Dehşet ÖyküleriDünya Klasikleri

Franz Kafka Hikayeleri; “Ceza Sömürgesi”

Franz Kafka Hikayeleri

Gelgelelim, kumandanın getirdiği yeni yumuşak düzende başka görüşler savunuluyor. Kumandanın çevresindeki hanımefendiler, infaza götürülmeden önce mahkûmu tatlılarla tıka basa doyuruyorlar. Bütün ömrü boyu leş gibi balıklarla karnını doyuran bu adam, nasıl şimdi kalkar, tatlı falan yiyebilir. Evet, olmaz değil; üç aydır alın, alın diye yalvarıp durduğum yeni keçe tıkacı sağlasınlar, bir şey söylemezdim nihayet. Yüzü aşkın mahkûmun son anlarında somurup ısırdığı bu keçe parçasını nasıl ağzına alabilir insan.»

Mahkûm başını yere yatırmıştı, uslu uysal bir hali vardı; er ise mahkûmun gömleğiyle makineyi temizlemeye uğraşıyordu. Subay konuğa doğru yürüdü; konuk, içindeki bir sezgiye uyarak, bir adım geriledi; ama subay elinden yakalayarak onu bir kenara çekti. «Sizinle mahrem birkaç şey konuşmak istiyorum», dedi, «müsaade edersiniz herhalde?» «Hayhay» diye cevapladı konuk ve gözlerini yere indirerek dinlemeye koyuldu.

«Bu türlü bir yargılamayı ve sizin şu anda hayranlıkla izleme fırsatı bulduğunuz idam usulünü artık bizim burada açıkça tutan kalmadı. Bunun tek temsilciliğini yapan, aynı zamanda eski kumandanın verasetine tek sahip çıkan benim. Bundan böyle bu usulün daha çok geliştirilmesi diye bir şey düşünemem artık, bütün gücümü var olanı ayakta tutmaya harcamak zorundayım. Eski kumandan zamanında sömürge bu türlü bir yargılama taraftarlarıyla doluydu; hani eski kumandanın ikna yeteneği biraz bende de var, ama ondaki güce gelince, hayır. Bu yüzden de bu usulün taraftarları sinmiş, kendi köşelerine çekilmiş durumdalar. Gerçi daha bir hayli taraftar var henüz, ama kimse taraftarlığını açıklayamıyor. Bugün, yani bir idam günü çayhaneye kadar gidip sağa sola kulak kabartırsanız, belki de bütün işiteceğiniz iki anlama çekilebilecek kaypak sözlerdir. Bütün bu kişiler taraftarlar arasındadır, ama başta şimdiki kumandan varken, ortada şimdiki görüşler egemenliğini sürdürürken, hiç bir işime yaramaz bunlar. Ve şimdi size soruyorum: Böyle bir kumandanla, kumandanı etki altında tutan çevresindeki hanımefendiler yüzünden böylesine muazzam bir eser … » Sözün burasında makineyi gösterdi subay. «- çöküp gitsin mi? Hiç ses çıkarılmasın mı buna? Bir yabancı olarak sadece birkaç gün için bizim adada bulunsa bile insan? Ancak vakit kaybetmeye de gelmez hiç. Benim yargılama yetkim aleyhine bir şeyler hazırlanıyor, kumandanlıkta… benim çağrılmadığım görüşmeler düzenleniyor; hatta sizin bugünkü bu ziyaretiniz ortadaki bütün durum için karakteristik görünüyor bana; hepsi korkak kimseler, kendileri gelmeyerek bir yabancı olan sizi buraya yolluyorlar.”

“ – Oysa eskiden ne kadar başkaydı infaz işi… Daha idamdan bir gün önce bütün vadi insanla dolup taşardı; herkes olayı görmek için koşar gelirdi; sabah erkenden de yanında hanımefendileriyle kumandan görünürdü; fanfarlar bütün karargâhı uyandırır, ben verdiğim tekmille her şeyin hazırlandığını kumandana bildirirdim. Sosyete mensupları bütün yüksek rütbeli memurlar infazda hazır bulunmak zorundaydı. Makinenin çevresine dizilirdi; şu gördüğünüz bir yığın sandalye o günlerden zavallı bir kalıntı sadece. Makine yeni temizlenmiş, ışıl ışıl parıldar, her infaz için yedek parçalar alırdım. Yüzlerce göz önünde -hani şu oradaki tepelere kadar insanlar parmak uçları üzerinde dikilip seyrederdi- mahkûm bizzat kumandan tarafından tırmık altına yatırılırdı. Şimdi rasgele bir erin yaptığı iş, o zamanlar benim, yani mahkeme başkanının işiydi ve bundan da kıvanç duyardım. Derken infaz işlemi başlardı. Hiçbir falsolu ses, makinenin çalışmasına gölge düşüremezdi. Bazıları bundan böyle olayın seyrini bırakır, gözlerini yumarak kumlara uzanıp yatardı. Hepsi de bilirdi ki, şimdi adalet yerini bulacak. Sessizlikte sadece mahkûmun keçe tıkaç tarafından boğulan iniltileri işitilirdi. Artık bu makineyle, mahkûmdan, keçe tıkacın büsbütün boğamayacağı iniltiler koparmak mümkün değil. Ancak bir zamanlar mahkûmun vücuduna yazıyı hak eden iğnelerden, bugün kullanılmasına artık izin verilmeyen yakıcı bir sıvı damlardı. Derken gelip çatardı altıncı saat. Olayı yakından izlemek isteyen herkesin ricası yerine getirilemezdi. Keskin görüşlü kumandan en başta çocukların düşünülmesini buyurmuştu. Ancak ben, işim dolayısıyla her infazda hazır bulunabiliyor, çokluk sağımda bir, solumda bir olmak üzere kollarımda iki çocukla oracığa çömüp oturuyordum. Nasıl da eza içinde kıvranan mahkûmun yüzünden bir ışıltı bizim yüzümüze yayılır, nasıl da yanaklarımızı en sonunda kavuştuğumuz ve o anda yine yavaş yavaş sönmekte bulunan adalet ateşine tutardık. Ne günlerdi onlar dostum.» Karşısındakinin kimliğini besbelli unutmuştu subay; konuğu kucaklamış, başını onun omuzlarına yaslamıştı. Konuk enikonu bir çaresizlik içindeydi, subay üzerinden sabırsız ötelere akıyordu. Makinenin temizleme işini bitiren subay, derken bir kutudan bir çanak içerisine biraz pirinç lapası döktü. O anda tamamen dinlenmiş görünen mahkûm bunu farkeder farketmez dilini lapaya doğru uzatmaya çalıştı. Er onu ikide bir çekip iterek lapadan uzaklaştırıyordu, çünkü anlaşılan lapa daha sonraki bir zaman için düşünülerek oraya konmuştu. Ancak erin de kirli ellerini çanağa daldırıp, mahkûmun can attığı lapaları yemesi yakışıksız bir davranıştı.

Subay hemen yine toparlamıştı kendini: «Hani sizi duygulandırmak değildi niyetim», diye söze başladı, «biliyorum, bu geçmiş zamanlar bugün bir başkasına anlatılamaz artık. Sonra makine henüz çalışıyor ve hiç bir şeyi umursamaksızın çalışmasını sürdürüyor. Bu vadide tek başına da kalsa, yine sürdürecek çalışmasını… Ve mahkûmun cesedi de, havada akıl ermeyen yumuşak bir uçuşun arkasından çukuru boyluyor. Gerçi eskisi gibi yüzlerce sinek çukurun çevresinde dolaşmıyor, ama olsun. Eskiden çukurun çevresine sağlam bir korkuluk yerleştirmek zorunda kalmıştık. Oysa bu korkuluk şimdi çoktan sökülüp atıldı.»

Konuk yüzünü subaydan kaçırmak isteyip boş bakışlarla çevresine bakındı. Konuğun ıssız vadiyi seyrettiği sanısına kapıldı subay, bu yüzden ellerini tuttu, konuğun çevresinde bir dönüş yaparak onunla göz göze gelmek istedi: «Şu rezaleti görüyorsunuz, değil mi?»

Ancak konuk sustu. Subay bir an bıraktı onu; bacaklarını açarak, elleri kalçalarında, sessiz durup yere bakmaya başladı. Sonra cesaret verici bir edayla gülümseyerek şöyle söyledi: «Dün kumandan sizi davet ederken ben yakınınızda bulunuyordum. Onun bu davetini işittim. Kumandanı tanırım, bu davetten güttüğü amacı anladım hemen. Bana karşı harekete geçebilecek kadar güçlülüğüne rağmen, henüz böyle bir şeye kalkışamıyor, ama beni sizin gibi hatırı sayılır bir yabancı için yargı konusu yapmak istiyor. Titiz hesaplardan koyuluyor yola; çünkü adada bulunuşunuzun daha bu ikinci günü; eski kumandanın nasıl biri olduğunu ve düşünce doğrultusunu tanımadınız; bir Avrupalıya özgü görüş ve kanılar çerçevesinde davranan birisiniz henüz; belki de genellikle ölüm cezasının, özellikle böyle bir yargılamayla idam usulünün koyu bir aleyhtarısınız. Üstelik idam işinin, halk katılmadan, kasvetli bir hava içinde, artık biraz yıpranıp aşınmış bir makineyle yapıldığını görüyorsunuz; bu durumda -hani kumandanın düşüncesi böyle; benim yargılama usulümü doğru bulmamanız pekâlâ mümkün değil mi? Ki bunu da doğru bulmadığımız takdirde -hâlâ kumandanın açısından konuşuyorum- susmayıp açığa vuracaksınız; çünkü bir sürü sınamalardan geçmiş kanılarınıza şüphesiz güven duymaktasınız.

Gerçi çeşitli ulusların birçok değişik özelliklerini gördünüz ve bunlara saygı göstermesini öğrendiniz. Dolayısıyla, eskiden yurdunuzda belki yapacağınız gibi; (ihtimal) şimdi var gücünüzle böyle bir usule karşı cephe almayacaksınız. Ama bunun kumandana da doğrusu hiç gereği yoktur. Şöylece söylenivermiş dikkatsizce bir söz yeter onun için. Sadece isteğine cevap verir görünsün bu söz, tamam; sizin kanınıza hiç de uygun düşmüyormuş, bakmaz ona. Bütün kurnazlığını kullanarak ağzınızı arayacağına kuşkum yok. Yanındaki hanımefendiler de çepçevre etrafınızda oturacak, konuşmalarınıza kulak kabartacaklardır. Sözgelişi siz diyeceksiniz ki: “Bizde sanık hüküm giymeden önce sorgulanır” ya da “Bizde ölüm cezalarından başka cezalar da vardır” veya “Bizde işkence ortaçağda yapılırdı yalnız.” Hani bunların hepsi de size tabii göründükleri kadar doğru şeylerdir, benim yargılama usulüme gölge düşürmeyen masum açıklamalardır hepsi. Gelgelelim kumandan nasıl bakacaktır bu sözlere? Bizim kumandancağızın nasıl hemen sandalyeyi bir kenara itip balkona seğirteceğini, nasıl çevresindeki hanımların onun arkasından koşturacaklarını görür gibi oluyor, kumandanın sesini işitir gibi oluyorum adeta. Hanımlar gök gürlemesi adını takmıştır kendisine. Evet, şöyle söze başlıyor kumandan:

“Dünyadaki bütün ülkelerin yargılama usullerini incelemekle görevlendirilmiş Batı dünyasının büyük bir araştırıcısı, bizim eski gelenek ve göreneklere dayanan yargılama usulünün barbarca bir nitelik taşıyacağını az önce ifade ettiler. Böyle bir şahsiyetin vardığı sonuçtan sonra söz konusu yargılama usulünün uygulanmasına daha çok göz yummak benim için artık imkânsızdır. Demek istiyorum ki, bugünden tezi yok … vb.”

Siz bunun üzerine hemen oradan atılmak istiyorsunuz, çünkü onun açıkladığı sözleri söylemiş değilsiniz, benim yargılama usulümü barbarca göstermediniz asla; tersine: o derin vukufunuz dolayısıyla buna en insancıl ve insan onuruna en yakışır bir usul diye bakıyorsunuz. Ayrıca bu makineye hayranlık duymaktasınız. Gelgelelim iş işten geçmiştir artık, hanımefendilerle dolup taşan balkona asla çıkamıyorsunuz; dikkati çekmek istiyorsunuz üzerinize, bağırmak istiyorsunuz, ama bir hanım eli ağzınızı kapıyor, dolayısıyla hem ben, hem eski kumandanın eseri yıkılıp gidiyor.»

Konuk gülümseyecekti, kendisini tuttu. Onun güç sandığı ödev demek bu kadar kolaydı. Kaçamak bir ifadeyle: «Benim nüfuzumu gözünüzde fazla büyütüyorsunuz», dedi, «Kumandan benim tavsiye mektubumu okudu, benim yargılama usullerinden anlamadığımı biliyor. Ben bu konudaki görüşümü açığa vurursam, işin dışındaki bir özel kişinin görüşü olur bu, rastgele bir kişinin görüşünden daha çok bir önem taşımaz. Yanılmıyorsam bu ceza sömürgesinde pek geniş yetkilerle donatılmış kumandanın görüşünden çok daha önemsiz bir nitelik taşıyacağı muhakkak bu görüşün. Sizin sandığınız gibi, onun bu yargılama usullerine ilişkin görüşü böyle belirli ve kesin bir görüşse, korkarım o zaman burada uygulanan usulün sonu gelmiş demektir, bu bakımdan benim herhangi bir yardımım gerekmez.»

Nihayet söylenenleri anlamış mıydı subay? Hayır, hâlâ anlamamıştı. Hızlı hızlı başını salladı, sonra mahkûmla ere dönüp kısaca bir göz attı; mahkûmla er birden irkilip pirinç lapasından geriye çekildiler. Derken subay iyice sokuldu konuğa, yüzüne değil de onun ceketinin belli bir yerine bakarak öncekinden daha alçak bir sesle: «Siz kumandanı tanımıyorsunuz», dedi, «Siz gerek onun, gerek bizim için – kullanacağım deyimi bağışlayın lütfen- âdeta zararsız bir kimse durumundasınız; sizin etkinizin değeri, inanın ki bana, ne kadar büyük görülse azdır. Daha yalnız sizin yargının infazında hazır bulunacağınızı işitmekten doğrusu mutluluk duymuştum. Kumandanın bu yoldaki direktifi aslında beni hedef tutuyordu, ama işte ben lehime çeviriyorum bunu. İnfazda büyücek bir kalabalığın bulunması halinde kaçınılamayacak yalan yanlış fısıltılar ve küçümser bakışlarla dikkatiniz dağılmadan açıklamalarımı dinlediniz, makineyi gördünüz ve şimdi de infaz işlemini izlemek üzeresiniz. Elbet yargılarınızı verdiniz artık; bu konuda henüz ufak tefek karanlık noktalar kalmışsa, infaz olayını görmeniz bunları da ortadan kaldıracaktır. Şimdi sizden ricam şu: Kumandana karşı bana yardımcı olunuz.»

Konuk bundan öte konuşmasına fırsat vermedi subayın: «Bunu nasıl yapabilirim ki!» diye haykırdı. «Büsbütün olmayacak bir şey; size bir zararım dokunamayacağı gibi, bir yararım da dokunamaz.»

«Hiç de yapamayacağınız bir şey değil», diye cevapladı subay. Konuk subayın ellerini yumruk yaptığını görünce biraz çekindi. «Hiç de yapamayacağınız bir şey değil», diye tekrarladı subay, öncekinden daha bir direterek, «Bir plân düşünüyorum bu konuda, başarıya ulaşmaması için asla bir neden yok. Siz nüfuzunuzun bu işe yetmeyeceğini sanıyorsunuz ama, ben yeteceğini biliyorum. Diyelim ki haklısınız; ancak bu yargılama usulünü yaşatabilmek için her yolun, hatta yetersiz kalabilecek çarelerin bile denenmesi gerekmez mi? Evet, şimdi benim plânı dinleyin. Bunu gerçekleşmesi her şeyden önce, bugün yargılama usulüne ilişkin düşüncenizi açığa vurmakta elden geldiği kadar çekimser davranmanıza bakıyor. Doğrudan doğruya size bir soru sorulmadıkça, bu konudaki görüşünüzü asla açığa vurmayın; soru sorulduğu zaman da açık seçiklikten uzak ve kısa bir nitelik taşısın açıklamalarınız; bu konuda kolay kolay bir fikir beyan edemeyeceğiniz, kızıp içerlemiş bulunduğunuz, açıkça konuşmanız gerekirse aslında sizin için yapılacak şeyin dolaysız boşanmak, lânetler, belâlar savurmak olduğu anlaşılsın. Yalan söyleyin demiyorum, asla. Sadece kısa cevaplar verin, sözgelişi “Evet, infazı gördüm” ya da “Evet, gerekli bütün açıklamalar yapıldı, hepsini dinledim” gibi; yalnız o kadar, daha ötesine gitmeyin. Nihayet, halinizde kendini açığa vurması gereken öfke için yeteri kadar neden vardır ortada. Tabii kumandan bunu büsbütün yanlış anlayacak ve kendi amacına uygun biçimde yorumlayacaktır. Planım buna dayanıyor işte.

Yarın kumandanlıkta bütün yüksek idari memurların katılacağı büyük bir toplantı yapılıyor. Tabii kumandan bu çeşit toplantıları bir gösteriye dönüştürmenin üstesinden gelmiştir hep. Özellikle bunun için, her vakit seyircilerle dolup taşan bir galeri yapıldı. Toplantıya ben de katılmak zorundayım, ancak bunu düşündükçe tiksintiyle sarsılıyor bütün vücudum. Şimdi, toplantıya sizin de katılacağınız muhakkak; bugün bu toplantıda benim planıma göre davranırsanız, davet çok önemli bir ricaya dönüşür. Ama açıklanmayan herhangi bir nedenden ötürü davet edilmezseniz, tabii o zaman sizin davet edilme isteğinde bulunmanız gerekecektir; bunu yaparsanız, davet edileceğinize şüphe yok. Diyeceğim, yarın hanımlarla kumandanın kendi locasında oturacaksınız. Kumandan ikide bir yukarı bakarak, sizin orada bulunduğunuzdan emin olmak isteyecektir.

Gündemdeki varlığıyla yokluğu bir, gülünç, sadece salondaki seyirciler için hesaplanmış konuların -ki çokluk limandaki inşaat konusudur bu, hep limandaki inşaat konusu- görüşülmesinden sonra, yargılama usulü ele alınacaktır. Kumandanın kendisi böyle bir şeye yanaşmaz ya da bu yeteri kadar çabuk yapılmazsa, o zaman siz işi bana bırakın. Ben ayağa kalkıp bugünkü infazla ilgili raporumu sunarım. Pek kısa hani; yalnız rapor. Böyle bir rapor sunmak bu toplantılarda adet değildir gerçi, ama olsun, yapacağım ben. Kumandan her vakitki gibi nazik bir gülümsemeyle bana teşekkürde bulunacak ve kendini tutamayarak, önüne çıkmış bu güzel fırsatı kaçırmak istemeyecektir. «Az önce … » İşte bu ve buna benzer sözlerle başlayacaktır konuşmasına. «- infaz raporu sunuldu. Ben söz konusu rapora sadece şu kadarını eklemek isterim ki, özellikle bu infazda, sömürgemize sonsuz şeref veren ziyaretine ilişkin hepinizin bilgi sahibi olduğu büyük araştırıcı da hazır bulunmuştur. Ayrıca bugünkü toplantımızın önemi, onun şimdi aramızdaki varlığıyla yine bir kat daha artmıştır. Bu durumda, bu büyük araştırıcıya bizim geleneksel yargılama usulü ve onu izleyen infaz işlemi üzerinde ne düşündüğü sorusunu yöneltmek yerinde bir davranış olmaz mı?”

Tabii dört bir yandan alkış sesleri duyulacak, herkes, ben başta, onaylayıcı sözler söyleyecektir. Bunun üzerine kumandan önünüzde eğilerek konuşmasını sürdürecek ve diyecek ki: “Madem öyle, ben de bütün buradaki topluluk adına kendisine söz konusu soruyu yöneltiyorum. O zaman işte korkuluğa doğru yürür, ellerinizi herkesin görebileceği gibi korkuluk üzerine korsunuz; yoksa hanımlar sizi tutup, parmaklarınızla oynarlar. Ve nihayet başlarsınız konuşmaya. Bilmem hani, bu an gelip çatana kadar duyacağım heyecana nasıl katlanacağım. Konuşmanızda hiç sınır falan tanımayın, gerçeğin sesini şöyle işittirin adamakıllı, korkuluğa abanın, gümbür gümbür bir sesle haykırın, tabii tabii, gümbür gümbür bir sesle kumandana doğru haykırın görüşünüzü; o sarsılmaz görüşünüzü haykırın! Ama belki de istemezsiniz bunu, böyle davranmak karakterinize uygun düşmez, belki yurdunuzda bu gibi durumlar söz konusu oldu mu başka türlü davranılır, bu da doğru bir şey, bu da yeter tamamen, o vakit hiç de ayağa kalkmayabilirsiniz, sadece birkaç laf edersiniz oturduğunuz yerde, fısıldar gibi konuşursunuz, ancak çevrenizdeki memurlar sizi işitebilsin, bu kadarı elverir; infaza katılanların azlığından, gacur gucur yaparak dönen tekerlekten, kopuk kayıştan, iğrenç keçe tıkaçtan söz açmak zorunda değilsiniz asla, hayır, değilsiniz; bundan ötesini ben üzerime alacağım çünkü ve inanın bana, yapacağım konuşma onu salondan kaçırmazsa, mutlaka dize getirecek, dolayısıyla onu itirafa zorlayacaktır: Eski kumandan, senin önünde eğiliyorum. İşte benim plan; gerçekleşmesine yardım etmek istemez misiniz? Elbette istersiniz, hatta hatta istemek zorundasınız.» Sözün burasında subay her iki kolundan yakaladı konuğu ve güçlükle soluyarak yüzüne baktı. Son cümleleri o kadar yüksek sesle söylemişti ki, er ile mahkûm da dikkat kesildiler; bir şey anlamamalarına rağmen yine de yemeği bırakıp, ağızlarındaki lokmayı çiğneyerek konuğa baktılar.

Konuğun vereceği cevap daha başlangıçtan beri belli bulunuyordu; bu konuda bocalamayacak kadar çok görüp geçirmiş biriydi; özü doğru bir adamdı ve kimseden korkusu yoktu. Buna rağmen eri ve mahkûmu görüp bir an duraksadı. Ama sonunda vermesi gereken cevabı verdi: «Hayır!» Subay birçok defalar gözlerini kırpıştırdı, ancak konuktan ayırmadı bakışlarını. «Bir açıklama ister miydiniz?» diye sordu konuk. Subay evet anlamında suskun başını salladı. «Ben yargılama usulünüzün aleyhindeyim», dedi konuk, «siz daha bana güvenip bu işi açmadan önce -hani bu güveninizi asla kötüye kullanacak değilim- böyle bir usule karşı çıkmamın doğruluğu ve eğriliği, bu karşı çıkışımın alabildiğine küçük de olsa bir başarı sağlayıp sağlayamayacağı üzerinde düşündüm. Bu bakımdan kime başvurmam gerektiği açıkça ortadaydı benim için: tabii kumandana. Sizse bunu daha bir açıklığa kavuşturdunuz, ancak kararımı pekiştirerek de değil; çünkü içten görüşünüz, her ne kadar düşüncemden caydıramadıysa da duygulandırdı beni.»

Subay sesini çıkarmadı, makineye dönüp pirinç çubuklardan birini tuttu; sonra biraz geriye kaykılıp gözlerini kaldırarak, her şeyin yerli yerinde olup olmadığım öğrenmek ister gibi hakkâka baktı. Erle mahkûm, aralarında bir dostluk kurmuşa benziyordu; kemerlerle bağlı durumda her ne kadar güç bir işse de, mahkûm ere işaret etti, er de mahkûma doğru eğildi; mahkûm erin kulağına bir şeyler fısıldadı, er peki anlamında başını salladı.

Konuk, subayın arkasından giderek: «Ne yapacağımı henüz bilmiyorsunuz», dedi, «yargılama usulüyle ilgili görüşümü kumandana bildireceğim gerçi, ama bir toplantıda değil de mahrem olarak. Hem burada pek uzun bir zaman kalacak değilim, bu yüzden herhangi bir toplantıya çağrılmam imkânsız; hemen yarın sabah ayrılacağım buradan, hiç değilse gemime dönmüş olacağım.»

Subay konuğun sözlerini dinlememişe benziyordu: «Yargılama usulümün doğruluğuna demek kanaat getirmediniz», dedi kendi kendine ve nasıl yaşlı bir adam bir çocuğun saçmalığına gülümser ve bu gülümseme gerisinde kendi gerçek düşüncesini saklarsa, subay da öylece konuğa gülümsedi.

«O halde vakti», dedi nihayet ve işe katılmaya bir uyarı ve bir çağrıyı kapsayan açık renkteki gözleriyle konuğa baktı.

«Neyin vakti?» diye sordu konuk, ama bir cevap alamadı.

Subay mahkûma onun diliyle: «Serbestsin, dedi. Mahkûm ilkin inanamadı. «Evet, serbestsin», diye tekrarladı subay. Mahkûmun yüzü ilk kez gerçek bir diriliğe kavuştu. Doğru muydu işittiği şey, yoksa subayın sadece gelip geçici bir kaprisi miydi? Yoksa yabancı konuk çalışıp onun hayatının bağışlanmasını mı sağlamıştı? Nasıl şeydi bu? Mahkûmun yüzü bütün bu soruları sorar gibiydi. Ama uzun sürmedi. Ne olursa olsun, madem müsaade ediliyordu, gerçekten serbestliğine kavuşmak istedi ve tırmığın elverdiği ölçüde silkinmeye başladı. «Kayışları koparacaksın», diye bağırdı subay, «sakin ol! Şimdi sökeceğiz kayışlarını.» Bunun üzerine subay ere bir işaret verdi ve onunla işe koyuldu… Mahkûm bir şey söylemeksizin kendi kendine güldü; bazen yüzünü sola subaydan yana, bazen da sağa erden yana çeviriyor, arada konuğu da unutmuyordu.

«Çıkar şunu tırmığın altından!» diye emretti subay ere. Er, mahkûmu çıkarırken, tırmıktan ötürü biraz tedbirli davranması gerekiyordu; sabırsızlandığı için zaten mahkûmun sırtı yer yer sıyrılmış, ufak çapta yara bereler meydana gelmişti. Ancak mahkûm serbest bırakıldıktan sonra, subay pek ilgilenmemeye başladı kendisiyle. Konuğa doğru yürüyerek yeniden küçük meşin cüzdanını cebinden çıkardı, cüzdanı karıştırıp nihayet aradığı kâğıdı buldu ve konuğa uzattı. «Okuyun şunu», dedi. «Okuyamam», diye cevapladı konuk, “Bu yazıları sökemediğimi söylemiştim daha önce.” «Biraz daha dikkatle bakın.» dedi subay ve kendisiyle beraber okumak için konuğun yanına sokuldu; bu da kâr etmeyince, sanki kâğıda asla el sürülmemesi gerekiyormuş gibi serçe parmağını enikonu yüksekten yazı üzerinde gezdirmeye ve bu yoldan konuğun onu okumasını kolaylaştırmaya çalıştı. Konuk da, hiç değilse şimdi, subayı memnun etmek için çaba harcadı, ama yazıyı sökemedi bir türlü. Derken subay ilkin yazının başlığını heceledi, sonra aynı başlığı cümle halinde okudu. “Adil ol” yazıyor dedi, «Herhalde şimdi gerisini okuyabilirsiniz artık.» Bunun üzerine konuk yazıya o kadar eğildi ki, subay bir temastan korkarak kâğıdı çekip uzağa aldı. Gerçi konuk bundan böyle bir şey söylemedi, ama yazıyı hala sökemediği açıktı.

«Adil ol!» yazıyor dedi subay yeniden. Konuk: «Olabilir», dedi, «bunun kâğıt üzerinde bulunduğuna inanırım.» «Mesele yok o halde», dedi subay, hiç değilse biraz memnundu şimdi, elinde kâğıtla merdiveni tırmandı, kâğıdı hakkâkın içerisine yerleştirdi ve çarka; öyle görülüyor ki bambaşka bir düzen verdi. Pek de zahmetli bir işti bu; ayrıca alabildiğine küçük dişliler söz konusu olacaktı ki, bazen subayın başı bütünüyle hakkâk içinde kayboluyordu, yani çarkın inceden inceye gözden geçirilmesi gerekmekteydi.

Konuk, subayın çalışmasını aşağıdan aralıksız izliyordu, boynu kaskatı kesilmişti, güneş ışınlarına gömülen göğe bakmaktan gözleri acımaya başlamıştı. Erle mahkûm birbirleriyle meşguldü, başkaca bir şeye aldırdıkları yoktu. Mahkûmun çukur içinde bulunan gömleğiyle pantolonu er tarafından süngünün ucuyla çekilip alındı. Fena halde pislenmiş gömleğini mahkûm gerdelde yıkamaya koyuldu. Sonra gömlekle pantolonu üzerine geçirdi; derken hem mahkûm, hem er kahkahayla güldüler, çünkü söz konusu giysiler arkadan kesilerek iki parçaya bölünmüştü. Belki de mahkûm eri eğlendirmekle yükümlü görüyordu kendini; üzerinde yırtık giysilerle yere çömmüş erin çevresinde çemberler çiziyor, er de gülerek dizlerine vuruyordu. Ama yine de orada bulunan subayla konuğa saygılarından bir noktada kendilerini tuttular.

Önceki sayfa 1 2 3 4Sonraki sayfa

Gülten AJDER

Kitap okumayı seven insanlar daha zeki ve daha başarılı olurlar. Bende bu yüzden kitap okumayı sevdirmek istedim bu site ile. Gizli kalmış bütün bilgilerin kitaplarda saklı olduğuna inandığımdan, kültür seviyemizi yükseltmek, bilgi hazinemizi daha da zenginleştirmek, gizli yeteneklerin ortaya çıkmasına destek olabilmek için, okusun yazsın benim ülkemin insanları diye bir işin ucundan tutmak isteyen birisiyim.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu