhakkak hiç anlatmamıştır, çünkü bu durumdan en çok utanç duyan tabii o oldu. Hatta birkaç kez geceleyin eski kumandanı mezarından çıkarmaya kalktı, ama her seferinde farkedilip uzaklaştırıldı.»

Ere bir türlü inanmayan konuk: «Hani nerde mezar?» diye sordu. Erle mahkûm, her ikisi birden konuğun önü sıra seğirtip mezarın bulunduğu ileri sürülen yeri gösterdiler. Konuğu alıp çayhanenin arka duvarına götürdüler. Masaların birkaçında müşteriler oturuyordu. Limanda çalışan işçilerdi belki, ışıl ışıl parlayan kısa ve kara top sakallarla güçlü kuvvetli adamlardı. Hiçbirinin üzerinde ceket yoktu, gömlekleri yırtık pırtıktı, yoksul, aşağılanmış insanlardı hepsi. Konuğun yaklaştığını görerek birkaçı doğruldu, geri geri çekilip duvara yaslanarak karşıdan konuğa bakmaya başladı. Konuğun çevresinde: «Bir yabancı», diye fısıldaşma oldu, «mezarı görmek istiyor.» İtilip kenara alınan bir masa altından bir kitabe çıktı ortaya. Masa altında saklı tutulabilecek kadar alçak bir taştı. Pek küçük harflerle bir yazı yazılmıştı üzerine. Konuk, yazıyı okuyabilmek için yere diz çökmek zorunda kaldı. Şöyle deniyordu yazıda: «Burada eski kumandan yatmaktadır. Bundan böyle hiçbir isim taşımamaları gereken taraftarları ona bu mezarı hazırladılar ve bu kitabeyi başucuna diktiler. Yaşayan bir kehanete göre, kumandan sayısı belli yıllardan sonra yeniden dirilecek ve taraftarlarını alarak bu binadan çıkıp sömürgeyi yeniden ele geçirecek. İnanın ve bekleyin!» Konuk yazıyı okuyup doğrulunca, çevresinde dikilen adamların gülümsediklerini gördü; sanki söz konusu yazıyı onunla beraber okumuşlardı da gülünç bulmuşlardı ve konuğu da kendi görüşlerine katılmaya çağırır gibiydiler. Konuk böyle bir şeyi fark etmemiş gibi yaparak, adamlara biraz para dağıttı, masa yine eski yerine itilip mezarın üzeri örtülünceye kadar bekledi, sonra çayhaneden ayrılıp limana doğru yürüdü.

Erle mahkûm çayhanede tanıdıklara rastlamış ve onlar tarafından alıkonulmuştu. Ama çok geçmeden tanıdıkların ellerinden kurtulmuş olmalılar ki, konuk kayıklara götüren uzun iskelenin yarı yerine vardığında arkasından seğirtip geldiler. Belki konuğu son anda, kendilerini de beraber götürmeye zorlamaktı amaçları. Konuk aşağıda bir kayıkçıyla gemiye gitme işini konuşurken, erle mahkûm doludizgin merdivenden indiler; sesleri çıkmıyor, çünkü bağırmayı göze alamıyorlardı. Ama aşağıya vardıklarında, konuk kayığın içerisine girmiş bulunuyordu ve kayıkçı palamarı çözmek üzereydi. Erle mahkûm henüz atlayabilirlerdi kayığa, ama konuk yerden ağır ve düğüm yapılmış bir halatı kaldırıp her ikisine doğru gözdağı verircesine salladı, onları kayığa girmekten alıkoydu.

Franz Kafka

Çev: Kâmuran Şipal
Cem Yayınları – Hikâyeler – KAFKA

Önceki sayfa 1 2 3 4

Gülten AJDER

Kitap okumayı seven insanlar daha zeki ve daha başarılı olurlar. Bende bu yüzden kitap okumayı sevdirmek istedim bu site ile. Gizli kalmış bütün bilgilerin kitaplarda saklı olduğuna inandığımdan, kültür seviyemizi yükseltmek, bilgi hazinemizi daha da zenginleştirmek, gizli yeteneklerin ortaya çıkmasına destek olabilmek için, okusun yazsın benim ülkemin insanları diye bir işin ucundan tutmak isteyen birisiyim.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu