GenesisKorku HikayeleriSizden Gelenler

Yeni Bir Genesis Harikası Daha, “Spektrum”

Yeni Bir Genesis Harikası Daha, “Spektrum”

Bugüne kadar bize doğabilimlerinin “gerçek-gerçek dışı”; kültürlerin ise “doğru-yanlış” olarak dayattığı kavramların ayrımının karar mekanizması olan insan aklı, bu ayrımları yapmada sanırım sandığımız kadar başarılı değilmiş.

Şimdi, modern insanın 200 bin yıl boyunca gerçeklik tuğlalarıyla inşa etmiş olduğu ve içinde medeniyetlerin doğduğu bu devasa doğruluk kentinin harabeleri arasındaki yıkık dökük bir duvar üzerinde oturup umutsuz düşüncelere dalmışken, bana sorulacak “Yaşam hakkında ne biliyorsun?” sorusuna ancak “hiçbir şey” cevabını verebilirim; fakat insanlık için en cani düşmanın da en dingin mabedin de insan beyni olduğu önermesinin doğruluğuna kimse karşı çıkmaz sanırım.
Aklımı deliliğin derin uçurumlarına sürükleyen o uğursuz yaz gecesi; zihnimin karanlık, dar ve dolambaçlı patikalarında dolaşırken bir çıkmaza ulaştığımı fark etmiştim. Masa lambasının dalgın ışığının aydınlattığı, sağa sola saçılmış not kağıtlarının dağınıklığı başında nafile bir çabayla düşüncelerimi toplamaya çalışıyordum. Küçük bir esinti beklentisiyle açık bırakmış olduğum karşımdaki pencereden görünen gökyüzünde, gürültücü şehrin ışıkları ve bunaltıcı nemli havanın boğduğu yıldızlardan sadece birkaçı belli belirsiz göz kırpıyordu. Yaklaşık bir yıl önce kuzenimin bana hediye etmiş olduğu nostaljik radyoda çalan, 1976 yılına ait o eşsiz şarkıdan odama yayılan gitar tınıları; kendilerini göremediğim birkaç rahatsız edici sivrisineğin zaman zaman yaklaşıp uzaklaşan vızıltıları tarafından sabote ediliyordu.

Hikaye yazarı olarak çalıştığım, fazla tirajı olmayan, bir edebiyat dergisinin basım tarihine sayılı saatler kalmasına rağmen hala hikayeyi hazırlayamamıştım. Günlerdir telefonumu ısrarla arayan ve bu aramaları her cevapladığımda bana karşı adeta kükreyen Engin Bey’i her defasında “son düzeltmeleri yapıyorum” diyerek oyalıyordum fakat elimde koca bir hiçten daha fazlası yoktu. Birkaç gecedir yaşanan elektrik kesintileri ve sinir bozucu voltaj dalgalanmaları o gece de tüm can sıkıcılığıyla devam ediyordu.

Parmak uçlarım saçlarımın arasında düşünceli daireler çizerken, aklıma; onu son görüşüm olan 4 yıl önceki o sonbahar akşamı şehrin ayak takımının uğrak yeri olan o kafenin, yukarıdan işlek bir kavşağı gören ve kasım yağmurlarının uğursuz vuruşlarla dövdüğü, çürük çerçeveli köhne penceresi önünde bana söylediği o cümle geldi. O, anlam veremediğim çocuksu bir heyecanla onun için yaptırmış olduğum ve o an elinde tuttuğu buketteki güllerin yapraklarını, sanki duygusal bir bağı yok etmek istermişçesine, istem dışı koparırken başını öne eğmiş; yüzündeki yapay gülümseme yerini donuk bir ifadeye bırakmış; derin düşünceli kahverengi bakışları güllerin kırmızılığı içinde kaybolurken dudaklarından “Biz ayrı dünyaların insanlarıyız.” cümlesi dökülmüştü. Bu cümle, tıpkı Antik Mısırlılar’ın gübre böceğini kutsal kabul etmesindeki neden gibi, kendisini oluşturan sözcüklerden daha büyük anlamları bünyesinde barındırmaktadır. Ben, içinde yaşadığım dünyada, kendisi tarafından daha önce sıkça tuhaf olarak nitelendirilmiş ve çok daha önce beynimin içinde konuşan birtakım varlıkları duymuş; zaman zaman da onları görmüştüm. Beynimin çoğu zaman Teta frekansında dalgalar üretmesi bana yaratıcı tarafından bahşedilen bir armağan mıydı yoksa psikolojik bir rahatsızlık olarak da adlandırılabilecek, doğanın başarısız sonuçlanmış girişimlerinden biri miydi bilmiyordum ama bildiğim bir şey vardı, o da farklı olduğumdu.

Aklım bu düşüncelerle meşgul olurken, yorgun gözlerimin uykuya karşı sürdürdüğü acınası direnişinin birkaç saniyelik yenik düşmelerinin birinde, masa lambasından gelen şiddetli bir elektrik cızırtısıyla irkildim. Işığını yitiren ampülün içerisinde sadece küçük bir kıvılcım yanıp yanıp sönerken, karanlığa gömülmüş odanın ortasında gitgide şiddetini arttıran bir ışık belirdi. Çok ince vücut hatlarına sahip bir insan silüetine dönüşen sarı ışığın etrafında beyaz ışıktan bir hale vardı ve sol göğsünün içerisinde bulunan, bir yumruk büyüklüğünde olan, daha koyu renkli sarı bir ışık; bir pulsar gibi dönüp etrafına aynı renkte ışık hüzmeleri saçıyordu. Ben ilk kez gördüğüm, yüzü olmayan bu varlığın karşısında korkudan titrerken beynimin içinde tiz, metalik ve çatallı bir ses; kelimeleri, şeytani bir kötülük tarafından çarpılmışçasına, uzatan bir diksiyonla “Merhaba, benden korkmana gerek yok.”dedi ve “Beynini işgal eden anılar, senin için sadece bir düşmandır.” diye ekledi.

Zihnimin içinde, düşünce gücüyle konuşarak, ona kendisinin ne olduğunu sorduğumda bana; “Biz sizin torunlarınızız ve ben geleceğin dünyasından gelen bir ziyaretçiyim. Güneş, enerji üretebilmek için bünyesindeki hidrojeni helyuma dönüştürdükçe zaman içerisinde çapı genişleyip, dünyaya yaklaştı ve ısısı arttı. Sizin zamanınızdan 3 buçuk milyar yıl sonra dünyanın yüzey sıcaklığı 1,500 santigrat dereceye kadar yükseldi ve bu süreç boyunca sizin bize miras bırakmış olduğunuz genlerimiz bu yüksek sıcaklıklara adapte olacak şekilde değişikliğe uğradı. Gelecekteki dünyada hayat, sizin bildiğiniz yaşam formundan farklı bir şekilde devam etti ve hücrelerin yerini fotonlar aldı. Bizler enerjisel varlıklarız; elektromanyetik spektrumun geniş yelpazesi içerisindeki tüm frekans ve dalga boylarını kullanabilme yeteneğine sahibiz. Foton parçacıklarının uzay ve zamanda bağlaşıklık kurarak telepatik bir etkiyle birbirlerini taklit etme özellikleri, bize uzay ve zamanda seyahat etme imkanı sağlıyor. Sen şu anda bana baktığında, benim gelecekte bulunan enerjisel benliğimle telepatik bağlaşıklık kurmuş olan, senin zamanına ait ışıkları görüyorsun.” dedi.

Daha önce yüksek sıcaklıklarda yaşayabilen canlı türlerini duymuştum fakat enerjisel bir yaşam formunun olabileceğini düşünmek aklımın sınırlarını zorluyordu.

Varlığın anlattıklarından çıkardığım sonuç; bizim hep zaman makineleri üzerinde kafa yorarak üzerine eğildiğimiz zamanda yolculuk problemini, onların farklı bir açıdan çözüme kavuşturmuş olduğuydu.

Ona, neden beni ziyaret ettiğini sorduğumda bana; zihin gücümün sahip olduğu telepatik özelliklerinden bahsetti. Söylediğine göre; hikaye yazabilmek için günlerdir zihnimi zorlarken etrafa yaydığım güçlü beyin dalgaları onu kendime çekmiş. Ben ilk değilmişim son da olmayacakmışım. Bu varlıklar insanlık tarihi boyunca hayalgücü gelişmiş kişilere kimi zaman görünerek, kimi zaman da uyanıklık ya da uyku halinde zihinlerine fısıldayarak onlara; astronomik, matematiksel ve zirai bilgiler verip insanlığın daha gelişmiş bir düzeye ulaşmasına yardımcı olmuşlar. Bunun yanında şairlere çeşitli hikayeler anlatarak bugünkü kültürel boyuta ulaşmamıza da katkılarda bulunmuşlar.

Varlığın bu anlattıkları; bazı eski ezoterik bilgilerde, bedensiz varlıklarla iletişim halinde olan kişilere büyücüler denmesinin yanında şairler de denmesinin nedenini gayet iyi açıklıyordu.

Varlık bana “Sana da bir hikaye yazdırmak istiyorum.” dedikten sonra aklıma; yıllar önce yedek subay olarak askerlik yaptığım jandarma komando alayındaki son günümde, alay komutanımın vedalaşma amaçlı olarak beni odasına çağırıp verdiği öğütler geldi. Tekmil verip odasına girdiğimde; eliyle, masasının karşısındaki sandalyeye oturmamı işaret etmiş ve bana bir bardak çay ikram etmişti. Ben, çekingen hareketlerle, masanın üzerinde duran bardaktaki çayı yudumlarken; o yaşlı, görmüş geçirmiş, bilge adam masmavi gözlerini bana dikerek uzun uzun verdiği nasihatlerden birinde “Birisi sana karşılıksız bir şey veriyorsa, o kişinin mutlaka bir çıkarı vardır.” demişti.
Peki ama bu varlığın bahsettiği hikayeyi bana verme karşılığında, kendisinin bundan çıkarı ne olacaktı?

Bu soruyu varlığa yönelttiğimde bana; yazdıracağı hikayenin, okuyan bazı insanların zihninde biz tarafından henüz keşfedilmemiş bir bilinç durumunu açığa çıkacağını ve bizim zihnimizde oluşacak en ufak bir ilerlemenin, kendilerinin gelecekte çok büyük kazanımlar elde etmesini sağlayacağını söyledi.

Hikayelerimde daha önce hiç alıntı yapmamıştım fakat basıma yetiştirmem gereken hikayeyi hazırlayamadığım için varlığın teklifini kabul etmekten başka çarem yoktu; ayrıca varlığın sözünü ettiği yeni bilinç durumunun bana nasıl özellikler kazandıracağını da oldukça merak ediyordum. Zihnimin içinde konuştuğum varlığa, teklifini kabul ettiğimi söyledim ve varlık bana hikayeyi yazdırmaya başladı.

Hikaye, sonsuz yaşama sahip olmayı takıntı haline getirmiş bir karakterin; uzun yıllar boyunca, altında kendisine istediği şeyi sağlayacak olan bir orman cininin yaşadığı, üç gövdeli bir ceviz ağacını arayışını anlatıyordu. Hikayenin sonunda karakter, uzun ve meşakkatli arayışların sonunda söz konusu ağacı bulup ona yaklaştığında; ağacın altında oturan, yeşil kıyafetli, başında kukuletası olan, uzun ve sivri kulaklı, kısa boylu, şirin bir orman cini görüyordu.

Cine yaklaşıp “Ben sonsuz yaşamı arıyorum.” diyordu.

Bunun üzerine cin gülümserken ağzındaki sivri dişleri görünüyor ve “Sonsuz yaşama hoşgeldin” diyordu. Cinin sözü biter bitmez her şey bir anda alev alıyor ve hikayenin kahramanı sonsuza kadar alevler içerisinde yanıyordu.

Hikayenin betimlemeleri o kadar gerçekçiydi ki, hikayenin kahramanının içerisinde kaldığı alevlerin sıcaklığını tenimde hisseder gibi olmuştum. Bununla birlikte hikayedeki bazı unsurlar bana oldukça tanıdık gelmişti. Bunun gibi ölümsüzlük arayışlarına, Sümer ve Yunan; orman cinlerine ise Türk ve İskandinav mitolojilerinde sıklıkla rastlanır. Hikayenin sonunda karakterin sonsuza kadar alevler içerisinde acı çekmesi de oldukça bilindik bir unsurdu. Muhtemelen bu varlıklar, insanlık tarihi boyunca, içerisinde bu unsurları barındıran hikayeleri benim dışımda birçok kişiye anlatmışlardı.

Sabaha karşı, kül rengi bulutların ardında söken şafağın kızıllığı bir yangın yeri gibi belirirken hikayeyi bitirdik ve varlık, bedenini oluşturan sarı ışığın yavaşça sönükleşmesiyle gözden kayboldu.

Hikayeyi flash belleğe kaydettim ve bilgisayardan çıktısını alıp dosyaladım.

Uykusuz geçirdiğim son birkaç günün; kandan, kırmızı, kılcal ağlar ördüğü gözlerimi dinlendirmek için birkaç saat de olsa uyumaya çalıştım fakat hikayeyi yazdıktan sonra içimde hissetmeye başladığım huzursuzluk beni bir türlü uyutmadı.

Derginin ofisine gitmek için aracımla, bunaltıcı sıcağı katbekat arttıran devasa cam binaların arasında uzanan yolda ilerlerken; radyodaki haberde, son 6 yılın en sıcak yazının yaşandığından bahsediyordu.

Ofis kapısından içeri girdikten sonra, nedenini uykusuzluk ve yorgunluğun yüzüme yansıtmış olduğu sersemliğe bağladığım, çalışanların bana yönelttikleri şaşkın bakışların arasından geçip Engin Bey’in odasına ilerledim. Odasından içeri girdiğimde; bilgisayar monitörüne bakan asık, endişeli yüzünü bana döndü ve şiddetli bir kızgınlığın habercisi olan kaş çatışını olabildiğince belirginleştirdi.

“Dergiyi öğleden önce basıma yetiştirmeliyiz. Her şey hazır, sadece senin hikayen eksik.” dedi.

Ona uzattığım dosyayı sert bir hareketle elimden çekip önündeki masaya koydu ve açıp hikayeyi okumaya başladı. Birkaç sayfa ilerledikten sonra sağ eliyle kravatını genişletip gömleğinin yaka düğmesini açtı ve sanki yoğun bir sıkıntının içerisinde boğuluyormuşçasına derin bir nefes aldı.

Ağzının içinde mırıldanarak ” Beynini işgal eden anılar, senin için sadece bir düşmandır.” dedi.

Bu belli belirsiz cümleyi duyunca içim tarif edilemez bir ürpertiyle doldu. O tuhaf varlığın söylemiş olduğu cümleyi Engin Bey’in tekrarlamış olmasının anlamını çözmeye çalışırken; varlığın bahsettiği, hikayenin ortaya çıkaracağı, bilinç durumunu hatırladım.

Hissetmiş olduğum korkuyu ele veren titrek sesimle “Afedersiniz, anlayamadım.” dedim.

Engin Bey şaşkın bir ifadeyle bana bakıp “Ben bir şey söylemedim.” deyince hissetmiş olduğum korku bir kat daha arttı.

Engin Bey’in söylemiş olduğunu sandığım cümle gibi bana hikaye yazdıran varlığın da beynimin yarattığı bir sanrı olabileceği ihtimali, aklımı bir çıkmaza sürüklemişti ve delirdiğimi düşünmekten kendimi alamıyordum.

Engin Bey hikayeyi bitirdikten sonra yüzünde memnuniyet yerine bir gerginlik ifadesiyle “Aferin, iyi iş çıkarmışsın.” dedi.

“Sağolun.” deyip hızlı adımlarla ofisten çıkıp eve gittim. Beni aklımı kaçırmanın eşiğine getiren, günlerdir süren uykusuzluğuma son vermek için öğlen saatlerinde yatağa uzandım. Rüyamda, varlığın hikayede anlattığı üç gövdeli ceviz ağacının altında yaşayan cini gördüm; o iğrenç sivri dişleriyle bana gülümserken bir anda her şey alev alıyordu ve alevler tüm bedenimi sarıp korkunç acılar çekerek yanıyordum. Kan ter içinde uykumdan sıçradığımda, tenimde yanıkların acısını hala hissedebiliyordum. Telefonumun saatine baktığımda öğlen saatlerini gösteriyordu. Nasıl bu kadar az uyumuş olabileceğimi düşünürken telefondaki tarihin, bir sonraki günün tarihi olduğunu fark ettim. Telefonun internetinden derginin sitesine girdiğimde, derginin yeni sayısının çıkmış olduğunu gördüm.

Kendisi de benim gibi bir hikaye yazarı olan, üniversiteden arkadaşım Murat’ı arayıp ona yüz yüze anlatmam gereken şeyler olduğunu söyledim. Telefonda kararlaştırdığımız yerde, dolgu kıyı yanındaki bir kafe tarafından, deniz kenarına konulmuş masalardan birine oturup Murat’ı bekledim. Yaklaşık 10 dakika sonra Murat geldi, tokalaştık ve bana nasıl olduğumu sordu.

Bu soruya “İyi değilim, galiba deliriyorum.” diyerek cevap verdim.

Murat “Ne oldu? Yoksa yine mi o beyninde duyduğun sesler? dedi.

“Hayır, bu sefer daha fazlası…” dedim ve yaşadıklarımı anlattıktan sonra derginin sitesine girdiğim telefonumu ona uzatarak hikayeyi okumasını söyledim.

Murat hikayeyi okurken, sıcak hava bunaltıcılığını daha da arttırmıştı. Ben, ağır ağır kıyıya sürüklenen kayıp cesetler gibi iyice hantallaşan dalgaların ritmik sesiyle, zihnimin derinliklerine dalıp giderken; cama vuran yağmur damlalarının sesini duymaya başladım ve kendimi 4 yıl önceki o köhne kafede buldum. Ölümsüzlüğe açılan birer geçit gibi gözlerinin kahverengi derinliği, onlara her bakışımda beni kendine çekiyordu. Elinde tuttuğu buketteki güllerin yapraklarını koparırken dudaklarından “Biz ayrı dünyaların insanlarıyız.” cümlesi döküldü. Sonra birden sarsılmaya başladığımı hissettim ve derinlerden bir yerden Murat’ın sesini duyuymaya başladığımı fark ettim. Bana ismimle birkaç defa seslendikten sonra kendime geldim. Murat omzumdan tutup beni sarsarken “Neyin var, iyi misin?” diyordu.

“İyiyim, bir şeyim yok. Sadece dalmışım. Birkaç gündür yorgun ve uykusuzdum. Ondan olmalı.” dedim.

Sonra konuyu değiştirmek adına “Hikayeyi okudun mu?” diye sordum.

Murat yüzünü hafifçe buruşturarak “Tasvirler oldukça etkileyici fakat hikayenin İnsanı huzursuz edici bir yapısı var. Bu hikaye sanki hastalıklı bir ruh halinin ürünü gibi.” dedi.

Öğleden sonra eve gittiğimde biraz daha dinlenmeye ihtiyacım olduğunu düşünüp yatağa uzandım. Yaklaşık bir saat kadar yatakta huzursuzca dönüp durduktan sonra kapı zilinin tekinsiz bir şekilde çaldığını duydum. Açmak için yaklaştığım esnada kapının ötesinden gelen telsiz seslerini duydum. Kapıyı açtığımda sivil giyimli 3 kişi polis kimliklerini göstererek, birden fazla cinayet vakasıyla ilgili ifademe başvurmak için polis merkezine çağrıldığımı söylediler.

Götürüldüğüm polis merkezinde verilen bilgiye göre; sabah saatlerinde evinde, Engin Bey’in kömürleşmiş cesedi bulunmuş. Bir insan cesedinin o şekilde yanması için 1000 santigratın üzerinde sıcaklık gerekmesine karşın ne üzerindeki kıyafetlerde ne de çevresindeki eşyalarda bir yanık izi varmış. O gün ülkenin farklı yerlerinde, 22 tane daha kendiliğinden yanma vakasına rastlanmış. Bunların bazıları kömürleşmiş, bazıları ise haşlanmış derecede yanmış fakat hiçbirinin giysileri yanmadan dolayı zarar görmemiş. Ölen kişilerden 9 tanesinin bilgisayar monitöründe, benim hikayemin olduğu sayfanın açık olduğu görülünce polis, bu yanma vakalarıyla benim aramda bağlantı kurmuş. O gün dergi toplatılmaya başlanmış ve hikaye sitedeki yayından kaldırılmış fakat hala bazı sosyal paylaşım sitelerinde yayılmaya devam ediyormuş. Polis merkezinde saatler süren sorgumdan sonra aynı gün çıkarıldığım mahkemede, delil yetersizliğinden dolayı tutuksuz yargılanmama karar verildi. Adliyeden çıkartıktan sonra, kapının önündeki kalabalığın içerisinde, beni bekleyen Murat’ı görünce ne kadar sevindiğimi anlatamam.

Otoparktaki aracına doğu yürürken ona, polis merkezinde duyduklarımı anlatmaya yeltendim fakat o oldukça sakin bir ses tonuyla “Olanları biliyorum. Haberler gün boyunca bu konudan bahsetti. Ama anlayamadığım bir şey var; hikayeyi okumamıza rağmen neden bize bir şey olmadı?” dedi.

“Yanma olayları, hikayeyi okuyanlarda ortaya çıkan bir bilinç durumuyla alakalı olmalı. Varlık; bu bilinç durumunun, bazı insanlarda ortaya çıkacağından bahsetmişti.” dedim.

Murat, binmek için sol kapısını yarıya kadar açmış olduğu aracın başında bir an duraksayıp “Peki sence bu bilinç durumu neden bizde ortaya çıkmadı?” diye sordu.

“İkimiz de hikaye yazarıyız. O varlık, hayalgücü gelişmiş insanlarla iletişim kurduklarını söylemişti. Bununla ilgili galiba.” gibi yine varsayalımsal bir cevap verdim.

Araçla ilerlediğimiz yol kenarındaki billboardların birinde bir markanın, insana çılgınca gelen, bedava ürün kampanyası reklamını gördüm ve o zamana kadar gözden kaçırmış olduğum bir detayı fark ettim. Bu detay, varlığın sunduğu hikaye karşılığında elde edeceği çıkarıydı. Bizim zihnimizde olacak en ufak bir gelişme, gelecekte onlara çok büyük kazanımlar sağlayacaktı. Sonra aniden zihnimdeki puzzle’ın parçaları yerine oturdu.
Murat’a dönerek “Hikaye bizim gibileri diğer insanlardan ayırmaya yarayan bir araç. Bu varlıklar, diğer insanları yok ederek sadece bizler gibi hayalgücü gelişmiş kişilerin genlerini geleceğe aktarmaya çalışıyorlar. Böylece gelecekte çok daha güçlü telepatik yetenekler kazanmayı amaçlıyorlar.” dedim.

Murat, duymuş olduğu korkunç planın vermiş olduğu dehşetle büyüyen gözlerini bana dikti ve ” Peki yanmayı nasıl gerçekleştiriyorlar?” diye sordu.

“Bu varlıklar elektromanyetik spektrumun her dalga boyu ve frekansını kullanma yeteneğine sahipler. Spektrumda bulunan düşük frekans ve uzun dalga boyuna sahip mikrodalgalar, su moleküllerine dönme hareketi yaptırarak sürtünme kuvvetinin ortaya çıkmasına neden olur ve bu sürtünme kuvvetiyle de madde ısınır. Hikaye, okuyan kişinin zihnini bu mikrodalgaların etkilerine açık hale getiriyor.” dedim.

Murat ” Bu varlıkların bizim zamanımızda yapmayı planladıkları katliam , 3 buçuk milyar yıl sonraki geleceğin dünyasına da bir şekilde yansımayacak mı, bu bir çeşit özkıyım değil mi?” diye sordu.

“Belki kendi zamanlarında da katliam yapmak istiyorlardır, biz kendi zamanımızda katliamlar yapmıyor muyuz, yapılan her savaş bir katliam, bir çeşit özkıyım değil mi? 2. Dünya Savaşı’da saf ırkı yaratmak için yapılan katliamlar gibi bu varlıklar da geleceğin dünyasında saf ırkı oluşturabilmek için katliamlar yapmayı planlıyorlar.” diye karşılık verdim.

Murat “Peki buna engel olunamaz mı?” diye sordu.

“Bu varlıkların bedenleri olmadığı için sadece zihnimizi kullanarak bize etkilerde bulunabiliyorlar. Belki, onların bize etki edebildiği gibi biz de onların zihinlerini kullanarak, onlara fiziksel etkilerde bulunabiliriz ama önce satın almamız gereken malzemeler var.” dedim.

Gökyüzüne baktığımda pek bulut göremiyordum fakat hava durumunda yağışlı bir gece yaşanacağı bilgisi vardı.
Eve gitmeden önce çarşıdan 4 adet kırmızı renkli 60 watt ampul, 4 adet duy, jeneratör ve bağlantılar için kablo satın aldım.

Murat “Bu malzemeleri ne yapacaksın?” diye sordu.

“Bunlar, bu akşam o varlıkla yapmayı deneyeceğim zihinsel savaşta ihtiyacım olan malzemeler.” dedim.

Murat, yüzünde hafif bir tebessümle “4 tane ampülle mi bunu yapmayı planlıyorsun?” dedi.

Murat beni bıraktıktan sonra eve gidip kablo ve duy bağlantılarını yaptım ve akşama doğru balkona çıktığımda güneybatıdaki siyah bulutların, tehditkar birer karabasan gibi, hızla şehrin üzerine yaklaşmakta olduğunu gördüm.

Varlık iletişim kurabilmek için görünür ışık tayfını kullanıyordu. Işık tayfındaki en düşük frekansa sahip olan kırmızı ışığı kullanmasını sağlayarak onun gücünü zayıf tutacaktım. Bunu yapabilmek için çevrede başka frekansta bir ışık kaynağı olmamalıydı.

İşte bu yüzden koyu renkli bulutların, üzerine zifiri karanlıtan bir perde çekmesini umduğum gecenin gelmesini bekliyordum. Milyarlarca yılın, benim hayal etmekte bile zorlandığım yetenekler kazandırmış olduğu böyle bir varlığa karşı ne kadar az şansımın olduğunu düşünmek istemiyordum. Gecenin en karanlık olduğu saatte, hazırlamış olduğum ışık düzeneğini alarak aracıma bindim ve sessiz dağların arasındaki karanlık vadiler boyunca, tehlikeli bir yılan gibi kıvrılarak şehirden gitgide uzaklaşan bakımsız karayolunu takip ettim. Etrafta hiçbir ışığın olmadığı o tenha yerde aracı yol kenarına park ettim. Bagajdan çıkardığım 18 kg ağırlığındaki jeneratörü ve ışık düzeneğini alarak, yol kenarından başlayan hafif eğimli yamaç boyunca, el fenerinin ışığıyla ilerledim. Günlerdir devam eden aşırı sıcakların kavurarak sarartmış olduğu kuru otların arasında hışırtılı adımlarla yürüyüp, kayalık araziye ulaştım. Girişi, doğal süreçlerle birbirine yaslanmış iki devasa kaya olan mağaraya girip jeneratörü çalıştırdım ve ampülleri yaktım. Duvarlarını kırmızı ışıkların aydınlattığı mağarayı yaklaşık bir yıl önce, arkadaşlarımla birlikte arazide mantar toplarken keşfetmiştim.

Işıkların karşısına oturup, sırtımı mağaranın duvarına yasladım ve gözlerimi kapadım.

Varlığın girmesi için zihninimin kapılarını davetkar bir şekilde sonuna kadar açtım.

Varlığın beni bulması için hikayeyi düşlediğimde; kendimi, papatya öbeklerinin sarı fırça darbeleri gibi arasında yer yer belirdiği, yeşil çimenler üzerinde buldum. Çığırtkan orman kuşlarının seslerinin yankılandığı, etrafımdaki ağaçların göğe uzanan dalları arasından güneş ışığı hüzmeleri ok ok süzülüyordu. Az ötemdeki yaşlı ceviz ağacının altında oturmuş ve sırtını ağacın üç gövdesinden birine yaslamış halde uyuyan cin, ona biraz daha yaklaştıktan sonra gözlerini aniden açtı.

O an varlık beni bulmuştu, onun sinsi bir yılan gibi yavaş yavaş zihnime süzüldüğünü hissedebiliyordum.

Üzerinde yeşil kıyafetleri ve başında kukuletası olan kısa boylu cinin uzun sivri kulakları, duyduğu seslerin istikametinde, birbirinden bağımsız şekilde hareket ediyordu. Cin yavaşça ayağa kalkarken, varlığın benim için her an öldürücü hamleyi yapabileceğini fark ettim. İlk atağı yapan ben olursam, belki bir şansım olabilirdi. Cin, bakışlarını gözlerime yoğunlaştırdı ve iğrenç sivri dişlerini göstererek gülümsedi. O esnada kendime hedef seçmiş olduğum boynunda dikkatimi toplayıp, başını gövdesinden ayırmaya odaklandım. Ben güç uygulayınca şeytani, tiz bir kahkaha duyuldu ve cinin başı bir topaç gibi hızla kendi ekseni etrafında dönmeye başladı. Tam o sırada, kalbime saplanan şiddetli bir ağrıyla birlikte, kalbimin sökülüyor olduğunu hissetmeye başladım. Acıyı bir yana bırakmaya çalıştım ve güçlükle topladığım düşüncelerimi bir bıçak gibi keskinleştirip onun göğsüne yönlendirdim. Attığı acı bir çığlıkla cinin göğsü yarılırken, içinden; kör edici parlaklıkta ışıklar çıkıp etrafa yayılmaya başladı ve beyaz ışık her yeri kapladı.

Cama vuran yağmur damlalarının sesini duymaya başladım. Beyaz ışık yavaşça dağılıp, yerini onun ışıltılı gülümseyişine bıraktı. Kafede, 1976 yılına ait, o çok sevdiğim şarkı çalıyordu. Ani bir baş hareketiyle; yüzünün sağ tarafına düşmüş dalgalı kahverengi saçlarını omzunun arkasına savururken, o sahte gülümseme hala yüzündeydi. Sonra başını öne eğip; elinde tuttuğu buketteki güllerin yapraklarını, derin düşüncelere dalmış bir ruh haliyle, koparmaya başladı. Bir şeyler söylemek isteyen kararsız dudaklarını birkaç defa belli belirsiz araladıktan sonra “Biz birbirimizden çok farklıyız.” dedi.

Ben o an kendi kendime “Ben neredeyim?” sorusunu soracak kadar kendimi toparlamayı başarabildim. Çok geçmeden sorularıma, zincirleme bir reaksiyon gibi yenileri eklendi;

“Acaba varlığı yok etmeyi başarabildim mi?

“4 yıl önceki bu kafede ne işim var?”

“Hangi zaman dilimi gerçek?”

Zihnim bu sorulara mantıklı cevaplar bulmaya çalışırken; kalbimdeki batma ve sökülme hissinin vermiş olduğu ağrı hala devam ediyordu. Sol elimi ağrıyı hissettiğim yerin üzerine koydum ve birkaç saniye hareketsiz kaldım.
Bana; “İyi misin?, Bak, bunun senin için zor olduğunu biliyorum. Çok üzgünüm” dedi.

Yüksek ökçeli ayakkabılarıyla kafenin dik ve uzun merdivenlerinden inerken koluma girmesinin nedeni; her zamanki gibi, dengesini sağlamak için tutunacak bir desteğe ihtiyacı olmasından fazlası değildi. Kafenin önünde, yağan yağmurun altında beklerken; birkaç saniye gözlerimin içine sessizce baktı ve anlam veremediğim bir davranış sergileyerek boynuma sarıldı. Yanağıma bir öpücük kondurduktan sonra başını omzuma yasladı. Dalgalı kahverengi saçları, ipek bir nehir gibi boynuma dökülürken; baş döndürücü parfümünün baharat kokusunu, daha önce hiç olmadığı kadar yakından hissettim. Sonra kendisini bekleyen taksiye binerek uzaklaştı ve bu, onu son görüşüm oldu.

Genesis

Gülten AJDER

Kitap okumayı seven insanlar daha zeki ve daha başarılı olurlar. Bende bu yüzden kitap okumayı sevdirmek istedim bu site ile. Gizli kalmış bütün bilgilerin kitaplarda saklı olduğuna inandığımdan, kültür seviyemizi yükseltmek, bilgi hazinemizi daha da zenginleştirmek, gizli yeteneklerin ortaya çıkmasına destek olabilmek için, okusun yazsın benim ülkemin insanları diye bir işin ucundan tutmak isteyen birisiyim.

İlgili Makaleler

18 Yorum

    1. Bilimkurgu-fantazi tarzı hikayeleri sevmiyorsunuz öyleyse. Genesis bu sitedeki tartısmasız en iyi yazar. Benzer pekçok site içinde ilk 5te diyebilirim rahatlıkla. Arkandayız genesis güzel yazılarına devamm.

      1. sen amator yazar görmemişsin öyle yazarlar var ki aklın durur bu gerçekten çok kötü burasıda zaten çok kaliteli bir site değil gördüğüm kadari ile rast gele yazı yazan insanlarla dolu ve ilginç başlıklar atıp baylaşıyorsunuz

        1. Creepypasta gibi sitelerden bahsediyorsaniz onlar ceviri hicbiri turk yazarlardan degil cogu ozgun degil. Siteyi begenmiyorsaniz takip etmezsiniz. Yazari begenmemis olabilirsiniz ama kimsenin hevesini kirmaya hakkiniz yok cunku ortada bir emek var. Ve begenmediginiz yazarin hikayelerini begenen cok kisi mevcut. Ayrica ben direkt bu isle ilgileniyorum. Potansiyeli olan yazarlari ariyorum. Yakinda baslayacak bir proje icin de bu arkadasimizi onerdim. Yani yakinda internette bolbol genesis ismiyle karsilasabilirsiniz:)

        2. Ben universitede edebiyat bolumu okudum, bizim okulumuzda da amator yazarlar vardi, bi ara bu ise cok merak salmistim. Ancak bunun tamamen bir yetenek isi oldugunu anladim. Bize kompozisyon dersinde o kadar buyuk yazarlarin kitaplarini okuttular bana kalirsa o yazarlar, genesis isimli arkadasimizin yanindan bile gecemez. En basta kullandigi dil sade ve ozgun yabanci kelimeler yok, bu durum; okuyucunun yaziyi kolayca anlamasini saglamis. Hikayede tumceler yer yer devrik, yer yer unlem tumceleri kullanilarak okuyucunun ilgisini cekmeyi basarmis anlatim tek duzelikten kurtulmus. Ayrica hikayelerin sonunda da sonucu okuyucunun hayal dunyasina birakip onlari dusuncemeye zorlamak, olaylari her iki yonlu acik ucla yazilmasi ekstra ilgi cekmis. Yeni yazilarinizi merakla bekliyorum.

          1. Yorumlarınız için teşekkür ederim. Bir şeyi açıklığa kavuşturmak istiyorum. Ben sosyal bilgiler öğretmenliği okudum sadece. Şu andaki mesleğimin de ne öğretmenlikle ne de edebiyatla bir alakası var

    2. Tartışmalara girmeyi pek sevmem ama haksızlık yaptığınızı düşünüyorum. Ben bu siteyi yıllardır takip ediyorum. Genesis’i ise ilk yazısından beri takip ediyorum. Giderek kendini geliştirdiğini ben dahil buranın takipçilerinin hepsi biliyor. İlk yazılarında benim hiçbir yazım olmadığı halde kendisini eleştirmiştim(hoş görüsüne sığınarak) ama şimdi durum çok daha farklı. Zamanla burada hikayelerini paylaşanların içinde yükselmeyi başardığını görüyorum. Kendisini bu bahaneyle tekrar tebrik ederim. Bu sitede birbirinden değerli birçok yazar gördüm. Tek bir konuda değil her konuda yazıların olduğu bir site ve herkese her yaşa hitap edebilen bir site. Bence alanındaki en kaliteli site kesinlikle burası. Diğerleri ise benim gözümde kopya. Zaten hakkımızda yazısında da görüldüğü üzere 2002 yılında açılmış olması bile Türkiye’de ilk olduğunun kanıtıdır. Bu bile siteye değer vermeye değerde artar. Dayanamayıp çok yazdım ama hepinize saygı duyuyor site yöneticilerine teşekkür ediyorum.

      1. Sevgili okuyucu, öncelikle ilginize, yazarlarımız için olan saygınız, güzel düşünce ve sözlerinize ve sitemize verdiğiniz saygı ve değer için, biz size teşekkür ederiz. İyi ki varsınız, sizin gibi değerli insanların eleştiri ve yorumlarının, bizlere secmehikayeler.com ailesi olarak başarıya giden yolu göstereceğine inanıyoruz.

  1. Merhaba genesis. Ben sonunu anlamadim. Zamanda geriye mi gitti adam yoksa gelecek mi hayal urunuydu? Yoksa amacin okuyucuyu ikilemde mi birakmakti :) herzamanki gibi hikayen cok guzel, tasvirler cok guzel ve uzun olmasi da guzel. Devamini bekliyoruz :)

    1. Bence çok iyi anlamışsın Yasmin. Aynen senin söylediğin gibi karakter hikayenin sonunda bir ikilem yaşıyor.
      Birinci olasılıkta; sevdiği kadın (sevgilisi tutarsız davranışları olan bir kadın bu arada) tarafından terkedilmenin yaratmış olduğu psikolojik travma, zaten hayal dünyası geniş olan karakterin zaman ve gerçeklik algısını yitirmesine neden olur. Karakter, kadından ” biz ayrı dünyaların insanlarıyız” cümlesini duyduğu andan itibaren içinde bulunduğu olumsuz durumdan uzaklaşabilmek için bilinci kendine hayali bir dünya yaratır. Bu tür davranışlar şizofreni hastalarında gözlemlenir. Zaten karakter hikaye boyunca ruhsal problemler yaşadığı konusunda ipuçları veriyor; hatta bazen açıkça, delirdiğini düşündüğünü söylüyor. Bu olasılıkta aslında her şey şarkının çaldığı süre boyunca birkaç saniyelik bir zaman aralığında geçiyor.
      İkinci olasılıkta ise; karakter, zaman ve uzay dokusunda hareket etme yeteneğine sahip varlıkla zihinsel mücadele ederken daha önce bilmediği bir yeteneği istem dışı olarak devreye giriyor.
      Bedeni bir mağarada bulunan karakterin zihni, 4 yıl önceki zihniyle telepatik bağlaşıklık kuruyor. ( varlık, fotonlar arasındaki telepatik bağlaşıklık konusunda hikayede bilgi vermişti fakat karakterin kurduğu bağlaşıklık fotonsal değil zihinsel bir bağlaşıklıktir. Ayrıca foton bağlaşıklığıyla ilgili yapılmış deneylerlerin bilgilerine internetten ulaşabilirsin, en son Cern’de yapılan deneylerde gözlenen foton telepatisi gibi.) Bu olasılıkta karakterin gelecekteki bedeni mağaranın içerisinde derin hipnoz halinde bulunuyor.
      Karakter olayın sonunda yaşadığı ikilemden dolayı hikayeye gerçek ve gerçek dışılık arasındaki sınırları çizen insan aklının güvenilirliğini sorguluyor. Yani özetle hikayenin sonu iki yöne de açık şu haliyle

  2. Merhaba, epey bir zamandir yoktunuz. Boyle bi hikaye ile donmenize cok sevindim. Bastan sona okudum cok guzel elinize emeginize saglik. Kotulugun dogusu isimli hikayenizedevam etmeyi dusunuyor musunuz?

    1. Merhaba. Teşekkür ederim. Kötülüğün Doğuşunu devam ettirebilirim belki. Karar veremedim henüz o konuda

      1. Kesinlikle devam ettirin. En iyi hikayenizdi. Hatta seri olarak devam ettirebilirsiniz biz zevkle okuruz :)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu