Ağlatan HikayelerŞahan Bilgin

Hikaye: “Ceza”

‘’Bak bu yerdeki kırmızı çizgileri görüyor musun? Bunlardan geçerken ‘’disiplin’’ diye bağıracaksın. Kural böyle’’

‘’Anlaşıldı’’ dedi onbaşı. G…ne bi tekme vururken tekrar bağırdı astsubay;

‘’Anlaşıldı yok. Emredersin komutanım diyeceksin’’

Onbaşı tekrar bağırdı hem de avazı çıktığı kadar;

‘’Emredersin komutanım’’ sonra bi daha bağırdı çünkü kırmızı çizginin üstünden geçiyordu;

‘’Disiplin’’ çizgiyi geçti ve içeri girdi. Aklı yerinden oynamak için can atıyordu ama bu daha sadece başlangıçtı…

Sağ taraftaki odaya geçtiler. Odada iki masa iki sandalye ve masaların üzerine konulmuş iki bilgisayar vardı. Masaların hemen önünde bakımsızlıktan renkleri sararmış iki sehpa her iki sehpanın da üzerinde aynı vazolarda duran iki çiçek vardı.

‘’Otur’’ dedi astsubay. Onbaşı astsubayın gösterdiği masanın hemen önündeki sandalyeye oturdu. Kısa bi kaç sorunun ardından bu sefer astsubayın gösterdiği yere yürüdüler. Üç metrakarelik bi oda.

‘’Soyun’’ dedi astsubay. Onbaşı soyundu. Vücudunda herhangi faça izi, dövme olup olmadığına ve erkek olup olmadığına baktılar. Utandı onbaşı, hem de o güne kadar hiç utanmadığı kadar. Sonra başka bi gardiyan elinde battaniyeyi andıran siyah giysilerle geldi.

‘’Bunları giy, sadece bir dakikan var’’ dedi. Yüzünde tek bi duygu belirtisi dahi yoktu. Onbaşı kısa süreliğine yeni üniformasına baktı. Simsiyah bi pantolon, simsiyah bi kazak ve simsiyah bi şapkaydı. Hepsinin de kumaşı kışlık battaniyelerin ki gibi kalındı. Giyindi. Hemen on saniye sonra gardiyanın sesi tekrar duyuldu;

‘’Giyindin mi?’’

‘’Evet’’ dedi onbaşı. O anda aklına lisede okuduğu Victor Hugo’nun ‘’Bir İdam Mahkumunun Son Günü’’ adlı kitabı geldi. Kitabı okurken aşırı hüzünlenmiş ve korkmuştu. ‘’Ya benim başıma gelseydi’’ diye düşünmüştü hep sayfaları çevirirken. Her ne kadar kitaptaki karakter gibi idama mahkum edilmediyse de bir haftalığına o da mahkumdu. Tıpkı Hugo’nun yarattığı karakter gibi…

Giyinip tekrar aynı yere ikinci girdiği kapının hemen yanındaki duvarın oraya geldiler. Gardiyan;

‘’Burda bekle hemen geleceğim’’ dedi.

Onbaşı yaklaşık on beş dakika bekledikten sonra gardiyan elinde bir a4 kağıdıyla geri geldi ve kağıdı onbaşıya uzattı. Sonra konuştu;

‘’Bunu ezberlemek için on dakikan var. On dakika sonra geleceğim. Kağıtta yazanları ezberlemiş ol!’’

Onbaşı ‘’emredersiniz komutanım’’ diyerek elinde kağıdı okumaya koyuldu. Gardiyan kapıdan içeri girerken kısa bir süreliğine dönüp onbaşıya baktı. Çabuk öğreniyordu. Burada emire itaat edenler ve çabuk öğrenenler sorun yaşamazdı. On aydır buradaydı ve gelenlerin çoğunluğu ya uyuşturucu bağımlıları ya da uzman çavuş döven serseri tiplerdi. Fakat onbaşı görünüşü ve konuşmasıyla hepsinden farklı olduğunu belli ediyordu. ‘’Okumuş adamın hali başka oluyor tabi’’ diye mırıldandı gardiyan. Kendisi de lise mezunu değildi ve onbaşıya beslediği duygularını bir bıçakla keser gibi fırlatıp atıp kapıdan içeri girdi.

Onbaşı elindeki koca paragrafa sığdırılmış cümlelere, sonra kelimelere en sonda harflere gözlerini gezdirdi. Cezasını açıklayan koca paragrafı on dakikada ezberlemesi imkansıza  yakındı. Yine de başka şansı olmadığından ezberlemeye koyuldu. Gardiyan söylediği zamanda tekrar geri geldi. Ne beş dakika erken ne de beş dakika geç.

Bi sigara yaktı ve konuştu;

‘’Şimdi… Duvara yaslan bakalım tüm vücudun duvara yapışsın ve esas duruşta dur.’’

‘’Emredersiniz komutanım’’ deyip onbaşı dediğini yaptı.

Gardiyan uzun bir nefes çektiği sigarasının külünü silkti devam etti;

‘’Evet, avazın çıktığı kadar bağırıp kağıttakini oku bakalım.’’

Onbaşı söyleneni yaptı ama ilk üç cümle haricindeki hepsini unutmuştu. Üç cümleyi bağırarak söyledi sonra kekelemeye başladı. Gardiyan aralarındaki beş adımlık mesafeyi bir adıma düşürerek sağ eliyle sert bi tokat attı onbaşıya. Onbaşı esas duruşta duran ellerini yumruk yapıp sıkmaya bir yandan da ne yapması gerektiğini düşünmeye başladı. Ellerini yumruk yaptığını gören gardiyan iyice sinirlendi ve jopunu çekerek ellerine sert bir darbe indirdi. Kızarmışlardı. O anda onbaşı ortaokuldayken öğretmeninin cetvelle tırnak uçlarına vurduğu günleri hatırladı. Okulda öğrendiklerim demek ki gerçek hayatta da işimize yarıyormuş deyip içten içe gülümsedi.

Acıyı unutmuştu, kızaran ellerini tekrar esas duruşa getirip tekrar okumaya başladı. Ama yine ilk üç cümle haricinde hafızasında tek bir kelime dahi yoktu. Gardiyan yine tokatını indirdi, onbaşı bu sefer gülüyordu. Gülüyor diye gardiyan tokatların sayısını arttırdı onbaşı da kahkahalarının sayısını katladı. Bu şekilde devam eden yarım saatten sonra onbaşının  sağ ve sol yanağında kızarmayan tek  bir nokta dahi kalmamıştı. O ise hala gülüyor ve kahkahaları sessiz cezaevinin kulaklarını tırmalıyordu. Kimse aldırış etmemişti. Onbaşı tokatların kesildiği iki dakikada yan tarafına baktı. İkişer metre arayla dizilmiş sekiz mahkum daha sol tarafına dizilmişlerdi. İçlerinden bir tanesi bile kafasını kaldırıp bakamıyordu ve hepsi titriyordu. Korkuya alışmaya başlayan onbaşının vücudu artık mutluluk hormonu salgılıyor ve beyni şuanda burada olmadığını deniz kenarında şezlongda uzanmış olduğunu söylüyordu. Gardiyan bile yorulmuştu ve daha fazla sürdürmedi;

‘’Sen nasıl bir manyaksın lan! Yürü, eller esas duruşta kafan önde. Marş marş’’ dedi.

Onbaşı denileni yaptı ve onbaşı önde gardiyan arkada yürümeye başladılar. Kırmızı çizgilerin üzerinden geçerken disiplin diye bağırıyor bi yandan da ağzının kenarında gülmeye devam ediyordu. Onbaşının sesi sırada bekleyen diğer mahkumların daha da korkmasına neden oluyordu. İlerlediler. Kırmızı çizgilerden geçe geçe yatakhanenin olduğu yerin önünde durdular.

O an sanki dünyada durdu. Dönmekten vazgeçmiş, umursamıyordu. Zaman sanki bir daha akmamak üzere uyumuştu. O anda herkes ve her şey ölmüştü. Rüzgar ensesinde gezerken onbaşı başka bir kapıdan içeri girdi…

İçeri girdiğinde dikkatini çeken ilk şey yine demir parmaklıklı demir kapıydı. Boyundan en az otuz santim daha yüksekti ve açılırken korkunç bir gürültü çıkarıyordu. Gardiyanın emriyle içeri girdi ve gösterdiği yatağına doğru ilerledi. Pencere kenarındaki ranzanın alt katı onbaşıya tahsis edilmişti. İçeride otuz ranza, botların koyulacağı ayakkabılığa benzer dolap ve tepede duran bi lambadan başka bir şey yoktu. Yatakların hepsi nizami biçimde yapılmıştı. Gardiyan kapıyı kapatırken konuştu;

‘’Burada uslu uslu bekle. Şuanda iş saatinde tüm mahkumlar, akşam yemeğine kadar burda kalacaksın.’’

‘’Emredersin komutanım’’ deyip, gardiyanın yatakhaneden çıkmasıyla esas duruştan çıktı onbaşı. İpleri olmayan botlarını çıkarıp ayakkabılığa koydu. Sonra yatağa uzandı. Pencereden dışarı baktığında gördüğü tek şey sapsarı otların önünde yükselen duvardı. Eski pirket taşlarından yapılmış ve aralarında sıva olmayan duvar. Daha dikkatli baktığında duvarı oluşturan taşların boyutlarınında farklı olduğunu gördü. Kafasını parmaklıkların kapattığı pencereye iyice dayayıp duvarın sağ tarafını görmeye çalıştı. Üç el arabası ve arabaların önünde duran boyutları farklı taşları gördü. Anlamıştı. Duvar mahkumlara yaptırılıyordu. Daha fazla bakmadı. Yatağa uzanıp nerede olduğunu anlamaya, anladıkça alışmaya ve bir hafta olan cezasının aslında çok uzun olmadığına inandırmaya çalışarak geçirdi saatlerini. Aklına annesinin şuanda ne yapıyor olabileceği geldi. Sahiden de ne yapıyordu? Bi saati olmadığından saatin kaç olduğunu bilmiyordu ama güneşin evine gitmek için yola çıktığını demir pencereden gördüğünde emin oldu. Muhtemelen yemek yapıyordu. Saat yedi de başlayan ve çoğunlukla demli bir çaydanlık çayla son bulan keyifli yemekler gözünün önüne geldi. Ve ağlamaya başladı onbaşı. Küçük bir çocuk gibi hıçkırarak ağladı. Sonra gözyaşları bitti. Ağlamaları inlemelere, inlemeler sessizliğe dönüştü. Sonrada hiç bir şey düşünmeden yattı.

Kapı büyük bir gürültüyle açıldı. Pencerenin dibine kadar gelen gardiyan ipleri olan botlarıyla yatağın başucundaki demire vurdu. Onbaşı kalktı. Sanki yatağa hiç yatmamış ve sanki buraya hiç gelmemiş gibi bir hali vardı.

‘’Saat kaç’’ diye sordu. Gardiyan onbaşıya baktı. Bakışları vurduğu demir kadar sert, elleri normal bir insanınkinden iki kat daha büyüktü. Kocaman elleriyle onbaşıyı yakasından yakalayıp havaya kaldırdı ve konuştu;

‘’Lan bana bak. Burası cezaevi koçum. Bölüğünde değilsin, adamı çileden çıkarma. Yürü yemek vakti’’ dedi.

Onbaşıyı tek hamlede yere bıraktı ve demir kapının oraya gidip bekledi. Onbaşı ne olduğunu anlayamadan yeni bir darbe yemişti ve çaresiz kalkıp yürüdü. Kapıdan çıktılar.

Yemekhaneye girdiklerinde tüm mahkumlar kafalarını kaldırıp kısa bir an için onbaşıya bakmışlar fakat cezaevi müdürü astsubayın bağırmasıyla kafalarını tekrardan yemeklerine gömmüşlerdi. Menü oldukça zengindi; yeşil mercimek,salata ve pilav.

Yemek dağıtılan noktaya geldiğinde yemekhanecinin ona pis pis sırıttığını gördü. Tam konuşacaktı ki arkasında hissettiği tokatın sıcaklığı kelimelerini durdurdu.

‘’Hadi lan, sallanma!’’

Yemeğini alıp boş bulduğu ilk masaya oturdu. Kimse konuşmuyordu. Muazzam sessizlikte yemek yiyen mahkumlara baktı. Hepside buraya alışmışlar ve verilen komutlarla hareket eden robotlar gibiydiler. Hepsi sadece yemeklerini yiyor ve su istemek için bile konuşmayıp elleriyle işaret ediyorlardı. Sanki mahkumca diye bir dil varmış ve onu konuşuyor gibiydiler. Masadaki çatal ve kaşığına baktı onbaşı bu sefer. Plastik kaşığını eline alıp, şuanda evde olsa asla yemeyeceği yeşil mercimeği kaşıklamaya başladı. Çünkü karnı çok açtı ve saatlerdir bir şey yememişti. Gözlerini kapattı ve görmeden tabağında ne varsa silip süpürdü.

Karşı masada tanıdık bir yüz ona doğru bakıyordu. Karşı bölükten tanıdığı arada bir yatma vaktinden önce toplu içilen sigara ortamlarından tanıdığı Resul’dü bu. Başıyla selam verdi Resul’de selamı alıp yemeğine döndü.

Mahkumlar beş kişiden oluşan ve arkaya doğru uzayan sıraya girmiş gardiyanın gelmesini sessizlik içinde bekliyorlardı. Sonbaharın geldiğini haber veren rüzgar esiyor, ağaç dallarını sallıyor ve sallandıkça ortama çam kokuları yayılıyordu. İçlerinden bazıları gözlerini kapatmış, gelen kokuyu içlerine çekip belki de başka yerlerde olduklarını hayal ediyorlardı. O an helikopter ile tepeden fotoğrafları çekilse simsiyah bir bulut gibi gözükürlerdi. İçlerinde aylarca yatacak olanlarda vardı onbaşı gibi bir haftada çıkacak olanlarda. Kokuyu ve sessizliği gardiyanın sesi böldü. Ellerini arkada bağlamış ve diğer gardiyanlara göre oldukça iri olan baş gardiyan Samet konuştu;

‘’Afiyet olsun çiçeklerim, karnınız doydu mu bakalım?’’

‘’Eveeeettt!’’ diye gürledi mahkumlar. Samet yavaş adımlarla mahkumların arasında gezinmeye ve göz bebeklerinin içlerine bakmaya başladı. Sonra devam etti;

‘’O zaman karnımız toksa sıra neyde?’’

Mahkumlar ses çıkarmadı. Samet sırıtarak;

‘’Sigara vakti gençlik’’ dedi.

O anda tüm mahkumların gözlerinde bi ışık belirdi. Tek sıra halinde onbaşının ilk geldiğinde gördüğü L şeklinde bankın uzandığı, üstü kapalı çardağa geçtiler. Yarımşar metre aralıklarla oturdular. Onbaşı bankın en sonuna oturdu. Hepsinin görebileceği noktaya sandalye çeken Samet oturdu. Başka bir gardiyan elinde küçük kilitli kahverengi sandıkla karanlıkta belirdi. Sandığı Samet’e uzattı ve gitti.

Samet sandığın kilidini cebinden çıkardığı anahtarla açtı.

‘’Evett. Bakalım kimlere sigara gelmiş’’ dedi.

Sandıktan çıkardığı üç paket sigaranın üzerine yazılmış isimleri okudu.

Yazan – Şahan Bilgin

Önceki sayfa 1 2

Gülten AJDER

Kitap okumayı seven insanlar daha zeki ve daha başarılı olurlar. Bende bu yüzden kitap okumayı sevdirmek istedim bu site ile. Gizli kalmış bütün bilgilerin kitaplarda saklı olduğuna inandığımdan, kültür seviyemizi yükseltmek, bilgi hazinemizi daha da zenginleştirmek, gizli yeteneklerin ortaya çıkmasına destek olabilmek için, okusun yazsın benim ülkemin insanları diye bir işin ucundan tutmak isteyen birisiyim.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu