Dehşet ÖyküleriGenesisKorku Hikayeleri

Genesis’ten Başarılı Bir Hikaye Daha “Dehşetin Derinliklerinde (+18)”

Dehşet Hikayeleri - Korku Hikayeleri

Genesis’ten Başarılı Bir Hikaye Daha “Dehşetin Derinliklerinde (+18)”

O kadim ölüler ülkesinde güneş, her akşam yer altındaki bilinmeyen diyarlara doğmak üzere batar; o karanlık mezarlarında sayısız ölü, tanrıları tarafından diriltilecekleri günü sessizce bekler…

Sertaç’ın telefonuma yolladığı mesaj üzerine tarif ettiği çay bahçesini ararken, orada kimlerle karşılaşacağımı oldukça merak ediyordum. Sertaç’ın çabalarıyla izinlerimizi aynı tarihe ayarlamıştık ve lise arkadaşları olarak 17 yıl sonra ilk defa o çay bahçesinde buluşacaktık. Oraya vardığımda, masaların etrafında oturan gürültücü kalabalık arasında bana tanıdık gelebilecek bir sima ararken, arkalardan bana el eden birini gördüm. Biraz daha dikkatli bakınca bu kişinin, lise son sınıfta sıra arkadaşım olan İbrahim olduğunu gördüm. Onun solunda İdris oturuyordu, Mustafa masanın soluna sandalyesini çekip ayak ayak üstüne atmıştı ve sırtı bana dönük olan da Sertaç’tı. Hepsiyle tokalaştıktan sonra Sertaç’ın yanındaki boş sandalyeye oturdum. 17 yıl boyunca Sertaç ve Mustafa’yla, çok seyrek de olsa, telefonla görüşmüştük ama İbrahim ve İdris’le pek irtibatımız olmamıştı. Liseden sonra her birimiz hayatta farklı bir yön tutturarak farklı yerlere dağılmıştık. İbrahim Türkçe öğretmeniydi, Sertaç Antalya’da bir otel işletiyordu, Mustafa özel güvenlik görevlisiydi, İdris ise yurt dışında filoloji ve arkeoloji eğitimi görmüştü.

Sertaç, gelmeleri için sınıfımızdan birçok kişiye haber vermiş; fakat bunlardan çoğu buluşmaya gelmemişti.
Bizler sohbet edip çaylarımızı yudumlarken fark ettiğim kadarıyla, geçen yıllar boyunca, İbrahim’in saçlarını beyazlar istila etmiş; Sertaç’ın yüzüne belirgin çizgiler yerleşmişti. Mustafa ve İdris’te pek bir değişiklik yoktu fakat İdris’in alnının sağ tarafından başlayıp, saçının içinde ilerleyerek, başının arkasında sonlanan derin bir yara izi dikkatimi çekti.

Ona nasıl soracağımı uzunca bir süre düşündükten sonra ” Geçmiş olsun, ameliyat mı oldun?” dedim.
İdris bu soruma ” Ölümden döndüm, haberin yok muydu?” diye karşılık verdi.

Anlattığına göre, Nil Nehri kıyısında bir kral mezarı kazısı sırasında, yaklaşık 2,5 metre yüksekliğinde bir blok üzerinden düşerek başını kireç taşından zemine çarpmış ve beyin ameliyatı geçirmiş.

İdris’in bu anlattıkları bana, 5 yıl önce bir kaza sonucu arkadaşımın silahından çıkan fişekle vurulmamı hatırlatmıştı. Çekirdek sağ göğsüme isabet etmişti ve ameliyat öncesi bana verilen narkozun bünyemde istenilen etkiyi göstermemesi üzerine, morfin verilerek ameliyata alınmıştım. Doktorun söylediğine göre, narkoza dirençli bir bünyem varmış.

İdris’e biraz, bu geçirmiş oldum kazadan bahsettim; fakat benim aklım onun yapmış olduğu kazıda kalmıştı. Duyduklarımdan sonra içimi kaplayan heyecandan dolayı, geçirmiş olduğumuz kazaları bir kenara bırakarak, sorularımı onun kazılarında yoğunlaştırdım. Sertaç’ın bitmek tükenmek bilmez gereksiz konuşmalarına kulaklarımı tıkayıp bütün dikkatimi İdris’in anlattıkları üzerinde yoğunlaştırmıştım.

Bugünkü uygarlığın kilometre taşlarını binlerce yıl önce döşeyen o büyük medeniyet, oldum olası ilgimi çekmişti. Küçük bir çocukken, okumayı öğrenir öğrenmez, ansiklopedi sayfalarını karıştırmaya başladığımda Eski Mısır’la ilgili sayfalarda gezinip dururdum. O zamanlar evimizde bulunan, alfabetik sıralamada son ciltleri eksik, tek ansiklopedinin Eski Mısır’ı içeren cildi mevcut olduğu için kendimi çok şanslı hissediyordum. Çocukluğumdan beri hep bir arkeolog olmak istemiştim. Lisedeyken İdris’le birlikte, o kadim medeniyetin sırları üzerinde uzun uzun kafa yorardık. Hatta o zamanlar basit hiyeroglif şekillerden, her şeklin bir harfe karşılık geldiği, bir alfabe geliştirmiştik. Bu alfabeyle sıralarımıza yazdığımız ders notları, sınavlarda kopya çekmek için, o zamanlar oldukça işimize yaramıştı.

İdris, Gize ve Luksor’la ilgili anılarını anlatırken bir ara ” Keşke oraları ben de görebilseydim.” demem üzerine biraz düşündü ve ” Bir hafta içinde, Gize’de yeni keşfedilen yeraltı galerilerinde araştırma yapmak için Mısır’a gideceğim. İstersen seni de beraberimde götürebilirim.” dedi. Bunu duyunca ne kadar sevindiğimi anlatamam.
O heyecanla masadakilere “Siz de gelmek ister misiniz?” diye sordum; fakat Sertaç işlerinin yoğun olduğunu, İbrahim de izninin yeterli olmadığını söyledi; Mustafa ise umursamadı bile.

Yaklaşık 2 saat kadar sohbet ettikten sonra birbirimizle vedalaşıp çay bahçesinden ayrıldık.

O bir hafta boyunca pasaport ve vize işlemlerini halletmek için uğraşıp yolculuk için gerekli hazırlıkları yaptım.
İdris’le kararlaştırdığımız gün olan 11 haziran saat 18:30’da Atatürk Havalimanı’ndan havalanıp saat 20:00’da Kahire’ye indik. Luksor’a kalkacak uçağımızın hareket saati 23:00’a kadar İdris’le birlikte havaalanında, gezeceğimiz yerler hakkında detaylı bir plan yaptık. İdris’in normalde Luksor’da işi yoktu, sırf bana orayı gezdirebilmek için geliyordu. Çünkü Luksor görülmeden yapılan bir Mısır gezisi, Mısır gezisi sayılmazdı. Kızıldeniz’in ve Nil Nehri’nin muhteşem güzelliklerini gökyüzünden görebilmek için bu uçuşu gündüz saatlerinde yapabilmeyi çok isterdim; fakat başka sefer olmadığından dolayı saat 00:00’da Luksor Havaalanına indik ve İdris’in önceden rezervasyon yaptırdığı, Nil Nehri’nin hemen doğu kıyısındaki 4 yıldızlı otele yerleştik. İkinci kattaki odamıza girer girmez perdeleri açıp balkona çıktığımda; hemen karşımdaki Nil Nehri’nin üzerindeki tekneleri boydan boya kaplayan eflatun, pembe ve mavi renkli ışıkların yansımaları; karanlık sulardaki küçük dalgalar üzerinde, ılık havada yankılanan oryantal melodiler eşliğinde dans ediyordu. Mitolojiye göre bu; Ra’nın doğduğu yumurtanın, bir balçık içinde belirdiği nehirdi.

Ertesi sabah, yaklaşık bir saatlik taksi yolculuğu sonunda, Luksor’un 60 km kuzeyinde bulunan Dendera Tapınağı’na ulaştık. Antik Mısır’ın aşk tanrıçası Hathor’a adanan tapınağın, sağ tarafında sıra sıra palmiye ağaçlarının yer aldığı, taş döşeli yolundan ilerleyerek; bir kısmı ayakta kalabilmiş kabartmalı duvarların ve sfenks heykellerinin bulunduğu avlu kısmına vardık. Tapınağın içine girince; gövdesinde binlerce yıl önceki ritüellerin göz alıcı kabartmalı hiyerogliflerle anlatıldığı, uçlarının Hathor’un büstleriyle sonlandığı devasa sütunları ve bu sütunların desteklediği, astronomik olayların resmedildiği tavanı görünce adeta büyülendim. Bu ayrıntılı gök haritaları altındayken kendi kendime “Acaba bu insanlar bu haritaları, tanrılarının geldiği uzak yıldızları işaretlemek için mi çizmişti?” sorusunu sormadan edemedim. Uzun taş merdivenleri tırmanarak çıktığımız ikinci katta, Osiris’in şapelini ve bu şapelin tavanında bulunan meşhur Dendera Zodyağı’nı da gördükten sonra Luksor’un 3 km kuzeydoğusunda bulunan, dünyanın en büyük antik dini yapısı olan Karnak’a ulaştık. Eski Teb kentinin tanrısı Amon için inşa edilmiş tapınağın avlusuna girerken; yolun her iki tarafına da sıra sıra dizilmiş, Tanrı Amon’u simgeleyen koç başlı sfenkslerin arasından geçtik. Beyaz bulutlar tarafından yol yol bölünmüş masmavi gökyüzüne uzanan dikilitaşların ve baş döndürücü yükseklikteki sütunların arasında dolaşıp, etrafını palmiyelerin ve pembe renkli zakkum çiçeklerinin çevrelediği Kutsal Göl’ün önünde fotoğraf çekildik. Sonra Karnak’tan hareket edip Nil Nehri’nin hayat verdiği yeşil tarlalar ve üzerinde balıkçılların, turnaların, yalıçapkınlarının uçuştuğu sazlıklar boyunca devam eden karayolunda ilerledik. Luksor Köprüsü’nü geçip nehrin batı kıyısındaki Krallar Vadisine vardığımızda bizi, sırtını kayalık yamaca yaslamış olan görkemli Hatşepsut Tapınağı karşıladı. Tarihteki tek kadın firavun olan Hatşepsut için yaptırılmış olan ve ön tarafındaki sıra sıra sütunları, dağın yamacındaki ızgaraları andıran tapınağı da gezdikten sonra Luksor’a geri döndük. Ertesi sabah saat 09:30’da Luksor Havaalanından havalanıp saat 10:45’te Kahire’ye indik. Bitmek tükenmek bilmez klakson gürültülerinin yükseldiği, kural tanımaz Kahire trafiğinde ilerledik ve meşhur Tahrir Meydan’ını geçip Kahire Müzesine vardık. Fransızlar tarafından neoklasik mimaride inşa edilmiş müze binasının bahçesinde bizi, sfenks ve firavun heykelleri karşıladı. Binadan içeri girince; Yeni Krallığa ait kalıntıların sergilendiği birinci katın yüksek tavanlı bölümünde gördüğümüz, minik kızlarının ortalarında durduğu, 3. Amenhotep ve eşinin devasa heykeli beni oldukça çok duygulandırdı. Orta ve Eski Krallığa ait gündelik eşyalar, mücevherler, mumyalar ve altın maskelerin bulunduğu ikinci katı da dolaştıktan sonra önünde iki aslan heykelinin oturduğu Kasr El Nil Köprüsü’nden geçip Cezire Adasına ulaştık. Ada üzerindeki ünlü opera binasını ve zarif bir lotus çiçeği gibi göğe uzanan, 187 metre uzunluğundaki Cemal Abdülnasr Kulesini de gezdikten sonra nehrin batı kıyısına geçtik. Yürüdüğümüz sokaklarda, kahvehanelerden yollara taşan masalarda oturan entarili yaşlı adamlar keyif çatıyordu. Dükkanlarının önünden geçtiğimiz çığırtkan esnaflar, kendilerinden hediyelik eşya satın almamız için kollarımızdan çekiştirip duruyordu. Bu ısrarcı esnaflardan biri bana; sapının üzerinde, Eski Mısır’ın bilgelik tanrısı, ibis kuşu başlı Thot’un figürü bulunan bir çakıyı zorla sattı. Sıvasız binaların arasındaki, sağda solda çöp yığınlarının göze çarptığı, dolambaçlı yollarda taksiyle ilerleyip Gize nekropolüne vardığımızda; tehditkar bir pusun içinden sonsuzluğa doğru yükselen Keops, Kefren ve Mikerinos piramitlerini gördük. 140 metre yüksekliğindeki Keops’un güneydoğusunda; binlerce yıl boyunca Mısır’ın altın çağlarına, iç karışıklıklarına, Asurlular’ın barbarlıklarına tanıklık eden Sfenks; bu ölüler şehrinin önünde nöbet tutuyor ve her sabah doğan tanrı Ra’yı selamlamak için doğu ufkunu izliyordu. Öğle sonrasının yakıcı güneşi altında, bize rehberlik etmek için ısrar eden yaygaracı bedevilerden kurtulma mücadelesi vererek Keops’un içine girdik. Tabanına ahşap platform kurulmuş, belirli aralıklarla ışıklandırılmış, dar ve boğucu dehlizlerde iki büklüm ilerlerken; aşağı doğru devam eden, karanlık ve girişi demir parmaklıklarla kapatılmış başka geçitler gördüm. Yürüdüğümüz dehlizin tavanı ilerledikçe bazı yerlerde yükseliyordu, bazı yerlerde ise daha da alçalıyordu. Dehlizin sonunda ulaştığımız gömü odasında, kırmızı granitten yapılmış bir lahitten başka bir şey olmadığını görünce hayal kırıklığına uğradım. Bunu fark eden İdris, elini omzuma koyarak “Senin görmek istediğin şeyler yerin altında, onları sana göstereceğim.” dedi.

Keops’tan çıkıp, Orion Takımyıldızı’nın bir izdüşümü olan; Keops, Kefren, Mikerinos hattının güneybatısı istikametinde yürüdük.

Akşam saatleri yaklaşıyordu.

Batıdan esen güçlü rüzgarların, vahşi Libya çöllerinden kaldırdığı kumları serpiştirdiği ufkun üzerinde kocaman bir ateş topu gibi asılı duran güneş, gökyüzünü adeta kızıl alevlerle tutuştururken; girişi kum tepeleriyle kısmen kapanmış bir mağaraya ulaştık.

İdris parmağıyla mağara girişini göstererek “Bu, piramiterin altındaki galerilere açılan geçitlerden sadece biri. Antik Mısır’ın gizemleri, işte bu yeraltı dehlizlerinde saklı. 16 bin yıl önce Osiris rahiplerine bu tünellerde eğitim verildi” dedi ve sırt çantasının içinden çıkardığı el fenerlerinden birini elime tutuşturdu.

İdris’in bu sözlerini duyunca hayretler içinde kaldım ve yüzüne şaşkın şaşkın bakarak “16 bin yıl önce mi?” diye sordum.

İdris bu soruma “Mısır’ın tarihi birçok kişinin bildiği tarihten çok daha eskiye dayanır. Firavunlardan önce Osiris rahipleri vardı.” diye karşılık verdi ve geçidin ağzını doldurmuş kumların üzerindeki küçük bir aralıktan sürünerek mağaraya girdi. İdris’in ardından ben de sürünerek içeri girdiğimde, mağaranın içinin sandığımdan daha geniş olduğunu gördüm. Tavan yüksekliği yaklaşık 2 metre olan ve gittikçe aşağı doğru eğim kazanan mağarada el fenerlerinin ışığıyla İlerlerken, muhtemelen tavandan düşmüş taşların oluşturduğu, küçük bir yığın arkasından gelen hırlama ve parçalanma sesleri duyduk. El fenerlerimizin ışığını o yöne doğru tutup temkinli adımlarla biraz daha ilerledikten sonra, yığının arkasında tüylü bir yaratığın hareket ettiğini gördük. Sadece postunun üst kısmı ve dik kulakları görünen o şey, hareketlerinden ve çıkardığı seslerden anlaşıldığı kadarıyla, yerde bir şeyleri kemiriyordu.

İdris “Merak etme. O sadece bir çakal.” dedi ve yerden aldığı bir taşı o yöne doğru fırlattıktan sonra hayvan, şimşek gibi bir hızla yanımızdan geçerek mağaranın çıkışına doğru koştu.

İlerleyip, az önce çakalın bir şeylerle uğraştığı yığının arkasına fenerlerimizi tuttuğumuzda gördüğümüz dehşet verici manzara karşısında midem alt üst oldu. Yerde, kısmen kurumuş ve kemirilerek parçalanmış bir insan cesedi vardı. İdris beni sakinleştirmeye çalıştırdı ve “Bu, buralarda görmeye alışık olduğumuz bir durum. Bedevilerin kumdan mezarlara gömdükleri ölüleri, bazen bu vahşi hayvanlar tarafından bulunabiliyor.” dedi. Ben kendimi biraz toparlamayı başarabildikten sonra ilerlemeye devam ettik. Gördüğümüz o çakal bana, çakal başlı tanrı Anubis’i hatırlatmıştı. Fayum şehrinin timsah başlı tanrısı Sobek’i de düşününce kendi kendime “Acaba Eski Mısırlılar, kalplerine korku salan vahşi hayvanları mı kendilerine ilah edinmişti?” sorusunu sordum.

Yaklaşık 500 metre ilerledikten sonra mağara yerini, yüzeyi sarı renkli kaymaktaşıyla döşenmiş bir koridora bıraktı. Duvarlarda belirli aralıklarla, Osiris ve İsis’in gerçek boyutlardaki kabartmaları ve bunların her iki yanında da meşalelikler vardı. Koridorun sonunda kahverengi granitten devasa sütunların, çok yüksekte olan tavanı desteklediği kocaman bir salona ulaştık. Tamamen, renk renk hiyerogliflerle kaplı duvarların önünde yine Osiris ve İsis’e ait dev heykeller vardı. Hiyerogliflerdeki tavirlerde, bizim alışık olduğumuz hayvan başlı tanrıları görememiş olmak beni oldukça şaşırtmıştı. Duvarlarda belirli aralıklarla, muhtemelen başka galerilere açılan, küçük dehlizler vardı. Koridorun sonunda, geniş basamaklı taş merdivenleri olan bir platform üzerinde, her iki yanında da ibis kuşu heykellerinin bulunduğu dev bir kitabe vardı. Merdivenlerden çıkıp en yukarıdaki basamakta oturduk. İdris bu kitabenin, Eski Mısır’ın bilgelik tanrısı Thoth’a ait olduğunu söyledikten sonra yazıtını okudu. Yazıtta kendisinin, büyük tufandan önce Atlantis’den Mısır’a gelmiş bir Osiris rahibi olduğundan ve Mısır’a tek tanrılı Osiris dinini getirdiginden bahsediyordu. İdris yazıtı okumayı bitirdiğinde kafam iyice karışmıştı.

İdris’e “Bu hiyerogliflerde neden hayvan başlı tanrılar yok, tek tanrılı bir din nasıl olur da bu kadar çok tanrılı bir dine dönüşür?” diye sordum.

İdris ” Thoth öldükten sonraki binlerce yıllık süreç içinde Osiris dini yozlaştı ve çok tanrılı bir din haline geldi.” dedi merdivenlerden inip duvardaki küçük dehlizlerden birinin önünde durdu; sonra bana, kendisini takip etmem için işaret etti. Bunun üzerine, el fenerini önüme tutup merdivenlerden aşağı inerken; İdris’in olduğu yönden gelen tok bir çarpma sesi duydum. Feneri tuttuğumda onu, yüzü duvara dönük bir biçimde zangır zangır titrerken gördüm. Kanlar içerisindeki sırtının ortasından çıkmış gibi görünen; siyah, ince, sivri uçlu, yılana benzer bir şey sağa sola kıvrılıyordu. Ben ona doğru koşarken, göremediğim bir şey İdris’i aniden dehlizin içine çekti ve hızla karanlık geçidin derinliklerine dogru sürükledi. Geçidin ağzına ulaşıp feneri içeri tuttuğumda, zeminde uzayıp giden kan izlerinden başka bir şey görünmüyordu. Eğilerek içeri girdim ve dar geçitte iki büklüm ilerlemeye başladım.

Küçük bir umutla telefonuma sarıldım fakat tahmin ettiğim gibi telefon çekmiyordu.

Kaynağı, geçitlerde dolanıp duran hava akımı mı, yoksa şeytani bir varlık mı bilmiyordum fakat dehlizin derinliklerinden gelen, insanın kalbini umutsuzluk ve korku duygularıyla dolduran bir uğultu duyuluyordu. Gittikçe daha da daralan geçitte bir süre sonra ancak emekleyerek ilerleyebildim. Duyduğum sesler artık belli belirsiz böğürtü seslerini andırmaya başlamıştı. Yerde ara sıra, şuraya buraya dağılmış, neye ait olduğunu anlayamadığım kemik parçaları görüyordum. Daha da daralan geçitte artık emekleyerek ilerlemenin imkanı kalmadığı bir noktadan sonra sürünmeye başladım. Giderek daha da havasızlaşan, boğucu ve tozlu geçitte zar zor ilerlemeye çalışırken; İdris’i kurtarmaya çalışma fikrinin ne kadar aptalca verilmiş bir karar olduğunu fark ettim; ama sürünmek için bile zar zor hareket edebildiğim geçitte geri dönebilmemin artık imkanı yoktu. Pilleri zayıflayan el fenerinin ışığı gittikçe daha cılızlaşıyordu; zaman zaman sönen ışık, fenerin arkasını geçitin taş yüzeyine vurunca, her seferinde bir öncekinden daha zayıf bir şekilde ve daha kısa süreli yanıyordu. Bir süre daha süründükten sonra fenerin pilleri tamamen bitti. Yukarıdaki dünyayla tek bağlantım olan o taşa oyulmuş dar geçitin, daha da sıkışmam sonucunda ilerleyemeyeceğim ya da karşımda bir engelle karşılaşabileceğim olasılığıyla benim mezarım olabileceği düşüncesi tüylerimi ürpertiyordu. Öte yandan; İdris’i o dehlize çeken şey her neyse, bu hayatta karşılaşmak isteyeceğim son şeydi. Aklım bu düşüncelerle meşgulken cebimdeki telefonu hatırladım. İçinde süründüğüm dehliz o kadar dardı ki elimi pantolonumun cebine zorlukla götürebildim. Telefonun ışığıyla ilerlerken duyduğum uğultular kesilmişti. Bir süre sonra geçitin ucunda belli belirsiz titreyen bir ışık görür gibi olmam, yüzeye yaklaşmış olduğumu düşünmeme neden oldu. İlerledikçe ışık daha belirginleşti ve iyice yaklaştığımda çıkışın, başka büyük bir koridorun yan duvarlarından birine açıldığını fark ettim; fakat ışığın kaynağının ne olabileceği konusunda hiçbir tahmin yürütemiyordum. Tam çıkmaya hazırlanırken insan ve sığır sesleri duydum. Seslerin, bilmediğim bir dilde hep bir ağızdan söylenen uğursuz bir ayinin ilahilerine benzemesi; olduğum yerde, kendimi onlara fark ettirmeden beklememe neden oldu. Az sonra önümdeki koridordan, ellerinde meşaleler tutan ve yürümeye zorladıkları sığırların yularlarını çeken insanlardan oluşan bir bedevi grubunun geçtiğini gördüm. Geldikleri yönde yüzeye açılan ve sığırların geçebileceği kadar geniş bir geçit olmalıydı fakat ben; grup geçişini tamamlayıp, arayı bir hayli açtıktan sonra koridora indim ve onları gizlice takip etmeye başladım. İleride koridorun açıldığı, büyük sütunlarla dolu, geniş bir salona girdiler. Ben de salonun girişinde gizlenip onları izledim. Salonun ortasında bulunan, çapı yaklaşık 5 metre olan bir kuyunun etrafında toplandıktan sonra dualar okuyarak sığırların boğazını kestiler. Sonra içlerinden 3 kişi gruptan ayrılıp öne çıktı ve kuyuya iyice yaklaşarak, kollarını iki yana açıp beklemeye başladı. O sırada, olan biteni daha yakından görebilmek için eğilerek sessizce, içerideki sütünlardan birinin arkasına ilerledim. Kesilen sığırların kanları kuyunun içine süzüldükten kısa süre sonra kuyunun içinden; derilerinin rengi yerdeki döşeme taşlarının renginde olan ancak tonları sürekli değişen, vücutları insana benzeyen fakat her birinin başı farklı bir hayvanınkini andıran 3 tane yaratık çıktı. Bunlardan ikisinin başı köpeğe, birininki ise koyuna benziyordu. Boyunlarının çevresinde, zarımsı yapıda bir yelpazeye benzeyen kocaman yakaları olan bu yaratıklar dört ayak üstünde hareket ediyordu; fakat gördüğüm kadarıyla ara sıra iki ayakları üzerinde doğrularak da yürüyebiliyorlardı. Onlar böğürerek ve tıslayarak, kuyunun yanında bekleyen 3 kişiye doğru ilerlerken; bedeviler hep bir ağızdan yüksek sesle dualar okuyordu. O an bir cehennemin ortasına düşmüş olduğumu fark ettim. Zaten bulunduğum yer, Mısır’ın günahkar ruhlarının ceza çekmeleri için gönderildiği yeraltı dünyası değil miydi? Yaratıklar yavaş yavaş yürürken aniden, kuyunun yanında bekleyen adamların üzerine atladı. Ben saklandığım yerden bu dehşete tanıklık ederken, arkamdan gelen bir tıslama sesi duydum ve arkamı döndüğümde karşımda o yaratıklardan birini gördüm. Ani bir hareketle üzerime atlayınca sırt üstü yere düştüm. Keskin pençeleriyle omuzlarımı kavramıştı ve derisinin renkleri, bir kamuflajcı hayvanın derisinin renkleri gibi sürekli değişip duruyordu. Ben ondan kurtulmak için çırpındıkça, pençelerini omuzlarıma daha da çok geçiriyordu. Kocaman gözleri, küçük bir ağzı olan yaratığın boynunun çevresinde bulunan ve zarımsı bir yelpazeye benzeyen yakaları aniden gerilerek açıldı ve başının üzerine doğru kapandı. Daha sonra yüzünün olduğu kısım, bir oyun hamuru gibi eğilip büküldü ve yakaları tekrar eski konumuna gelince; üzerinden jölemsi bir sıvı süzülen yüzünün, benim yüzümün bir taklidi gördüm. Ağzının içinden kıvrılarak uzayan ince, siyah ve ucu sivri bir uzantı, burunumun içine girip beynime doğru ilerlemeye başladı. O anda vücudum zangır zangır titremeye başladı. Muhtemelen beynime salgılamış olduğu bir kimyasal nedeniyle vücudumu hareket ettiremiyordum. Daha sonra keskin pençesiyle karnıma bir kesik attı ve açılan kısma, bir tavuk yumurtası büyüklüğündeki yumurtasını bıraktıktan sonra; dışarı taşmaya başlayan iç organlarımla beraber onu pençesiyle karnımın içine itti. Ağzından salgıladığı kalın bir şerit halindeki ipekle, karnımın açılan kısmını yapıştırdı ve beni ön ayaklarıyla havaya kaldırıp, arka ayaklarıyla yuvarlayarak kısa süre içinde tüm vücudumu o ipek şeritlerle sardı.

Kendime geldiğimde kanımın beynime hücum etmesinden ve hissettiğim küçük salınım hareketlerinden anladığım kadarıyla, bir yere ayaklarımdan bağlanmış vaziyette baş aşağı sallananıyordum. Vücudumun her yeri gibi gözlerim de bağlıydı ve sargıların arasından güçlükle nefes alabiliyordum. Çevremden iniltiler ve çığlıklar duyuyordum. Anladığım kadarıyla bu, taklitçi bir yaratıktı. Avının ya da düşmanlarının hem rengini, hem de yüzünü böylesine taklit edebilen organik bir mekanizma bu dünyaya ait olamazdı. Bu, Eski Mısır’ın hayvan başlı tanrılarını, insan yüzlü sfenksleri çok iyi açıklıyordu. Muhtemelen yumurtasının içinden çıkacak olan şey, beslenmek için canlı dokulara ihtiyaç duyuyordu. Büyük ihtimalle yumurta kırılana kadar felç edici kimyasalın etkisi devam ediyordu. Ben bunları düşünürken vücudumun yıllar önce narkoza direnç gösterdiği aklıma gelmişti. Biraz zorladıktan sonra parmak uçlarımı güçlükle hareket ettirebildiğimi fark ettim. Ama karşı koymam gereken şey sadece felç edici kimyasalın etkisi değildi; bedenimi sıkı sıkı saran ve hareket kabiliyetimi engelleyen ipek şehitlerinden de kurtulmak gerekiyordu. Sonra aklıma; o ısrarcı esnafın bana satmış olduğu, Thoth işlemeli çakı geldi. Çakı pantolonumum sağ cebindeydi ve zaten ellerim cebimin üzerinde durur vaziyette bu şeritlere sarılmıştım. Büyük uğraşlar sonucu elimi cebine götürebildim fakat bıçağı, zaten kısmen hissiz olan tek elimle ve o sargılar beni sıkarken açmak, benim için daha zor oldu. Bıçağın keskin yüzeyini, elimin hemen üzerinden geçen şeritlere sürtmeye başladım. Çevremden duyduğum; acı çeken insanların inilti ve çığlıkları, zaman zaman umudumu yitirmeme neden oluyordu fakat bir süre sonra kendimi toparlayıp tekrar sürtmeye devam ediyordum. Bir süre sonra şeridin kesilip gevşediğini fark ettim. Kolumu kozadan dışarıdan çıkarıp sol kolumu bağlayan şeritleri de kesmeye başladım ve İki kolum da serbest kalınca yüzümdeki şeritleri kestim fakat zifiri karanlıkta hiçbir şey göremiyordum. Ceplerimde telefonumu aradım fakat bulamadım, muhtemelen yaratık beni sararken cebimden düşmüştü ama çakmağım hala cebimdeydi. Çakmağı çaktığımda yerden yaklaşık 7 metre yükseklikteki bir tavana, baş aşağı asılı olduğumu gördüm. Geniş salonun her metrekaresi kozalarla doluydu. Bazıları çırpınmaya çalışıp sağa sola hareket ediyor, bazıları hareketsiz duruyor, bazılarının içinden inilti ve çığlık sesleri geliyordu. Sonra, karın kısmında kan lekesi olan bazı kozaların üzerinde hareket eden küçük şeyler fark ettim. Yumurtadan çıkan küçük yaratıklar, kurbanlarının karnındaki beslenme sürecini tamamlayıp dışarı çıkmışlardı ve kozalarının üzerinde dolaşıyorlardı; bazıları ise salonun zeminine atlıyordu. Dehşet içinde, tuttuğum sargıları kesmeden, birbirinden ayırmaya başladım. Oluşan uzunca bir şeridi aşağı sarkıttım ve tutunarak aşağı indim; şerit aşağıya kadar ulaşmadığı için yere 2 metre kala atlamak zorunda kaldım. Dizlerim hala hissiz olduğu için sürünerek bir köşeye çekildim ve karnımın üzerine yapıştırılmış şeridi kaldırdım. Muhtemelen şeritteki salyadan dolayı dokular iyileşmeye başlamıştı bile. Bıçakla aynı yeri kestikten sonra yumurta, iç organlarımın baskısıyla kendiliğinden dışarı çıktı ve ardından onu takip etmeye çalışan da ince bağırsağımdı. Şeridi tekrar yaranın üzerine yapıştırdım ve gömleğimle karnımın etrafını sardım. Salondan bir çıkış ararken üzerime yürüyen ve yukarıdan dökülen küçük yaratıkları, çakmağın aleviyle geri püskürtüyordum. O sırada duvarın dibinde dar bir geçit gördüm. Sürünerek geçide girip ilerlemeye başladım. Dar, boğucu ve tozlu dehlizde sürünürken karnımdaki kesiğin ağrısı dayanılmaz boyutlara ulaşıyordu. Bir ara dehlizin karşısından bana doğru hızla ilerleyen bir karaltı gördüm. Bana doğru gelirken bazen birkaç parçaya ayrılıyor, bazen de birleşip tek parça halini alıyordu. Ciyak ciyak çıkardığı sesler bir uğultu şeklinde duyuluyordu. Biraz daha yaklaştıktan sonra bunun, karnımın kokusunu alıp çılgına dönmüş bir fare sürüsü olduğunu fark ettim. Önden koşan birkaç tanesi daha önce yetişip kollarımı ısırmaya başladı. Ellerimden kurtulanlar yüzüme saldırmaya başladılar. Çakmağın ateşi, bu gözü dönmüş saldırganları korkutmuyordu. Bana doğru ilerleyen büyük grubun bana ulaşmasına az kalmıştı. İçinde zor hareket ettiğim o dar, taş delik benim mezarım olacaktı, hem de yaşanabilecek en kötü ölümlerden biriyle. O an bir su sesi duyar gibi oldum. Sağ taraftan geliyordu. Çakmağı çaktığımda birkaç metre önümde, sağ tarafta, biraz daha geniş bir dehlizin olduğunu fark ettim. Var gücümle sürünmeye başladım ve az sonra kalabalık fare grubuyla çarpıştım. Onlar kollarımı ve yüzümü ısırırken, ellerimle onları dağıtmaya çalışarak geniş dehlize döndüm. Artık su sesi daha da yakından geliyordu. Emekleyerek karanlık dehlizde ilerlerken fareler beni takip ediyordu. Sonra ellerimi boşluğa attığımı fark ettim ve beraberinde tüm bedenim o boşluğa düşüp soğuk sularla buluştu. Bu muhtemelen bir yeraltı nehriydi. Yüzüme vuran ışıkla ve Mısırlı’ların sesleriyle kendime geldiğimde gözümü açıp tepemde parlayan güneşi gördüm. Başımı kaldırdığımda, Nil Nehri’ndeki balıkçı teknelerinin birinde olduğumu fark ettim. Götürüldüğüm hastanede ifademi alan polislere İdris’in başına gelenleri anlattığımda, ülkeye o isimli birinin giriş yapmamış olduğunu söylediler.

Hemen telefonla Sertaç’ı aradım ve olanları anlattığımda Sertaç ” İdris de kim?” dedi.

“Liseden sınıf arkadaşımız, hani geçenlerde çay bahçesinde 5 arkadaş buluştuğumuzda o da aramızdaydı ya.” dedim.

Sertaç “Lisede İdris diye biri hiçbir zaman olmadı, o çay bahçesinde de sadece 4 kişiydik.” dedi.

Kafam allak bullak olmuştu ve hastanede verilen ağırı kesici ilaçların etkisiyle uykuya daldım. Rüyamda; beyaz keten kıyafetler içinde İdris’i gördüm. Omuzunda bir ibis kuşu vardı. Bana “O dehlizlerden çıkmayı başardın, artık sen de bir Osiris rahibisin.” dedi.

Genesis

Gülten AJDER

Kitap okumayı seven insanlar daha zeki ve daha başarılı olurlar. Bende bu yüzden kitap okumayı sevdirmek istedim bu site ile. Gizli kalmış bütün bilgilerin kitaplarda saklı olduğuna inandığımdan, kültür seviyemizi yükseltmek, bilgi hazinemizi daha da zenginleştirmek, gizli yeteneklerin ortaya çıkmasına destek olabilmek için, okusun yazsın benim ülkemin insanları diye bir işin ucundan tutmak isteyen birisiyim.

İlgili Makaleler

Bir Yorum

  1. Kardeşim bir eşya olarak dünyaya gelseydin kesinlikle muhteşem bi hikaye kitabı olurmuşsun

  2. Merhaba Genesis oncelikle nasilsin iyi misin? Yeni bir yazi yaziyor musunuz? Epey zamandir yoksunuz bir problem yoktur insallah.

    1. Merhaba İnci, teşekkür ederim iyiyim, sen de iyisindir umarım. Bir süredir tatilde olduğum için yazamadım. Bugün ya da yarın yeni bir hikaye yayınlayacağım, umarım beğenirsin.

  3. Hikaye çok başarılı ve akıcı, okurken kendimi mısır sokaklarında hissettim.Ayrıca hikayenin sonunun düşündürücü olması ayrı bir heyecan katıyor.Dil ve imla kurallarının dikkatli ve özenli bir biçimde kullanılması okura zevkle okuma imkanı sağlıyor.Başarılarınızın devamını diliyorum…

  4. Cok basarili, ellerinize saglik. Tasvirler herzamanki gibi guzel dil de akici ama misirin okdr detayli tasvirini verince gezilen yerlerin oralarda bir kosusturma sahnesi olacak diye bekledim. Baglantilar guzeldi çakı ve narkoz. Keske polis ifadesinden sonra bitirmeyip bedevilerden bir grup adami kovalasaydi fln, o gezdigi yerlerle baglanti olurdu hem. Yine de guzel yine cok severek okudum. Ellerinize saglik.

    1. Teşekkürler Yasmin. Bu hikayeyi beğenip beğenmeyeceğin konusunda şüpheliydim, beğenmene sevindim. Çok doğru bir tespitte bulunmuşsun; kalabalık, karmaşık sokaklarda bir kovalamaca iyi olurdu ama yazarken ben bunu akıl edemedim.

      1. Revize edebilirsin. Bana kalirsa bu hikayeleri biriktirip bir kitap cikarabilirsin. Bu sekilde kisa korku hikayelerinden olusan kitaplar mevcut, geceyarisi kutuphanesi gibi,stephen king in geceyarisini 4gece gibi. Hatta okumadiysan ilham acisindan goz atabilirsin. Aslinda yeni acilacak bir web site projemiz vardi creepypasta muadili birsey seni yazar olarak davet edecektik ama farkli bir proje nedeniyle surec uzadi. Lutfen hikayelerine devam et cok basarilisin, uzun yazman da ayrica bir arti olmus. Son birsey creepypasta penpal a bakabildin mi? Begendin mi? O tarz birsey yazmayi dusunur musun? Su nedenle soruyorum 6 bolumluk hikayeden kitabi cikarildi ve coksatanlar listesine girdi.

  5. Biraz esinlenerek yazdığınızı düşünüyorum doğrumu acaba? Ama tek kelimeyle muhteşem tebrik ederim sizi.

    1. Teşekkür ederim. Beğenmenize sevindim. Hangi konuda, neyden esinlendiğimi düşündüğünüzü de yazsaydınız keşke. Eğer Mısır tasvirlerini kastediyorsanız, haritalardan yapmış olduğum uzun araştırmalar sonucu bu tasvirleri yaptım. Mısır’ a hiç gitmedim yani.

  6. Yine mukemmel bir hikaye ellerine saglik. Hikayelerinizi begenerek okuyorum. Merak ettgini bie husus şuanki mesleginiz nedir?

    1. Teşekkür ederim. Hikayeyi beğenmenize sevindim. Hikayeyi çok yorgun ve uykusuz olduğum bir zamanımda yazdığım için birkaç imla hatası gözümden kaçmış kusura bakmayın. Sorunuzu cevaplamayı isterdim fakat herhangi bir sosyal platformda açıklanabilecek türde değil. Beni mazur görün

      1. Anlıyorum. Olsun caniniz sagolsun. Siz guzel yazilariniz paylasmaya devam edin, biz buradan takip edelim. Cok guzel hikayeler yaziyorsunuz.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu